‘Kabataş Yalanı’ ve ‘Camide İçki’den Kâbe Resmine Kadar Din Bir Araçtır

Anlamadınız mı? Alışmadınız mı hâlâ? İşleri güçleri nefreti körüklemek… Nefretten medet ummak… Nefret tohumlarını yeşerterek, toplumu düşman kamplara...

Anlamadınız mı? Alışmadınız mı hâlâ? İşleri güçleri nefreti körüklemek… Nefretten medet ummak… Nefret tohumlarını yeşerterek, toplumu düşman kamplara bölmek…

Ancak düşünsel yaratıcılıklarını da yitirmişler artık… Onca besleme kalemşora, üniversitelere yerleştirdikleri onca elemana rağmen; özgün bir hikâye, özgün bir senaryo bile koyamıyorlar ortaya…

“Fikri bir buhran içinde çırpınıyoruz” deyişleri ayniyle vaki sanki…

Sormamak elde değil… Çaresizce sahnelenen yine aynı hikâyenin farklı senaryoları mı? Peki; bu kez yönetmen kim? Kayda alan kim? Oyuncu ya da figüran kim?

Anımsarsınız! “Gezi” olaylarında ne yapacaklarını, nereye konacaklarını şaşırmışlar, havada döne döne bir hâl olmuşlardı. Korkudan mıydı, yoksa tutunacak bir dal arayışlarından mıydı, bilinmez. Tahmin edilebilir olsa da telaffuz edilmez!

Lakin ayakları toprağa bastıktan ve akılları başlarına geldikten kısa bir süre sonra, “Camide içki içtiler” yalanına sarılmışlardı önce...

Başörtülü Gelinin Fantezisi

Ardı sıra daha çok alıcısı olacağını düşündüklerinden midir? Yoksa başka bir şeyden midir, bilinmez. Bu kez de can havliyle ve “denize düşen” misali, genç ve mahir bir gelinin tam bir hayal ürünü fantezilerine bel bağlamışlardı. Hem de dört bir koldan…

Sözüm ona, güpegündüz, hem de onca kalabalığa rağmen… Hikâyeye, daha doğrusu fanteziye göre; bu başörtülü genç ve mahir gelin, Kabataş İskelesi’nde üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın saldırısına uğramıştı. Yine sözüm ona ve fanteziye göre bu adamlar, neler yapmamışlardı ki… Üzerine idrarlarını yapacak kadar ileri gitmişler, kirletmişler, kirletmişler, kirletmişlerdi! Öyle kirlenmişti ki saat başı yıkanmazsa temiz kalamayacağını düşünür hale gelmişti!

Kayıtlara “Kabataş Olayı1” ya da “Kabataş Yalanı” olarak geçen bu hayal ürünü fantezi, birilerinin “can simidi” olmuştu. Maksat başörtülü bir gelinin fantezisinden yeni bir mağduriyet hikâyesi yaratmaktı. Toplumu nefret diliyle bölüp parçalamak!

Öylesine umut bağlamışlardı ki bu fanteziye, meydan meydan, televizyon televizyon gezerek bu hikâyeyi anlatmışlardı cümle âleme… Hem de günler ve haftalarca… “Başörtülü bacıma saldırdılar” diyerek ve ardı sıra eklemişlerdi, “Görüntüler bu Cuma yayınlanacak!” Bir türlü gelmek bilmeyen “Bu Cuma”nın üzerinden neredeyse sekiz yıl geçti. Onlarca mobese kamerasına rağmen hâlâ ne bir karecik görüntü var ortada ne de bir tanık…

Yalnızca bu da değil! Ardı sıra kullanılmaya elverişli, ağızlarına ne verilirse onu gevelemeye ve söylemeye teşne kadınlar ve erkekler bulmuşlardı. Birisi hariç, her biri Müslüman, namuslu, ahlâklı ve dürüst gazeteciler… Görevleri ağızlarına verileni söylemek, ellerine tutuşturulanı yazmaktı. Yani aynı fanteziyi, aynı yalanı, bir hakikatmişçesine gazete köşelerinden, televizyon ekranlarından aktarmak! Hem de hiç utanıp sıkılmadan… Ne de olsa onlar Müslüman’dı.

“Camide İçki İçtiler” Yalanı

Malum, tam bir hayal ürünü olan bu başörtülü gelin fantezisinin öncesinde “Camide içki içtiler” yalanı vardı. Kırkpınar’ın ünlü cazgırı Kel Ali gibi, televizyonlarda, meydanlarda bağırdıkça bağırıyorlardı. Aklını ve kalemini birilerinin ipoteğine vermiş, onların hizmetine sunmuş kullanışlı kadın ve erkek ‘gazeteci’ler, köşelerinden kükredikçe kükrüyorlardı. Gerçeklik ve onun hakikati zerre umurlarında bile değildi.

Sanki kükredikçe, ses kat sayısı yükseldikçe yaşanan gerçeklik ortadan kalkacak, hakikat sırra kadem basıp terk-i diyar eyleyecekti. Eylemedi de… Hakikat ehli, dindar bir Müslüman, sonuna kadar, bedeli ne olur olsun dercesine sözünün ardında durdu. Hakikati dile getirmekten vazgeçmedi.

O hakikat ehli, dindar Müslüman’ın adı Fuat Yıldırım’dı. Yani “Gezi” eylemcilerinin içinde içki içtikleri yalanının uydurulduğu, Bezmiâlem Valide Sultan Camisi’nin müezzini… Şimdi sorun kendinize: Çevrenizde, kaç tane böyle dindar Müslüman var?

İşte o günlerden bu günlere geldik. Şimdi sıra “Yerdeki Kâbe Resmi”nde…

Dertleri Ne Kâbe Ne Kuran

Öylesine çaresizlik içinde çırpınıyorlar ki “Yerdeki Kâbe Resmi”ne mal bulmuş Mağribi gibi sarılıyorlar. Bunun üzerinden nefretlerini kusuyorlar dört bir yandan… Ve insanları, grupları hedef gösteriyorlar. Onları etiketliyorlar! Hem de en yetkili ağızlardan…

Oysa dertleri ne Kâbe ne de Kuran… Keza doğrudan, “suç” saydıkları bu yere koyma eyleminin failini bulmak da değil öncelikli dertleri… Eğer dertleri ve niyetleri bu olmuş olsaydı işleri çok kolaydı. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin günlerdir sürdürdükleri protesto eylem ve etkinliklerini, neredeyse salise salise, saniye saniye kaydedenler için bu çocuk oyuncağıydı. Anında bulurlardı.

Lakin dert ve niyet bu olmadığından, servis edilen görüntülerde, resmi yere koyan kişi ya da kişilerden zerre emare yoktu. Her ne hikmetse, her şeyi kaydedenler eylemi yapan kişi ya da kişileri görüntülemeyi es geçmişlerdi!!! Belki de bile isteye o bölümü çıkarmışlardı. Kim bilir belki de resmi yere koyan görevli bir “eleman”dı. Neden olmasın ki burası Türkiye…

Dert Başka Hem de Bambaşka

“Kâbe-i Muazzama nasıl yere konur? Bu saygısızlıktır” diyerek ahkâm kesen çemişler, birileri “Bakara makara” diyerek dalga geçerken, başka birileri Kâbe’li, Kuran’lı pasta2 yapıp onu dilim dilim kesip yerken suspustular. Hatta üzerine “Allah” yazdıkları pideleri parça parça koparıp mideye indirirken…

Keza Kâbe resimleri ilk kez yere, çöpe, ateşe atılmıyor bu ülkede. Her yıl dağıtılan Kâbe resimli takvimlere, Ramazan aylarında basılan Kâbe resimli gazetelere, afişlere ne oluyor sanıyorsunuz ki…

Koskoca bir toplum o resimleri kesip, evladiyelik niyetine, onlarca yıldır sandıklarda mı saklıyor? Elbette hayır… Hatta aynı şey Kuran ayetlerinin yazılı olduğu takvim yapraklarının ve gazete sayfalarının, hatta kitapların da başına geliyor.

Peki; bu memleketin, adlarının önünde taşıdıkları sıfattan dolayı kendini değerli sanan kelli felli çemişleri bunları bilmiyorlar mı? Bilmez olurlar mı hiç? Elbette biliyorlar. Ama dedik ya… Onların derdi ne Kâbe ne de Kuran… Aksine onların asıl derdi, “Allah, Kuran, Peygamber” diyerek sağladıkları Dünya’daki cennetlerini yitirmemek…

Din Bir Araçtır

Bunun yolunun da nefret söylemiyle toplumu düşman kamplara bölmekten geçtiğini çok iyi biliyorlar. Ve kullanmayı çok iyi bildikleri, ellerindeki en güçlü araca sarılıyorlar: Din.

Anımsayacaksınız. “Din bir araçtır” demişti dün. Bugün “Fikri bir buhran içinde çırpınıyoruz” diyenler… Boşuna değil! Din elbette bir araçtır.

Hem de egemenlerin elinde, yerine göre toplumu biat ve itaate zorlayıp tahakküm altına almak ve toplumsal zenginliğe el koymak için… Yerine göre nefret diline sarılıp aynı toplumu düşman kamplara bölerek, birbirlerinin üzerine sürmek için… İnsanları savaştan savaşa sürmek, iç savaşlarda piyonlaştırmak için… Kapkaranlık ışık sızdırmaz bir şal misali, gerçeğin ve hakikatin üzerini örtmek için en güçlü, en dokunulmaz ve sorgulanmaz bir araçtır din.

Yeter ki bir biçimde el koydukları zenginliklerine bir halel gelmesin! İşte asıl dert budur. Ne Kâbe’dir ne de Kuran… Gerisi laf-ı güzaftır efendim.

* Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 İşte ünlü “KABATAŞ YALANI”. Lütfen okuyun ve bu ibretlik yalanın, zerre utanması olmayan yalancılarını öğrenin ve asla unutmayın: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kabataş_Olayı
2 İşte “Kabe’li Pasta” haberi: https://www.haberler.com/kabe-seklinde-pasta-kesmisler-7234118-haberi/