Fısıldanarak istenen ihtiyaçlar: Ardı arkası kesilmeyen kamyonların uğultusu ve geride kalanlar

Torunu ile el ele erzak dağıtım noktasına gelen ihtiyar, torununun kulağına eğilip kısık sesle “çorap” diyor. Torun da sesli söylüyor kulağına söylenileni. Erzak kuyruğundaki göz teması kurulmadan yapılan bu konuşmanın sebebi 80’li yaşlarındaki bir amcanın “yardım almaktan” çekinmesi.

Fısıldanarak istenen ihtiyaçlar: Ardı arkası kesilmeyen kamyonların uğultusu ve geride kalanlar

Hatay’da Asi Nehri’nin hemen yanındaki meydana çıkan yolun ucunda sıraya dizilmiş, ardı arkası kesilmeyen onlarca kamyon, tozu dumana katarak şehre giriş yapıyor. Meydana ulaşan kamyonlar, kılcal damarlara zerk edilen kan gibi ara sokaklara dağılırken ceketli failler çoktan suç sahasının üzerinden çekilmiş, şimdi ise inşaat plantasyonunun ön hazırlıklarına başlanmış ama öncelikle yıkıntılar, inşaat atıkları, asbest tehlikesine aldırmadan bir yerlere taşınacak. Yeni binalar ne kadar sürede biter, gidenler ne vakit sonra geri döner, yeniden hayat nasıl kurulur gibi soruların, anca önümüzdeki yıllarda yanıtlarını alabileceğiz.

TOZ BULUTU ŞEHRİN ÜZERİNDE

Kamyonların, iş makinelerinin çıkardığı uğultulu ses arasında, iki görevli, az yağmur çiselese, isi, tozu, külü belki biraz azalır diye kendi aralarında konuşuyorlar. Fazla yağarsa çadırlara ne olur diye düşünüyorlar bir yandan… Yıkıntılardan dağılan toz bulutu, depremin üzerinden 27 gün geçmesine rağmen şehrin üstünden el çekmemiş. Günlerdir su görmeyen depremzedelerin kılık kıyafetleri solmuş, çoğunun saçları külden grileşmiş, zaman mefhumu kaybedilmiş, sanki uzun yıllardır yıpratıcı bir sürecin içindeler.

Fısıldanarak istenen ihtiyaçlar: Ardı arkası kesilmeyen kamyonların uğultusu ve geride kalanlar - Resim : 1

Hatay’dan gidebilenler başka şehirlere göçtüler, geri kalanlar ise günlerdir yıkanmadan, sofra görmeden, plastik kaplarda yemek yiyerek, gün içinde kimi erzak kuyruklarında, geceleri ise ısınmaya çalıştıkları battaniyeler arasında yaşamaya çalışıyor. 27 gün önce yaşanılan sıradanlıklar; işten sonra kavuşulan, koltuklarında uzanılan, peyderpey biriktirilerek eşya alınan, balkonuna çiçek konulan, kahve içmeye komşu çağrılan, yemek sonrası çayla sohbetin iyice demlendiği, zamanında koltuk takımı seçilen, marleyi döşenen evler artık yok, içlerindeki yalın, insanı insan yapan, yüzü tebessüm ettiren alışkanlıklar da artık yok.

Üst üste istif olmuş tavanlara, yana düşmüş, enkazı birbirine karışmış binaları incelerken ağır bir başka gerçeklik aklın bir köşesinde zihni bulandırıyor. Buradaki herkesin bildiği ama sesli söyleyemediği halen moloz yığınlarının altında cesetlerin olduğu gerçeği.

“ARTIK YABANCILAŞTIM”

Saatlerce çalışılarak tasnif edilmiş yardım kolileri arasında koşuşturan bir arkadaş ıslak mendille yüzünü silerken, sesini istemsizce kısarak “Dün gece kaldığımız çadırın arkasındaki binanın alt katlarında dört insan olduğunu söylediler ama artık yabancılaştım, düşünmüyorum” diyor. Sözünün üstüne kimse bir şey söyleyemiyor.

Fısıldanarak istenen ihtiyaçlar: Ardı arkası kesilmeyen kamyonların uğultusu ve geride kalanlar - Resim : 2

İHTİYAÇLAR KULAĞA FISILDANIYOR

Torunu ile el ele erzak dağıtım noktasına gelen ihtiyar, çocuğun kulağına eğilip “çorap” diyor. Torun da bize dönüp, dedesinin söylediğini tekrarlıyor. Dede, “Çocuk çorabıylan erkek çorabı” diye tekrar torununun kulağına fısıldıyor. Aynısını sesli söylüyor torun. Erzak kuyruğundaki bu kesik kesik, göz teması kurulmadan yapılan konuşmanın sebebi 80’li yaşlarındaki bir amcanın birkaç parça ihtiyacını istemekten çekinmesi. Üzerinde kalınca, düğmeleri olmayan, soluk lacivert ceket, altında yine kalın kumaştan yeşil gömleği ile ısınamadığı besbelli dede elini hiç bırakmadığı torunuyla ellerinde çoraplar yanımızdan ağır, yorgun adımlarla ayrılıyor. Arkasından bakarken artık öfkelenmek için bile geç kalınan ülkeye güceniliyor.

40’lı yaşlarındaki bir kadın erzak dağıtan erkeklerden istemeye çekindiği için bir sağa bir sola döndükten sonra kadın çalışana yaklaşıp, sessizce ped istiyor. Kadın arkadaşın kulağına fısıldadığı şu: “İç çamaşırım da yok, yerden aldıklarımı koyuyorum. Var mı?” Kolilerde çamaşır kalmamış, pedi ise yeleğin içine saklayarak alıyor.

Genç kadının, yerden aldığım dediği, başka şehirlerden gönderilen kılık kıyafet yardımları. Sokak başlarına, parkların kenarına bırakılmış giysiler tozdan giyilemeyecek halde. Etrafa saçılmış ayakkabılar, gömlekler, kazaklar; abartılı, gösterişli bir iyiliğin gerçek anlamda işlevi olmayacağının bir tezahürü gibi.

Fısıldanarak istenen ihtiyaçlar: Ardı arkası kesilmeyen kamyonların uğultusu ve geride kalanlar - Resim : 3

“YAŞAMAYA, HAYATTA KALMAYA ÇALIŞIYORUZ”

18 yaşındaki Yaren, üniversite sınavına hazırlanıyor. Yabancı dil öğretmeni olmak istiyor. O da erzak kuyruğunda. “Çok şükür kurtulduk, sağ çıktık evden” diyor. Bir yakının hazırlık kitaplarını ona göndereceğini anlatıyor. İki yandan ördüğü kuzguni saçlarının arasındaki esmer yüzü yorgun, konuşurken çoğu tutuk. “Yaşamaya, hayatta kalmaya çalışıyoruz, tarifi zor, yaşaması çok zor” derken 18 yaşında gibi değil.

Depremden sonraki ilk günlerde rezidansları inşa eden firmalar enine boyuna araştırıldı. Benim de ilk yaptığım haberlerdendi. Failler çarşaf çarşaf listelenmeli, kayıt altına alınmalıydı ki yapıldı. Yoksulun bu tür felaketlerde ölümü, kaskatı olgusal bir gerçeklik olduğu için rezidansların yıkımı anomali olarak fazlaca haber değeri taşıdı. Öte taraftan seçim gündeminin de etkisiyle yoksul mahallelerde yıkılan binalar anonim bir suç olarak kalabilir.

Devlet bir mesuliyet çemberidir, öncelikli kaidesi bu olması gerekir. Toplumsal görünüm bu çemberin dehâsına, becerisine göre şekillenir. Son 20 yılda devletin çemberi tarikatlara, cemaatlere, burjuvanın çeşitli kesimlerine, palazlanan bürokratlarla onların taşra uzantılarına senkronize bir şekilde, yıllara yayılarak dağıtıldı. Hikâyenin sonunun buraya gelmesine bir şekil izin verildi ve sonunda Evrensel yazarı, gazeteci Hakkı Özdal’ın “Anadolu katliamı” dediği yıkım yaşandı.