100 yılı geride bırakırken… Eşitlikçi, laik, demokratik, insanca yaşadığımız bir cumhuriyet ancak solla kazanılabilir

AKP iktidarı ise seçim de dâhil olmak üzere “Türkiye yüzyılı” sloganıyla 100. yılı değerlendirmek istiyordu. İslamcı kitleler şimdi yeni bir yüzyılın “lider Erdoğan’la” başlamasının sevincini yaşayabilirdi.

Dünyanın hemen her yerinde ülkelerin kurtuluş, kuruluş gibi yıldönümleri resmi ve gayri resmi şekillerle kutlanır. Bu kutlamalar dönemin siyasal atmosferini yansıtır, iktidarda olanlar siyasal amaçları doğrultusunda böyle günleri değerlendirmeye çalışır. Üç çeyrek yüzyıla denk gelen 75. yılda lise öğrencisiydim. Bir önceki yıl yaşanan 28 Şubat süreci 75. yıl kutlamalarına ana rengini veriyordu. “Türkiye laikti, hep de öyle kalacaktı!”

100. yılın diğerlerine nazaran çok daha fazla coşkulu kutlanması, bu vesileyle cumhuriyetin bir asırlık bakiyesinin herkes tarafından tartışılması çok doğal bir hal olurdu. Bana kalırsa 100. yılın arifesi olarak 99. yılda cumhuriyet bu yıla göre çok daha fazla konuşulan bir konuydu. AKP karşısındaki kesimlerin büyük çoğunluğu seçim sonucunda olası iktidar değişikliği için umutluydu. Cumhuriyetin oldukça silikleşen erdemlerinin tekrar geri kazanılabildiği bir dönemin kapıları açılabilirdi. Sosyalistler kendi aralarında bile anlaşamadıkları cumhuriyet tartışmalarında belki de geleceğimizin inşası perspektifiyle birbirlerine yaklaşabilirlerdi.

AKP iktidarı ise seçim de dâhil olmak üzere “Türkiye yüzyılı” sloganıyla 100. yılı değerlendirmek istiyordu. İslamcı kitleler şimdi yeni bir yüzyılın “lider Erdoğan’la” başlamasının sevincini yaşayabilirdi.

100. yılın bahsettiğimiz taraflarca değerlendirilemediğini söyleyebiliriz. Muhalefetin bütün kesimleri için seçim sonrası ortaya çıkan moralsizlik hali sürüyor. İstanbul başta olmak üzere CHP’li belediyeler “bayraksız ev kalmasın” gibi çağrılar yaptı, meydan konserleri düzenleniyor. Fakat politik bir iddia, kaybedilenleri kazanmak için ne yapılacağına dair bir söylem öne çıkmıyor.

İktidar eskiden beri böyle günleri kutlamaya gönülsüz davranıyor. İslamcı kitlelerin cumhuriyetle olan duygusal ilişkisi ve bağı AKP iktidarının 20 yıldan fazla zamandır iktidarda olmasına rağmen çok da değişmedi. Tayyip Erdoğan 2018 yılında Abdülhamid’in anmasında yaptığı konuşmada şöyle diyordu; “Şayet Abdülhamid Han’ın başlattığı terakki, yani ilerleme faaliyetleri aynı hızla devam etmiş olsaydı, inanın bana bugün Türkiye çok farklı bir yerde olurdu.”[i]

Necip Fazıl’ın izinden giderek yapılmış bu değerlendirme elbette cumhuriyet konuşulurken sıralanan demokrasi, laiklik, halk egemenliği, evrensel hukuk gibi temel kavramlarla zıt bir yerde duruyor. Sonuçta iktidar istikrarını 100. yılda da bozmuyor ve 29 Ekim’in bir gün öncesinde Filistin mitingi yapmakta iktidar bir beis görmüyor.

Velhasıl cumhuriyetin 100. yılını eşitlik, laiklik, demokrasi gibi değerleri sahiplenen kitlelerin mutsuz oldukları, her koşulda iktidarın yanında yer alanların da mutlu olmadıkları bir atmosferde yaşıyoruz.

Vaziyetimiz malum, sırtımızda her geçen gün ağırlaşan bir ekonomik yükle hayatta kalmaya çalışıyoruz. “Yüzyılın felaketi” diyerek sorumluluğu üstlerine almadıkları depremle şehirlerimiz yıkıldı, on binlerce insanımızı kaybettik. Deprem şehirlerinin yaraları sarılmadı ve sarılacağına dair umutlu değiliz.

100. yılda cumhuriyete atfedilen temel esaslara dair ne söyleyebiliriz. Laik bir ülkede mi yaşıyoruz? Tasada, kıvançta ve sevinçte kenetlenebilen, birlikte ağlayıp, birlikte gülen, bir arada yaşama kültürünü kazanmış bir ülkeden söz edebilir miyiz? Kadınların hakları, toplumsal hayata katılımları, cinsiyet eşitliği konusunda geriye doğru gidişimiz sürüyor. Çözülemeyen ne kadar sorunumuz varsa 100. yılda kronik bir hale gelmiş şekilde önümüzde duruyor. “Halkın ekmeğidir” denilen adaletin gerçekten var olduğuna kimi inandırabilirsiniz? Çocukların güvende olduğu, gençlerin geleceklerinden endişe etmediği bir ülkede mi yaşıyoruz? 100 yıl önce Dünya savaşının büyük yıkımının ardından kurulan bir ülkede “yurtta sulh, cihanda sulh” düsturuyla hareket edilirken bugün bizi yönetenlerin dış siyasetteki hali nedir? Hâsılı elimizde ne vardı, şimdi ne kaldı gibi sorular sormadan cumhuriyete dair ne söylenebilir?

İktidarın tarihsel olarak kazanılmış ne varsa ortadan kaldırmak için kat ettiği mesafe ortada. Fakat nesnel olarak bir tarihsel ilerleme olarak değerlendirebileceğimiz cumhuriyetin kazandırdıklarının kaybedilmesinin sorumluluğu sadece son yirmi yıla, AKP’ye yıkılarak işin içinden çıkılabilir mi? Bunun için öncesinden başlayarak 1923’ten bugüne bütün tarihin değerlendirilmesi gerekir. Bu değerlendirmeyi yapmayı en çok da cumhuriyeti sahiplenenler yapmalıdır. Şüphesiz böyle bir değerlendirme bu yazının sınırlarını aşar. Ama bazı noktalara değinmek mümkündür.

SOLLA KAVGALI 100 YIL

Bizde “cumhur” kavramından söz edeceksek Tanzimat’a, Yeni Osmanlılara kadar uzanırız. Şüphesiz 1923’ün ön adımı 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’tir. 1908 Devrimi’nin ilkeleri sonrasındaki süreçte tesis edilememiş, Dünya Savaşı’yla Osmanlı Devleti dağılmış, sonrasında Anadolu işgal edilmiştir. Kurtuluş Savaşı aynı zamanda yeni kurulacak ülkenin siyasi inisiyatifinin oluşması sürecidir, 1923’te cumhuriyetin ilanıyla yeni dönemin kapıları açılmıştır. Cumhuriyet Osmanlı’nın bir başka biçimde sürmesi değil, reddedilmesidir. Saltanata son verilmiş, halifelik kaldırılmıştır. Laikliğin kabulü, medeni kanunun kabulü, harf devrimi, eğitimin birleştirilmesi gibi radikal değişimlerle, modern kapitalist bir ülke kurmak için önemli adımlar atılmıştır.

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda dünyada yükselen devrim dalgası çok kuvvetlidir. 1917 Sovyet Devrimi bizim ülkemizin bağımsızlığı kazanması açısından da kritik öneme sahiptir. Kurucu inisiyatifin tercihi batılı kapitalist kampta yer almaktır. Bu yüzden modernleşmenin sınırı çok kalın bir çizgiyle sınırlandırılmıştır. Hakların, özgürlüklerin sosyalizme doğru ilerlemesinin önü en baştan kesilir. İddia ülkemizde ayrı sınıfların olmadığı, olamayacağıdır. Dolayısıyla patronlara karşı işçileri, ağalara karşı topraksız köylüleri savunmak sınıf siyasetidir ve sınıf siyaseti yapmak yasaktır. Bununla birlikte kapitalizmin antikomünist siyaseti ve bu siyasetin söylemleri hızla tedavüle sokulur. Kurtuluş Savaşı yıllarında komünistler tasfiye edilmiştir, cumhuriyetin ilk yıllarında baskı siyaseti sürer. Buna rağmen sosyalistler var olmayı başarır ama başlarını kaldırmalarına müsaade yoktur. Örneğin Osmanlının son döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında doğan, “40 kuşağı şairleri” olarak anılan, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ahmet Arif gibi şairlerin de içinde yer aldığı kuşak sola dönük baskılarda işkenceler görür, bazıları onlarca yıl ceza alır. Nazım Hikmet bu baskının sonucu olarak yurdundan olur. Sabahattin Ali faili meçhul bir cinayetle katledilir. Hâlbuki bu isimlerin her biri bugün cumhuriyet döneminin değerleri olarak anılıyor. İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan zaman dilimi bir yandan yukarıda saydığımız nesnel tarihsel ilerlemeyle solu baskılama siyasetinin iç içe geçtiği bir dönemdir.

2. Dünya Savaşı yıllarından başlamak üzere dış politikada artık denge siyaseti yerini tek taraflı bir siyasete bırakır. Soğuk Savaş yıllarında ABD öncülüğündeki emperyalist kapitalist kampta Türkiye’ye biçilen misyon “ileri karakol” olmaktır. Bundan sonrasında devlet politikasında bağımsızlıktan, kamuculuktan söz etmek mümkün olmayacaktır. Laiklik politikaları konusunda 40’lardan beri tavizler verilmiş, epey geri adım atılmıştır. Köy Enstitüleri daha CHP iktidardayken kapatılmış, Dünya Klasiklerini ülkeye kazandıran Hasan Ali Yücel neredeyse istenmeyen adam ilan edilmiştir. DP’nin ilk yaptığı işlerden biri yurttaşlık bilincini geliştirmek için kurulan halkın eğitim örgütü Halkevleri’ni kapatmaktır. Bundan sonra İslamcılığın palazlanması çok özel bir politika olarak sürecektir. ABD, NATO üslerinin kurulması, gericiliğin örgütlenmesi, kontrgerillanın kurumsallaşması dönemin karşı devrimci adımlarıdır. Antikomünizm ve solun baskılanması siyaseti ise profesyonelce bu kurumsallaşma içinde ele alınır. 1951 Tevkifatı sosyalistlere yönelik işkenceler, uzun yıllar süren hapisler ve sürgünlerle sonuçlanan büyük bir baskı harekâtıdır.

1960’lara kadar sürekli baskı altında tutulan solun 1961 Anayasası’nın da etkisiyle toplumsallaşma olanakları artmıştır. Kırdan kente göçlerle şehirlerle birlikte işçi sınıfı da büyümüştür. 60’ların başında TİP, sonrasında DİSK kurulur. 68’le birlikte gençlik hareketi sıçrar ve devrimci harekete dönüşür. Gençlik işçi sınıfıyla ve köylülerle bir araya gelir. Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist yönü, cumhuriyetin kazandırdıkları memleketi teslim alan karşı devrimci sürece karşı solun yükselişinin ilk döneminin kuvvetli vurgularıdır. Sosyalist hareket tarihsel kazanımların hepsine sahip çıkar ama bunlarla sınırlı kalmaz.

Rejimin solla kavgası sürüyordur, “tehlike” bertaraf edilmelidir. Sol büyük bir baskı ve terörle ezilmek istenir. 12 Mart darbesi bu amaçla yapılır. Bu dönem aynı zamanda bürokrasi ve ordu içindeki sol unsurların tasfiye edildiği bir süreçtir. Buna rağmen sol 70’lerin ortasına doğru büyük bir kitleselliğe ulaşır. Faşist hareketle engellenemeyen toplumsal muhalefeti ezmek için ordu daha kapsamlı bir plan ve harekâtla devreye girer. 1980 darbesi çok daha kapsamlı bir planla solu sadece bastırmak için değil tamamen yok etmek için yapılır. Aynı zamanda kapitalist sistemin yeni döneminin yani neoliberalizmin ihtiyaçları darbeyle karşılanacaktır. Türk İslam Sentezi rejimi toplumu dincilik ve milliyetçilikle teslim almanın ideolojisidir. Antikomünizm doludizgin sürecektir.

80 sonrası Atatürk adını kendilerine maske yapan darbeciler cumhuriyete dair ilerici anlam taşıyan ne varsa içini boşalttılar. 60’lı 70’li yıllarda toplumda hâkim olan yurttaşlık bilinci, haklarına sahip çıkma, dayanışma gibi özellikleri toplum kaybetmesi için çok uğraşıldı. Özal’ın hem şahsı hem de başında bulunduğu hükümetler köşe dönmeciliği, bencilliği vazettiler.

Öte yandan 80’lerin ortasından başlamak üzere 90’lı yıllar Kürt meselesinin artık geri dönülemez bir biçimde çatışma düzlemine çıktığı bir dönem oldu. Soğuk Savaşın bitimiyle birçok ülkede tasfiye edilen kontrgerilla yapılanmaları ve 12 Eylülvari kurumsallaşmalar bizim ülkemizde sol düşmanlığı baki kalmak kaydıyla kendini Kürt Sorunu ekseninde yeniledi. Kirli savaş, faili meçhuller, her türlü hak arama mücadelesine dönük saldırganlık 90’lı yılların öne çıkan devlet politikası oldu.

Siyasal İslam böyle bir atmosferde büyüyor önce yerel seçimleri kazanıyor daha sonra da hükümetin büyük ortağı oluyordu. 90’lı yılların istikrarsız hükümetleri aynı zamanda egemenler arası gerilimleri büyütürken 28 Şubat hamlesiyle rejime “balans ayarı” yapılıyor, bir İslamcı çizginin önü kesilirken aynı çizgiden evrilecek bir başka hareketin zemini hazırlanmış oluyordu.

Cumhuriyeti sahiplenen kitlelerin büyük bölümü bu saflaşmada egemen kliklerden birine yedekleniyordu. Peki, bir nevi 12 Eylülün bir nevi devamı olan anlayış sahipleri halkı, toplumsal yaşamı gericilikten korumayı sağlayan gerçek bir laikliği mi savunuyorlardı? Söz konusu olan devletin ve devletlilerin konumlarının korunmasıydı.

Birkaç yıl sonra ise bu defa çok daha kapsamlı bir dönüşüm hedefiyle AKP iktidar oldu ve ülkemizi yönetmeye devam ediyor. Artık cumhuriyet sonrası yapılan birikimlerden, memleketin alın teriyle kurulan fabrikalardan, kamusal değerlerden ve haklardan söz etmek mümkün değil. Yurttaşlıktan, haklardan, laiklikten bahsedemeyeceğimiz gibi meclisin işlevine dair de pek bir şey söyleyemeyeceğimiz bir haldeyiz.

SOL YOKSA EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, DEMOKRASİ, BARIŞ ve LAİKLİK OLMAZ

Yok edilmek, toplumsal yaşamdan silinmek için iftiradan baskıya, işkencelerden hapislere, katliamlara kadar her türlü saldırıya maruz kalan sol cumhuriyetin 100 yıllık öyküsünde hayati bir öneme sahip.

İşçi sınıfının, emekçilerin, halkın kazandığı her hakta solun büyük katkısı ve emeği var. Biriktirilen ne kadar güzellik varsa solun, sol fikirlerin katkısıyla yaratılabilmişlerdir. Kültürel hayatımız, edebiyat, müzik, sinema, tiyatro, sanatın her bir dalı sol fikirlerden beslenmiştir. Sol geçtiğimiz yüz yılda hayatın olduğu her yerde etkisini gösterdi, insana dair her şeye rengini verdi.

Solun yükseldiği dönemleri anarşinin, çatışmaların yükselmesi olarak anlatmak rejimin en bilinen antikomünist taktiğidir. Hâlbuki sınıf mücadelelerinin penceresinden bakanlar görecektir ki sol dalga ne zaman yükselmişse toplumsal ilerleme hızlanmıştır. Yalnızca siyaset değil hayatın her alanı canlanmıştır. Halk egemenliğinin, demokrasinin toplumda yaygınlaşması, laikliğin var olan kazanımlarının korunması, halkın yurttaşlık bilinci kazanması özellikle 60’lardan bugüne devlet politikasından çok ve aynı zamanda devlete karşı sol sayesinde olmuştur.

Tüm bunlara rağmen sol ülkenin kaderini belirleyemediğinde, ya da en azından o kararların verildiği masada olmadığında ne yazık ki yaşadığımız memleket manzarası ortaya çıkıyor. Halkın bütün kesimleri sermaye karşısında korumasız kalıyor. Ülkenin bütün sorunları kronikleşiyor, demokrasiden, adaletten, özgürlükten, laikten, kadınların haklarından söz etmek mümkün olmuyor.

Eğer cumhuriyet sembollerden, ritüellerden, marşlardan ve nostaljiden ibaret değilse onun gerçek anlamına kavuşacağı ilkelerin tesisi için mücadele etmenin yolları 100. yılda en fazla konuşmamız gereken şey olmalı.

Halk egemenliğinin, eşit yurttaşlığın, demokrasinin, gerçek bir laikliğin tesis edildiği; ekmeği ve özgürlüğü bölüştüğümüz, tasada ve sevinçte bir olabildiğimiz bir ülkeyi kurmak solun politikalarıyla ve ilkeleriyle mümkün olabilir.

Demokrasi, barış, eşitlik, kardeşlik, özgürlük, laiklik ve insanca yaşam talebi ve özlemiyle 29 Ekim’i kutlayanların Cumhuriyet Bayramını kutlarım…


[i] https://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/90385/vefatinin-100-yilinda-sultan-abdulhamidi-anlamak-konulu-konferansta-yaptiklari-konusma