Aklın Batıl ile Savaşı ve 'Korona Virüs'

Tüm dünya olarak şu hedef gözetmeyen berbat korona virüs ile can pazarında hep birlikte her tarafta boğuşurken, önemli bir tartışma konusu özellikle...

Tüm dünya olarak şu hedef gözetmeyen berbat korona virüs ile can pazarında hep birlikte her tarafta boğuşurken, önemli bir tartışma konusu özellikle dikkatimizi çekmeye başladı; Bilim, Felsefe, Din ve Batıl…

Bugün sizce şu can pazarında hangisi/ hangileri en çok can kurtarıyor? Hangisine daha çok sarılmalıyız? Bu bizce de ilginç konuyu aşağıda biraz olsun analiz etmek istedik…

Atatürk’ün başucu kitaplığında yer alan, onun okudukça çağdaş düşünce yapısına katkı sağlayan, ancak günümüzde her kesimin kendi tarafına çekmeye çalıştığı önemli gazeteci yazar ve geleneği sorgulayan modernist düşünürlerden olan, Şehbender zade Filibeli Ahmet Hilmi (1865-1914) batılı anlamda ilk üniversitemiz olan Darülfünun ’da felsefe dersleri vermiş bir Osmanlı İmparatorluğu aydınıdır. Aynı dönemde devrin önemli figürleriyle birlikte bu çatı altında bulunmuştur[1]. Baskı devrinin aydınlarından birisi olarak doğal olarak siyasetle de ilgilenmiştir. Fikirlerinden dolayı Padişah Sultan Abdülhamit döneminde Fizan’a sürgün edilmiş, tek başına gazeteler çıkarmış açık fikirli muhalif bir yol takip etmiştir. Galatasaray Liselidir. İslâm medeniyetindeki kültür ve düşünce hareketleri ile sorunlarını ele aldığı iki ciltlik İslam Tarihi dahil, çok sayıda eseri günümüz Türkçesine çevrilmiştir.

Ondan bu günlere devrolan eserlerinden birisi olan “Üss-i İslam/ İslam İnanç Esasları” nda Filibeli; “Bilim, Felsefe ve Din; Bunlar kuşkusuz insanlığın gerek duyduğu, hatta muhtaç olduğu üç çeşit ihtiyaçtır. Birincisi ile (Bilim) geçim ve merakını, İkincisi ile (Felsefe) aklını ve Üçüncüsü ile de (Din) ruh ve kalbini besler. Bunlardan birini inkâr, insan tabiatının ihtiyaçlarını anlamamaktan doğan bir hastalıktır… Bugün (1900’lerin başları) küçük bir aşırı topluluk hariç tutulursa, ‘bilim felsefe ve din adamlarının’ hemen hepsi kendilerine mahsus sahaların var olduğunu, hiçbirisi için diğerlerinin feda edilemeyeceğini, her üçünün de insanın temel ihtiyaçlarından olduğunu kabul ve itiraf etmektedir. Hakikat ve orta yol budur…” diye yazmış…

Buna okur olarak katılır veya katılmazsınız, bilemeyiz… Ama kuşkusuz Filibeli Ahmet Hilmi yüzyıl önce bu bitmez tükenmez çok önemli tartışmada “uzlaşmacı” görünüyor ve de pragmatist bir bakış açısıyla “İnsanın ihtiyaçları” perspektifinden konuya yaklaşıyor …

Bizce de insan denilen düşünebilen müthiş varlık için “bilim-felsefe-din” olarak her üçünün de özel değeri ve veya anlamı var. Ancak bu genel tartışmaya biz günümüzde yaşananları da dikkate aldığımızda “cehaleti yani batılı” da eklemeyi düşündük. Zira “Batıl olanı savunan cehalet ve cahil cesareti de”, insanlık için kuşkusuz süregelen bir olgu ve bu kıt bakış, galiba en çok da inançları çarpıtmak suretiyle pişkince, “dinlerden” besleniyor…

Birincisiyle başlayalım; mesela günümüzde “Bilimin” alanları, yani tarih, coğrafya gibi sosyal bilimler, fizik kimya matematik gibi pozitif fen bilimleri olmasaydı, yaşamımız ya da çağdaş uygarlık da bizce var olamazdı. Genel yazın da bazen tartışmalı olsa da özellikle istatistiğe azami yer veren ekonomiyi de “bilime” dahil etmek bizce de çok makul görünüyor.

Aklı öne koyan insanoğlunu bugüne taşıyan o sayısız deneyler, laboratuvarlarda geçen merak dolu saatler, akademik tezler, deneyler, bilimsel yazın, istatistikler, onca “alın teri ve emek” ne kadar da mukaddesmiş değil mi? Aklı başında olan her insan, özellikle de böyle kritik zamanlarda “bilimin” değerini çok daha iyi anlıyor. Zira net olarak görüyoruz ki mesela şu zor günlerde neredeyse bütün ekranlarda sadece tıp alimleri ve “bilim” insanları var… Aklı başında olan din adamları da herkes gibi ekranlara yapışmış bu programları izliyor olmalı…

Eğer ekrandaki şahıs, bir “bilim” insanı değilse orada hele kurnazca “iç siyaset amaçlı ahkam kesiyorsa” eminiz ki çoğunluk bu türlerin konuşmasını gereksiz bulup kanalı değiştiriyor. O bildik ekran gladyatörlerine artık hele bu aşamada hepimizin karnı tok (Ulusal Güvenlik Uzmanı ya da 'Gladyatör' , 15 Eylül 2019) …

İnsanoğlu özellikle de bu günlerde tam anlamıyla “doğru bilgiye” aç. Söz konusu “bilim adamları” ise ne yazık ki virüs ile ilgili istediğimiz o olumlu cevabı bir türlü veremiyorlar. Doğal olarak “kuşku ve merak” üzerine bina edilen “bilimin” doğası gereği, en azından rahatlayacağımız kesin bir tarihleri yok. Kurtarıcı bir çare ya da köklü deva için “Bilimin” henüz biraz zamana ihtiyacı olduğu da anlaşılıyor… Sabır…

Bize göre bu beklenmedik gidişatı tam öngöremeyen insanlık, “tıp bilimine” üstelik nesiller boyunca yeterli ve doğru yatırımlar yapılmamış olması sebebiyle oldukça hazırlıksız yakalandı. Ama yine de kendileriyle beraber hareket eden “bilimi” öne almış fedakâr kadrolarıyla tarihte de olduğu gibi hastanelerdeki doktorundan hemşiresine, laborantına, sağlıkçısına, destekleyen temizlik görevlilerine kadar tümü büyük bir ekip halinde Covid-19 ile mücadele kapsamında çalışıp didiniyor, doğruyu yapmaya çalışıyorlar.

Konunun uzmanı olan yerli yabancı doktorlar, akademisyenler on binlerce kilometrelik mesafeleri internet kanalıyla aşıp aralarında karşılıksız olarak yardımlaşarak, merak içinde, ekipleriyle birlikte sürekli yeni usulleri deniyorlar, gözlemler-deneyler yapıyorlar. İnsanoğluna ihtiyacı olan tedavilerin, aşıların, ilaçların üretebilmesi için gereken ellerindeki tüm bilgileri, istatistiksel verileri, inceleme sonuç raporlarını karşılık beklemeden paylaşıp duruyorlar. Hedef, virüs kaynaklı can kaybını azaltabilmek ve virüse karşı verilen mücadeleyi mutlaka kazanmak. Hatta bu insanların birçoğu bu uğurda kendi yaşamlarını dahi fedakârca riske atıyor.

Aslında tarih tekerrür ediyor; bugün insanlık yine yaklaşık yüz yıl önceki “İspanyol gribi” günlerindeki gibi hızla yayılan kötü bir virüsle karşı karşıya kaldı.

Ama artık iyice ortaya çıktı ki; geçen onca zamana rağmen dünya ve insanlık, tarihten ders alıp “insanı önceleyip” sağlık yatırımlarına, araştırmalara (Bilime) yeterince önem vermemiş ve de birkaç istisnası hariç “bilime- insana- doğaya” öncelik veren “siyasi iktidarlar” tarafından yönetilmemiş.

Dünya genelinde özellikle de son “birkaç asırdır” daha ziyade “insana ve refahına yönelik bilimi ıskalayan” pragmatist ve doktiriner siyasi demagoglar başa geldiler. “İnsanoğlunun çoğunluğu” böylece, başına taşıdığı bu tür dar bakışlı oportünist liderlerle üstelik sürekli “klasik realist güvenlik yaklaşımıyla” hareket etmeyi tercih etti. Yani korku-kuşku-güvensizlik duygularıyla, “içte hiyerarşik-dışta anarşik” ortam olduğunu düşünüp, devletlerin de tıpkı insanın tabiatındaki gibi böyle kaotik ortamlarda ulusal çıkarları doğrultusunda sürekli kapasite arttırarak “güç geliştirmesinin gerektiğini”; bu akış içinde de “çatışmanın kaçınılmazlığını (doğa kanunu)” iddia etti durdu insanoğlu. Devletlerin ulusal çıkarlarını maksimize etmesinin zorunlu olduğu ve her devletin de “kendi güvenliğini kendisinin sağlamasının” gerektiği de savunuldu.

Dünyaya sadece klasik realist pencereden bakan bütün bu çoğu eski kafalı liderler, “tehdit eğer açıksa karşı tarafı beklemeye bile gerek olmadığını (Self Help) ve böylesine anarşik bir ortada ‘tabiat kanununun’ geçerli olacağını, etik ya da moral değerlerin de anlamının olamayacağını” düşünerek, sürekli geliştirdikleri devasa güçlerini hızla mobilize ederek, sadece ve sadece “kendi ulusal çıkarlarını pişkince elde etmeye, zayıf olanı umarsızca sömürmeye ve de her yere burunlarını sokup yoksul insanları kurnazca kendi lehlerine mikro-milliyetçi bölücülüğe” doğru yönelttiler.

Yaşadığı dünyanın ve yaşamın değerini bir türlü tam bilemeyen “insanoğlu”; savaşlardan, sömürüden, kutuplaştırma ya da “böl parçala yönet” den ve çoğu iç siyasi çıkar çatışmalarından başka hiçbir barışçıl çabayı düşünemeyen, çoğu yönetim kapasitesi sınırlı bu yeni tür liderlerin peşine takıldı. Oluşan bu çoğu öngörüsüz ve kıt anlayışla bunlar “kendi insanının” refahını ve kalıcı barışı sürekli göz ardı ettiler, insan sağlığına yönelik “bilime” ise yeterince odaklanmadılar. Bunun için de çoğunlukla kendisinin yarattığı veya sebep olduğu rakip veya bir düşmana karşı, sürekli kuşku içinde sürdürdüğü “hırslı silahlanma yarışlarının, bitmeyen gerginliklerin, krizlerin, çatışmaların, savaşların” içinde boğulup gitti insanoğlu.

Üstelik dünyada süreç içinde teknolojik devrimle birlikte hele son zamanlarda bir anda çok farklı ve yepyeni savaş türleri de türedi. Belli ülkeler, tohum ve gıda savaşlarından, uluslararası hukuk savaşlarına, enerji havzaları-enerji nakil hatları-su kaynakları, değerli maden ve doğal kaynaklara ulaşma savaşlarına, asimetrik savaşlara, bilgi (INFO OPS) savaşlarına, savunma sanayilerine yönelik tekno-savaşlara, uzayı kullanma savaşlarına kadar, çok sayıda cephede aralarında kıyasıya mücadelelere giriştiler. “Kıt dünya kaynaklarını barış içinde dikkatli ve hakça paylaşmak, bölüştürmek, dünyaya yönelik çok çeşitli doğal tehditlere karşı birlikte çalışmak, refahı yakalamak” akıllarına bile gelmedi…

Büyük denilen bu ülkelerle onların sadakatle peşine takılan diğer ülkeler, “Bilimi” neredeyse tümüyle bu tehlikeli istikametlerde kullanarak; mesela silahlanma yarışına, sinsi biyolojik-kimyasal silahlara, öldürücü yeni tanklara-toplara-füzelere, insansız hava araçlarına-dronlara, nükleer silahlara, son teknolojiyle hedefi bulan yarasa benzeri görünmeyen jetlere- ölüm yağdıran dev bombardıman uçaklarına, öldüren namlulu robotlara vs. “olması gerekenden çok daha fazla” kaynak ayırdılar. Buldukları bilimsel değeri olan mesela yaşamsal bir aşıdan-ilaçtan değil de daha ziyade; tören geçişlerinde, TV haberlerinde ve dizilerinde, çok bütçeli yumuşak güç (soft power) maksatlı filmlerde, kısa propaganda videolarında, halklarına da gösterdikleri devasa füzelerinden-sofistike silahlarından gurur duydular… İnsanlığı da sürekli bu yaklaşıma kilitlediler.

Aslında insanoğlu kendi seçip yücelttiği “anti demokratik yüz karası rejimler” vasıtasıyla; mesela 20’nci yüzyılın ortasında o kadar kontrolden çıktı ki, doğal kaynakların peşinde “Üstün Irk-Hayat Sahası-Bizim Akdeniz vs…” çığlıkları atarak dünyayı defalarca kana buladı, umut dolu o genç nesilleri siperlerde, denizlerde, kar fırtınalarında yok etti.

Günümüzde ise büyük güçler, yine dünya hakimiyeti iddiasıyla “üstünlerin hukukunu” herkese kabul ettirmek istemeye farklı şekillerde de olsa devam ettiler. Orta büyüklükteki ülkeler ise çeşitli kaygılarla çoğunlukla egemen güçlerin peşine takıldılar (Bandwagoning). Tarihten ders almayan bazıları da fırsatçı kurnaz taktiklerle bazı devletleri de arkalarına alarak arsızca haksız-hukuksuz kazanımlara yöneldiler…

Bunlar, diğerlerine jeo stratejik üstünlük sağlamak, coğrafyayı şekillendirmek, tepeden inme demokrasi getirmek, o ülkeyi yalnız bırakmak, himaye etmek, bölgesel güç odağı olmak, enerji kaynakları-hatlarında diğerine mutlak üstünlük kurmak, sadece bizim dinimiz-mezhebimiz önemli vs. diyerek, ülkelerdeki iyi kötü yürüyen kurulu düzenleri-değerleri, küreselleşme maskesine de sığınıp şok edici bir hızla tümüyle alt üst ettiler. “Değişim için değişim” yapmak tuzağına da düştüler…

Bazen de teknoloji yoğun “profesyonel askeri güçleriyle” dehşet saçarak bizzat “coğrafyayı değiştirme-şekillendirme-ele geçirme” gayreti içinde uzun yıllarca hiç rahat durmadılar... Yani dünyaya bu şekilde “rol model ülke” olmayı seçtiler.

AB bile var oluş nedeni olan “temel değerlerini” organizasyonun ulusal çıkarları söylemleriyle sürekli geriye itti, tam üyeleri arasındaki otokratik liderlere ve ülkelerine bile ses çıkartamadı. İnsan sağlığına yönelik “bilime” yeterince bütçe ayırmadı. Şimdi ise bu yüzden can pazarında, o da can çekişiyor. İngiltere birlikten ayrıldı….

Zaten büyük ülkeler, kıt kaynaklarla zar zor ayakta durdurulmaya çalışan uluslararası hukuku-hukukun üstünlüğünü--insanlık değerlerini-insan haklarını-demokrasiyi-ülkelerin egemenlik haklarını geçen süreçlerde umarsızca yok sayarak, çıkar odaklı kanlı savaşları-direkt/ en direkt müdahaleleri, ne yazık ki “insan sağlığına yönelik bilimsel araştırmalara” sürekli tercih ettiler.

Çevreye, hayvanlara, doğal dengeye karşı da hele şu yaşayıp gördüğümüz yarım asırlık dönemde son derece acımasız davrandı insanoğlu… Vahşi kapitalizmin katı savunucusu en başta ABD, İngiltere, İtalya, Fransa gibi büyük ülkelerin halkları, insana verdikleri değerle ve de gelişmişlikleriyle çağdaşlıkta tüm dünyaya örnek olacakları yerde, özel sermaye odaklı erişilmesi çok güç sağlık sigorta-hastane sistemleri ile, hele son on yıllarda acımasız bir rekabet anlayışı içinde kendi insanlarını bile içler acısı hallere düşürdüler. Şu sıralar oralardaki hastanelerde tam da bu durum yaşandı-yaşanıyor… Çin ve Rusya da ne bilimde ne de insanın özgürlük ve refahında rol model olamadı insanlığa… Yazık…

“Bilim ısrarla ve sürekli yanlış yönde kullanıldı, ‘insan sağlığı’ her daim ikinci plana atıldı” diyoruz. Buna ilaveten insanoğlu, kısıtlı doğal kaynaklarını azgınca har vurup harman savururken kalıcı barışı da hep hor gördü. Gelişmiş ülke toplumları şu son süreçte “savurgan bir tüketim toplumu olmak” girdabına da yenik düştüler. En sonunda da yanlış istikamette geliştirilen “Bilim”, gözle görülemeyen bir minik virüse karşı dahi insanlığı koruyamadı.

İnsanoğlu, “Bilim kurgu” senaryolu onlarca yaratıcı filmlerin-dizilerin öngörülü uyarılarına bile kulak asmadı. Çok az sayıdaki gerçek aydınların yaptığı uyarı mahiyetindeki cılız “bilimsel” raporlar-çıkışlar da devletleri “insan sağlığı, hijyen ve çevre” alanlarında harekete geçirmeye tam yetmedi.

Bu salgın ile Türkiye gibi çoğu devletler ise görüyoruz ki, bir anda (hiç değilse şu sıralar) mevcut küresel sermaye odaklı yönetim anlayışlarından 180 derece çark edip (belki de zorunlu olarak) “sosyal devlet anlayışına” doğru da büyük bir geri dönüş yapmak mecburiyetinde kalmaya başladılar. Öz kaynaklar, gelir durumu adaleti, “bilime dayalı” entansif tarım, yerli tohum, kendi kendine yeterlik, yerli malı, ARGE- patent sayısı, emeğin değeri gibi tanımlar eskiye kıyasla daha da fazla önem kazanıyor artık. Zira gerçekten de “Kral çıplak!”. Üstelik şu sıralar eğer geçkalınırsa veya büyük hatalar yapılırsa (tarım ve hayvancılık sektörleri acilen desteklenmezse) sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada zorlukların-belki de kıtlığın kapıda olduğu söyleniyor…

Bu günlerde; “sınırlarını kapatması için Çin’i uyarmakta çok geç kalsa da” mesela Dünya Sağlık Örgütünü (WHO) ve uyarılarını, “bilimsel” raporlarını aklı başında neredeyse herkes tanıyıp-okur oldu. Siz bakmayın Trump’a; çünkü kendisi, tüm insanlığı din dil ırk ayrımı gözetmeksizin birleştirebilen, bilimsel bilgi paylaşımlarını ilk ağızdan değerlendirip yorumlayabilen, WHO’yu bile ‘ABD’nin maddi desteğini kesmek’ tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor.

Böylece, bazı hataları da olsa bu mücadelede yaşamsal değeri olan uluslararası bir organizasyonu aklınca cezalandırarak, insanlığa karşı hata üstüne hata yapmaya devam ediyor. Adeta “Zücaciye dükkanındaki fil gibi” yine diplomasiden yoksun, sık sık sosyal medyayı da kullanarak her tarafı kırıp dökerek ülkesindeki zorlukların sorumluluğunu tümüyle iç siyaset hesapları içinde, üzerinden atmaya çalışıyor…

Keşke merhum Filibeli Ahmet Hilmi’nin yukarıda “insanın bir diğer ihtiyacıdır” dediği “felsefe” sözcüğünden Trump’ın hiç değilse biraz olsun haberi olsaydı da durumu sorgulayabilseydi… Aslında çağdaş toplumlar felsefeye değer verirler. Felsefe, sürekli sorgulayıcı özellikleriyle bilimsel düşüncenin de temellerinden birisidir. Aklı öne çıkarır; bu yüzden insanlığa yararlıdır. Peki acaba söz konusu “felsefe, filozoflar ve eserleri” geçmişten şu ana kadar ve veya korona virüs ile savaşta bugün, insanlığın bir işine yarar mı-yaradı mı-yarıyor mu sizce?

Mesela “Ben tembel insanları rahatsız edip kıpırdanmalarını sağlayan bir at sineğiyim!” diyerek 2400 yıl önce soru-yanıt şeklindeki bir sorgulamayı savunan antik Yunan’da yaşayan ne Sokrates ne de 400 yıl önce “Cogito ergo sum/ Düşünüyorum o halde varım! Doğru bilgiye ulaşmak için her şeyden şüphe etmemiz gerekir…" diyen modern çağın filozoflarından Fransız düşünürü Descartes, “şüpheyle ve sorgulayarak doğruyu bulmak yöntemini”, onca çabalarına ve tüm ürettikleri yazına rağmen insanoğluna neden bir türlü öğretemediler acaba? İnsanların çok büyük bölümü son on yıllarda ülkemiz de dahil, yüzyıllardır felsefenin “toplumun gelişmesine katkısının” olabileceğini bile fark edemeden bir şekilde yaşayıp bu dünyadan göçüp gitmedi mi?

Bize göre son birkaç asırdır; “Doğru bilgiyi” merak etmeyen, aklıyla durumu veya riskleri-tehlikeyi sorgulayamayan ya da cahil kalan/ bırakılan dünyanın büyük çoğunluğunu teşkil eden, felsefe nosyonu olmayan “geri kalmış insan ve toplumlar”, aslında istese de istemese de hatta farkına bile varmasa da her daim bizce kargaşanın, problemin parçası oldular, çözümün değil…

Uzun zaman süreçleri ve nesiller artarda geldi geçti. Bazı “Din” bezirganlarının da baskısıyla doğru bilgiye ulaşamayan insanoğlu büyük kitleler halinde, hele oryantalist toplumlarda “bilim-felsefe” olarak bu iki önemli ihtiyacının mecbur kalmadıkça, istisnai birkaç önemli kişi hariç yanına bile yaklaşamadı. Özellikle de her şeyi-her varlığı akılla sorgulayan “felsefeden” sürekli korktu, uzak durdu.

İnsan sağlığına yönelik “bilim” ise belki de bu eksiklikten dolayı çok yavaş ilerledi; tıbbi aletlerde, ilaçlarda, teknoloji yoğun sağlık cihazlarında, sadece batının icatlarını alıp kullanmayı tercih etti. Dışarıdan müdahaleler suretiyle de olsa, sürekli birbirlerini boğazlamaktan fırsat bulup da sağlık denilen bu insani alanda bile neredeyse doğru dürüst bildik tek bir yaşamsal önemde “bilimsel” icadı-medeniyete katkısı olamadı oryantalist toplumların. İnanmayan varsa eğer, orta doğu cehennemine şöyle bir baksın, deriz…

Bununla beraber, “Din” ise kutsal kitaplar yolu ile, o eski zamanlarda söylendiği, hatta yaşandığı belirtilen sözlerle-aktarımlarla, insanoğluna özellikle onun “ruhunu ve kalbini besleyerek” güçlü destek verdi. Ama “bilim ve felsefenin” temelinde bulunan “cesurca sorgulamayı” hemen her dine ait birçoğu tutucu olan din müesseseleri insanına yaptırtmadı-yapmadı-yapamadı; bizde yaptıysa bile sorgulamayı sadece çok elit düzeyde ileri gelen o birkaç tanıdık “bilge” yaptı.

Hemen her türlü dinde, insanoğluna sadece istenen ibadetleri yaparak “iyi ve sadık bir kul olması, sabır göstermesi” becerileri öğretilmeye çalışıldı. Bu yolda, mesela “korkutmak” neredeyse bütün dinlerde tarih boyunca yaygın bir yöntem olarak kullanıldı. Ama şu bir gerçektir ki, böyle davranan insanoğlu asırlar geçse dahi, üstelik hemen her türlü din kapsamında, bir türlü “kutsal kitap ehli, iyi ve gerçek dindar” da olamadı. Çoğu ettiği veya dinlediği duanın anlamını bile bilemedi, merak da etmedi…

Ayrıca mesela hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar orta çağdan itibaren haçlı seferleri veya fetihler düzenleyerek birbirlerini sürekli savaş meydanlarında boğazlayıp durdular. Hatta bazen kendi aralarında da mesela Avrupa’da aralıklarla yüz yıl, otuz yıl ve seksen yıl süren peş peşe kanlı din ve mezhep savaşları, cadı avları yüzyıllar boyunca neredeyse Vestfalya anlaşmasına kadar (1648) insanlığın yüz karası olmaya devam etti. Çok sayıda masum insan katledildi. Aralıklarla da olsa bu tarihten sonra da bu tür kanlı çatışmalar sürüp gitti. 20’nci yüzyıldaki o son iki büyük çok kanlı dünya savaşına rağmen bu kaotik durum hiç değişmedi. Şehirler yerle bir oldu, milyonlarca insan aşırı ihtiraslar uğruna pisipisine yok oldu. Hatta atılan atom bombalarıyla şehirler bile bir anda 150 bin insanıyla birlikte çoluk çocuk buhar olup kayboldular.

“Din müessesi” Rönesans’a rağmen mesela Vatikan/ Katolikler çok uzun yıllar boyu “bilimden” uzak durdu. Hatta bir süre “bilim” karşıtı da oldu. İslam da ise “bilim”, sayılı bilim adamlarının yaşadıkları dönemlere bakıldığında, belli ki asırlar önce bugünlerden çok daha fazla rağbet görmüştü. Burada bize göre aslında temel sorun “din” değildi; ona yön verenlerin cehaletiydi, batıldı…

Filibeli Ahmet Hilmi ise bu konuda; “Din; bilim kavramında bulunmayan ancak felsefede ise eksik bulunan insanoğlunun ruh ve kalbini besleyen şeyler olan, ‘merhamet-kutsallık-ümit ve şefkat’ gibi yüce değerlerdir. Yeni medeniyetinin iftihar kaynağı olan o devrin birçok yüce şahsiyetinde aynı vicdanda, ‘Din hissi, Felsefe zevki ve yüksek Bilim zihniyeti’ olarak her üç unsurun da birlikte bulunabildiğini” belirtiyor.

Ahlaki kuralları da içine alan çoğu “Din” olgusu, bize göre insanoğluna “sabır duygusu aşılaması” gibi önemli bir avantaja da sahiptir ve günümüzde ancak “Tanrı ile kul arasında” olduğu taktirde (Hristiyanlık da dahil her dinde laiklik ilkesi gerekliliği), bireylerin dualar vs. yoluyla ruhlarını ve kalplerini besleyerek fertlerin, dolayısıyla toplumların da yaşamlarında ve mücadelelerinde işine yarayabilir.

“Bilim” ise bizce bu çağda ancak özgür, çok sesli, demokratik ve sorgulayan ortamlarda gelişebilir. Ama özünde tekrar vurguluyoruz ki kutsal “din” duyguları, korona virüsü somut anlamda “bilimin” yaptığı gibi sahada, mesela hastanede onu “bilimi dışlayıp tek başına yok edemez”; en azından bunu ispat edemeyiz. İnanan bir insana bu yaşamsal savaşta oysa orada büyük manevi güç verebilir. Filibeli’nin de yukarıda anlatmak istediği bizce genelde budur…

Bu arada mesela Ateist veya Deist olup ama aklını felsefi olarak da dahil her şekilde kullanarak durumu sorgulayan ve “bilime” sarılan insanlar da toplumda bulunuyor olabilir. Hatta doktorlarımız, hemşirelerimiz, eczacılarımız, veterinerlerimiz, para-mediklerimiz, akademisyenlerimiz ve sağlık çalışanlarımız arasında, belki de bu durumda olan ve de şu sıralar yurtiçi-yurtdışı hastanelerde, dükkanlarında, laboratuvarlarında, ambulanslarında hayatını insanları kurtarmaya adamış çok fedakâr insanlar da mevcut olabilir. Bu farklı farklı insanları aynı amaç doğrultusunda birleştiren tek güç işte bizce “Bilimdir”. Zaten tarihi süreçlere bakıldığında da “dinde ve felsefede” birleşme çok kısıtlı seviyede olmaktadır…

“Batıl anlayışa-cehalete” göz attığımızda ise; mukaddes din duygularını araç olarak kullanıp kurnazlıkla saf insanları kandırıp bundan ticari fayda sağlayanlar; mesela dualar okunmuş giysileri, dualı tespihleri, şifalı suları, kavanoz kavanoz okunmuş balları ücret karşılığı satanlar sizce, hele şu korona virüs koşullarında bile bu tuhaf işlerine devam edip hâlâ doğru iş mi yapıyorlar?

Ülkemizde bunlardan var, peki ama yurt dışında da böyleleri yok mu?

Mesela CNN’in sosyal medyada dolaşan bir videolu haberine göre ABD / Ohio’da Evanjelist bir kilisede çoğu Amerikalıların “evde kal” prensibini uygulamayarak kilisede toplu ibadette ısrar ettikleri ve sosyal mesafeyi dikkate almadıkları, girişte birbirleriyle umarsızca kucaklaştıkları izleniyor. Muhabir endişe içinde ve hayretle mikrofonu uzattığında “Hastalık bulaştıracak veya kapacaksınız? Toplum için bu yaptığınız tehlikeli değil mi?” diye soruyor.

Karşısındaki aklı başında ve hali vakti yerinde görünen kadınlı erkekli birçok insan ise adeta ağız birliği etmişçesine “Bana bir şey olmaz zira kanımda İsa’nın kanı var…Bana virüs sökmez!” diye kızarak soruya tepki gösteriyorlar, ülkelerindeki giderek büyüyen yaşamsal riski dahi umursamıyorlar… Peki bu tipler bizde de az mıdır sizce?

Oysa Hristiyan, Müslüman Musevi, Budist vb. ayırımı yapar mı bu illet? Yapmıyor zaten; çok yazık bu tedbirsizliğe, bir sürü insan belli ki bu tür gafletlerle, “batıla inanmış cahil cesaretiyle” ülkemiz de dahil dünyanın her tarafında pisipisine virüsü kapıyor. Fedakâr jandarma ve polislerimiz virüs kapma riski içinde anonslarla sokaklarda yırtınıyorlar “sosyal mesafeyi koruyun-evinize gidin!” diye… Nafile… Allah’ın verdiği aklı hâlâ kullanmak istemeyen insanlar var…

Zaten “Din” olgusu eğer bu virüse karşı tek başına yetseydi, mesela ülkemizdeki camiler, Cuma namazları şu an inadına daha da dolu olurdu. İslam inancının mukaddes Kabe’sinin bulunduğu yer olan Mekke de tarihte görülmediği şekilde böylesine ıssız ve bomboş kalmazdı. Ülkemizde verilen bu tür “bilimsel” verilere dayalı kararlar belli ki doğru olmuştur…

Filibeli Ahmet Hilmi’ye göre de “din” ruhsal açıdan, kalbi ve ruhu besleyen önemli bir avantaj ama bu yaşamsal tehlike durumunda eğer yukarıdaki örneklerde olduğu gibi cehalete ya da batıla yenik düşüp “bilimi” çekip alırsanız, geriye virüsle somut mücadele için ne kalır ki? Bu yüzden herkese “Bilimin- Bilim Kurulunun sözünden asla çıkılmamasını” tavsiye ediyoruz. Zira bu konu aslında ulusal güvenlikle de ilgili bir durumdur bize göre…

Sonuç; İnsanlık olarak bu acil koşullarda her ne olursa olsun, özellikle de bu can pazarında bizce “en büyük ve asıl silahımız” şu an itibarıyla, “Bilimdir” diyoruz. “Din ve Felsefe” ise “ülkemizin gerçeklerini de dikkate aldığımızda” büyük amcamız merhum Filibeli Ahmet Hilmi’nin deyişiyle “kalbi/ ruhu ve de aklı besleyen” ihtiyaçlardan olup, insanoğlunun bu büyük mücadelesinde her ikisi de kuşkusuz kişilere göre etkisi farklı farklı olsa da şu an “bilimi destekleyici” bir konumda olmalıdır. “Cehalete ya da batılı esas alan cahil cesaretine” ise hele bu günlerde hiç geçit yoktur... Güzel günlere….

[1] Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmet Akif, Köprülüzâde Fuat, Baha Tevfik, Ağaoğlu Ahmet, Avram Galanti, Ali Ekrem (Bolayır), Babanzâde Ahmet Naim, Halil Nimetullah (Öztürk) ve Ferit Kam…