AKP’nin kuruluşunu hazırlayan dönem: 28 Şubat’ta ne oldu?

Bilindiği gibi 28 Şubat sonrasında Tayyip Erdoğan da siyasi yasaklı oldu, hatta kısa bir süre hapse de girdi. Yükselişinde bu mağduriyetlerin yarattığı sermayeden uzun süre faydalandı.

Askeri darbeler yapılırken yanında duranı, destekleyeni, alkışlayanı çok oluyor. Ama müdahalenin amacı hâsıl olup, aktörleri sahne dışına itilince sahiplenenler pek ortada görünmüyor. Sanırım son yıllarda, 97 yaşında ölen Kenan Evren ve silah arkadaşları dışında açıktan 12 Eylül’ü sahiplenen pek kimse kalmamıştı.

28 Şubat, geçmiş askeri müdahalelerden oldukça farklı özelliklere sahip. Bundan kaynaklı “darbe”, “postmodern darbe”, “askeri müdahale” gibi ifadelerle tanımlanıyor. Ne denirse denilsin “doğru bir müdahaleydi” diyene artık rastlamak zor.

Bununla birlikte ne 27 Mayıs’la ne 12 Mart’la ne de 12 Eylül’le kıyas edilebilir. Ama 12 Eylül’ün devamının bir adımı olarak nitelendirilirse isabetsiz olmaz. Çevik Bir’in söylediği iddia edilen ama söylediğine dair somut bir kanıt da olmayan “Demokrasiye balans ayarı yaptık” ifadesindeki “demokrasi” yerine “12 Eylül düzeni” yazarsak cümle gerçek anlamına kavuşmuş olur.

İktidarı boyunca mağdur ederken aynı anda “mağdur edildik” söylemini hiç dilinden düşürmemesi AKP’nin, Siyasal İslam’ın bir meziyeti. İktidarın gerçekten 28 Şubat’la hesaplaşma meselesi intikam almanın ötesine gitmedi. Geçtiğimiz yıllarda 80 yaşını aşmış generallerin apar topar hapishaneye konulması buna örnek gösterilebilir ve İslamcı toplulukları hoş etme hamlesi olarak değerlendirilebilir.

Peki, 28 Şubat neydi? Hangi politik sürecin sonunda gerçekleşti? Kısaca göz atalım.

90’LARDA MEMLEKETİN HALİ

Malum 12 Eylül askeri faşist darbesi, solu ezmek başta olmak üzere pek çok meseleyi egemenler lehine çözmek için yapıldı. Neoliberal politikaların sorunsuz şekilde hayata geçmesi, devletin, toplumun buna uygun hale getirilmesi temel amaçlardan birisiydi. 24 Ocak kararlarıyla 12 Eylül arasındaki doğrudan bağ hep vurgulanır.

Solun ezilmesi, her türlü hak mücadelesinin engellenmesine mukabil halkın yaşam koşulları günden güne kötüleşti. Ücretler düştü, orta sınıf, esnaf ve çiftçi yoksullaştı. Diğer yandan 12 Eylül terörü, halkın sola meyletmesini de engelleyemiyordu. 80’lerin sonuna doğru üniversite gençliği amfilerden meydanlara doğru çıkmaya başladı. 89’da görünür hale gelen işçi mücadeleleri kısa sürede sıçradı, 1991’de Büyük Madenci Yürüyüşünde binlerce işçi yollara döküldü. 80 öncesinin devrimci örgütlerinin büyük çoğunluğu fiziki olarak artık yoktu. Sosyalist bir seçeneğin olmadığı böylesi koşullarda SHP sol kitlelerin adresi oldu. Pek çok sosyalist SHP içinde yer aldı. SHP’nin yükselişi aynı zamanda halkın güncel sorunlarını işlemesiyle mümkün hale geldi. 1989’daki yerel seçimlerde birinci parti oldu, İstanbul, Ankara ve İzmir’le birlikte 39 ilin belediye başkanlığını kazandı. Deniz Baykal’ın liderlik talebinin neden olduğu kurultaylar SHP’yi yıpratsa da ANAP’ın iktidardan düştüğü 1991’deki genel seçimlerde Süleyman Demirel’in başbakanlığında DYP-SHP koalisyonu kuruldu.

90’ların başı Kürt sorununda savaşın tırmandığı, yeniden yükselen sola karşı cevabın şiddet, faili meçhul olarak verildiği bir dönemdi. Kirli savaşla, Kürt düşmanlığı 80 öncesinin antikomünist safsatalarını da içererek yukardan aşağıya işlendi. Katliam, provokasyon ezberleri, güçlendirilerek hayata geçirildi. Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu katledildi. Sivas Katliamı bu atmosferde tertiplendi. Sivil faşist hareket, bu siyasetin gereği olarak tekrar sahneye sürüldü ve üniversite öğrencilerinin üzerine salındı.

Bu arada, Cumhurbaşkanı Turgut Özal hayatını kaybetti, Demirel Çankaya’ya çıktı, Tansu Çiller başbakan oldu, belki de Sivas katliamındaki çaresizlik İnönü’ye siyaseti bırakmak zorunluluğu hissettirdi. Çillerli yıllarda sermaye sınıfının, neoliberal politikaların istikrarlı bir biçimde hayata geçirme arzusu ise gençliğin, işçilerinin, kamu çalışanlarının direnişiyle karşılaşıyor, istenilen şekilde ilerlemiyordu. Bununla birlikte sermaye fraksiyonlarının rekabeti istikrarlı bir hükümet düzenin işlememesine neden oluyordu. İstanbul ve Ankara’yı Refah Partisi’ne teslim eden 1994 yerel seçimlerinin ardından 5 Nisan kararlarıyla Merkez Bankası, Türk lirasının değerini yüzde 38 devalüe etti. Enflasyon yüzde 134’leri gördü.

90’lı yılların ortalarına gelindiğinde reel sosyalizmin yıkılışıyla burjuva ideologları, bir bütün olarak sosyalizm fikrini ideolojik olarak da yenmek istiyordu. Ülkemiz sosyalist yelpazesi içinde bunun etkileri görülmekle birlikte, sosyalizm fikrine sıkı sıkıya bağlı; gençliğin, halkın, işçi sınıfının içerinde bu fikirle örgütlenen devrimciler hiç de az değildi. 12 Eylül darbesinin ikliminde girilse de 80’li yıllar devrimci bir kuşağın yetişmesine sahne olmuştu. Ancak sosyalistler, üzerlerinden eksik olmayan terör politikası başta olmak üzere nesnel ve öznel pek çok nedenden dolayı, düzeni değiştirecek bir alternatif olarak bu denklemde yer alamadı.

90’LARIN ORTASINDAN 28 ŞUBAT’A…

Sosyal demokratlar “tarihi kırılma” olacak 1994 seçimlerine SHP’den kopanların Baykal liderliğinde kurduğu CHP, Ecevit’in liderliğindeki DSP ve Karayalçın’ın dümende olduğu SHP olarak üçe bölünmüş olarak girdiler. 1989’daki oylarının yarısından azını alan ve üç büyükşehri kaybeden SHP-CHP ile bütünleşirken kan kaybı 1995 seçimlerinde de durdurulamadı. Sol yenilirken Refah Partisi’nin yerel seçimlerdeki yükselişi 1995 genel seçimlerinde de sürdü.

Hükümet kurma görevi ilk olarak RP’ye verilmedi; didişen kardeşler DYP ve ANAP, koalisyon hükümetini kurdu ama Meclis’ten güvenoyu alamadılar. Ardından RP ve DYP, 54. hükümeti kurdular. RP, solun seçenek olarak kendisini ortaya koyamadığı koşullarda muhafazakâr taşra zenginlerinden, esnaftan, orta sınıf muhafazakâr kesimden ve yoksul işçi sınıfının bir kesiminden destek aldı. Aslında sermaye programından başka bir önerisi yoktu. Ama görüntüdeki batı karşıtlığı ve İslamcılığın gündelik yaşama dönük birtakım hamleleri, en başından beri pek çok kesimi rahatsız etti.

90’lı yıllarda İslamcı sermaye grupları yükselmiş, TÜSİAD’ın karşısında MÜSİAD (rakip sayılamasa bile rakip adayı olarak) yer almaya başlamıştı. Diğer yandan sermaye fraksiyonları arası rekabeti yalnızca geleneksel sermaye – İslamcı sermaye olarak görmemek gerekir. 90’lar boyunca adları aynı zamanda türlü yolsuzluklarla anılan DYP ve ANAP’ın aynı anda var olmasının nedeni burada bulunabilir.

3 Kasım 1996’da Susurluk’taki kazayla ifşa olan ilişkiler ise “devlet-mafya-siyaset” diye kodlanan düzen gerçeğini gözler önüne seriyordu. Refahyol hükümetinin yükselen toplumsal tepkiye verdiği karşılıklar ise hafızalardan hiç silinmedi. Erbakan “gulu gulu dansı yapıyorlar”, Adalet Bakanı Şevket Kazan ışık söndürme eylemlerine dair “mum söndü oynuyorlar” diyordu. Yükselen halk muhalefeti ise düzeni ve onun güncel hali Refahyol hükümetini hedefe koyuyordu.

Bu ortam içerisinde 28 Şubat’a doğru yaşanan bazı hadiseleri anımsayalım: Başbakan Necmettin Erbakan, ilk ziyaretini İran’a yaptı. Ardından Mısır, Libya ve Nijerya’yı ziyaret etti. Libya’da, Kaddafi’nin çadırında dönen muhabbetlerin koparttığı fırtınayı hatırlayanlar çoktur. Buna yakın bir tarihte Ankara’da, Kocatepe Camii’nde Aczmendilerin “şeriat isteriz” sloganlarıyla yaptıkları şov yine hatırlanan simgesel hadiselerdendir. Erbakan Ocak 1997’de başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. Bunlar yaşanırken 22 Ocak’ta Gölcükte yüksek rütbeli subaylar, “irticanın iktidarda olduğu” vurgusunu öne çıkaran bir toplantı yaptı. 97 Ocak ayının son günlerinde meşhur “Sincan Gecesi” yaşandı. Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs Gecesi’nde, cihat çağrısı yapan bir tiyatro oyunu sergilendi. Ardından belediye başkanı Bekir Yıldız tutuklandı. Bu arada Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan’a uyarı mektubu gönderdi. Yüksek rütbeli subaylar ise açıklamalarıyla hükümeti hedef alarak “irtica PKK’dan daha tehlikeli” diyorlardı.

Takvimler Şubat’ın 28’ini gösterdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli Milli Güvenlik Kurulu toplantılarından birisi başladı. Uzun toplantının sonucunda hükümeti o an değilse de kısa vadede düşürecek kararlar açıklandı. Kararlarda laiklik için yasaların uygulanması, tarikatlara bağlı okulların denetlenmesi gerektiği, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, tarikatların kapatılması gerektiği vurgulanıyor; ordudan atılanları savunan medyanın kontrol altına alınması, kılık kıyafet kanununa uyulması, Atatürk aleyhindeki eylemlerin cezalandırılmasına dair maddeler sıralanıyordu.

Erbakan önce metni imzalamadı, ancak pasif direnişi 5 Mart’a kadar sürdü. Ancak kararları uygulama konusunda ayak sürüyünce koalisyonun dağılma süreci hızlandı. Erbakan metni imzalayıp imzalamadığı noktasında çok konuşmadı. Bu Milli Görüş hareketinin direncini göstermesi açısından önemli bir ayrıntı olsa gerek.

28 Şubat’ın ardından ordu “irtica brifingleri” vermeye başladı. Yüksek rütbeli komutanlar, yaptıkları konuşmalarda bazen kendilerini tutamadı; Erbakan’a yönelik “pezevenk” diyen bile oldu. Refahyol hükümeti hakkındaki gensorunun altı oyla reddedilmesinden bir gün sonra 21 Mayıs 1997’de dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş “ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” ve “laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline gelmesi” gerekçeleriyle Refah Partisi hakkında kapatma davası açtı. Bu arada Genelkurmay, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi üyelerine irtica hakkında brifing verdi. İrticayı desteklediğini söylediği şirketlere ambargo koydu. Genelkurmay başka bir brifingde “irticaya karşı gerekirse silah kullanılacağını” söylüyordu.

Sürecin ve özellikle bu açıklamanın etkisiyle çözülmeler başladı, DYP’den istifa eden vekiller ve bakanlar oldu. Erbakan 18 Haziran’da başbakanlığı Çiller’e devretme amacıyla istifa ettiğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Demirel ise hükümet kurma görevini DYP liderine değil ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Mesut Yılmaz’ın liderliğinde Bülent Ecevit ve DYP’den kopanların kurduğu DTP’nin genel başkanı Hüsamettin Cindoruk işbirliği ile kurulan Anasol-D hükümeti 28 Şubat kararlarını uygulama amacı güttü. Bu arada varlığı-yokluğu dâhil her şeyi çok tartışılan Batı Çalışma Grubu bu çalışmaları takip etmek için kuruldu. Bu yapının 6 milyon kişiyi fişlediği çok kere yazıldı.

1998 yılı ise Refah Partisi’nin “laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri” gerekçesiyle kapatılmasıyla başladı.

DARBE Mİ? POSTMODERN DARBE Mİ? DEMOKRASİYE BALANS AYARI MI?

Darbeler, emperyalist kapitalist sistemde krizi çözmek için başvurduğu yöntemlerden birisidir. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, 12 Mart, 12 Eylül böyle süreçlerde gerçekleştirildi. Darbelerin devamında ülkeler yollarına ya askeri diktatörlükle devam etti ya da ülkemizdeki gibi içselleşen darbe hukuku, seçimlerle yürüyen “demokrasiyle” sürdürüldü.

28 Şubat ise bildiğimiz türden darbeler gibi yapılmadı. TSK siyaseti, YÖK’ü, Cumhurbaşkanı’nı, pek çok sivil kuruluşu, medyayı hizaya dizdi ve yönetti. Sincan’ı saymazsak caddelerde tanklar gezmedi, kitlesel tutuklamalar olmadı. İdamlar, 12 Eylül benzeri işkenceler yapılmadı. Ama bunların olmayışı 28 Şubat’ın askeri müdahale olduğu gerçeğini değiştirmez.

Malum olunduğu üzere büyük sermaye, sınıfsal çıkarları gereği, bu müdahaleyi açıktan destekledi. Milli Görüş siyaseti, Avrupa Birliği yerine Müslüman ülkelerle ekonomik siyasi işbirliğini, AB’nin karşısında “Müslümanların D8’i” gibi söylemleri dillendiriyordu. TÜSİAD, TOBB, TİSK, TESK gibi örgütler bu tür maceralara asla taraf değildi.

28 Şubat’ın sonuçlarından biri de toplumsal muhalefetin etkisizleşmesidir. 90’lı yılların kirli savaş siyasetine rağmen ezilmeyen, Susurluk’la ortaya çıkan sistem gerçeğine karşı halkın öfkesini yükselten sol, halkın düzen içi kutuplaşmaya taraf olmasına engel olamadı ve etkisizleşti.

Darbelerin, askeri müdahalelerin söylem ve metinleri halka dönük yazılır. 12 Eylül nasıl “kardeş kavgasını bitirmek için” yapıldıysa, 28 Şubat da tehlikede olan “laikliği korumak” için yapılıyordu. Laikliğin tehlikede olduğu bir gerçekti fakat gericiliğe karşı halk mı korunmak istiyordu?

Kısacası, 28 Şubat 12 Eylül düzeniyle şekillenen, 90’larda PKK’yla mücadele içerisinde dönüşüm yaşamış ordunun askeri müdahalesiydi. Atılan taşla birkaç kuş vuruluyordu. TÜSİAD sermayesinin endişeleri gideriliyor, neoliberal dönüşüme göre budanması gereken Milli Görüş budamaya tabi tutuluyor, kendi yaşam kavgasını vermesi gereken halk da bu düzen içi kutuplaşmanın tarafı haline getiriliyordu. Toplumsal yaşamdan eğitime, işçi sınıfının hak arama mücadelesinden kadınların özgürlük mücadelelerine kadar hayatın hemen her alanının temel meselesi laiklik, rejimi, devleti koruyan laiklik olarak tekrar manipüle ediliyordu.

“AKP İKTİDARI 28 ŞUBAT’IN ÜRÜNÜDÜR”

Ara başlıktaki ifade 2000’li yılların başında HAS Parti Genel Başkanı olduğu zamanlarda konuyla ilgili konuşan bugünkü TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a ait. Sürecin ilerleyişi Kurtulmuş’u doğruluyor. 28 Şubat’ın ardından kurulan Anasol-D hükümetinin tek işlevi askeri müdahalenin aldığı kararları uygulamak oldu. Bunun dışında pek bir şey yapamadan dağıldı. 1999 seçimleri Öcalan’ın yakalanmasının yarattığı atmosfer ve ekonomik istikrar beklentisiyle gerçekleşti. Elde Ecevit ve Bahçeli liderliğindeki MHP seçeneği vardı, seçimlerden onlar galip çıktılar. Kurulan DSP-MHP-ANAP hükümetinin sermayenin istikrarlı neoliberal program isteğini hayata geçirme kapasitenin olmadığı bugünden bakıldığında daha kolay anlaşılıyor. Bununla birlikte Marmara Depremi, hükümet içi uyumsuzluk, Ecevit’in sağlığı, ekonominin girdiği kriz bu kapasitesizlikle yan yana gelince Anayasa fırlatmalı, yazarkasa atmalı hadiseler yaşandı.

2001 krizi sonrası, sermaye sınıfının en büyük isteği, neoliberal politikaları istikrarla yürütecek, uluslararası sermayeyle eklemlenme sürecini hızlandıracak bir hükümet ihtiyacıydı. Burada şu soruyu sormak anlamlı olacaktır: 28 Şubat İslamcı siyaseti tasfiye mi etmiştir? Elbette 20 yıllık AKP iktidarının ardından bu sorunun cevabı “hayır” oluyor. Tasfiye edilen Siyasal İslam’ın kapitalizme tam uyum göstermeyen hâkim unsurlarıydı. Daha sonra Milli Görüş gömleğini çıkarttığını söyleyen Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına büyük sermaye itiraz etmiyor, aksine arkasına aldığı rüzgarla ilerlemesinin önünü açıyordu. 28 Şubat’ta ordunun yanında dizilen sermaye sınıfı yeni bir dönem için AKP’nin arkasında hizalanıyordu.

Bilindiği gibi 28 Şubat sonrasında Tayyip Erdoğan da siyasi yasaklı oldu, hatta kısa bir süre hapse de girdi. Yükselişinde bu mağduriyetlerin yarattığı sermayeden uzun süre faydalandı. Diğer yandan kanunlara attırılan taklalarla yasağının sonlanması, şahsına özel seçimle vekil seçilmesi ve Deniz Baykal’ın bu meseledeki ön açıcı rolü egemenlerin, devlet sahiplerinin, AKP konusundaki tavrını da açıklıyor.

Emperyalist kapitalist sistemin, ABD ve AB’nin AKP’ye yaklaşımı ise bilinen bir başka gerçek.

Sonrası yaşadığımız nerdeyse çeyrek yüz yıllık zaman…