Karanlıktan çıkmak mümkündür amma…

Ülkemizi bu karanlıktan eşitlik, özgürlük, demokrasi, barış ve insanca yaşama sahip çıkanlar kurtarabilecektir. Bu mümkündür…

Sıcakların yakıp kavurduğu günlerden geçiyoruz. Seçimlerin üzerinden henüz yalnızca iki ay geçti, iktidar ve destekçilerinin “kazandık” goyguyu kısa zamanda yerini hayatın gerçeklerine bıraktı. O gerçekler elbette birden bire belirivermedi. Kapitalizm ve ülkemiz rejiminin uzun yıllardır süren, AKP’li yıllarda istikrarla uygulanan sömürü ve baskı siyaseti ülkemizi bu noktaya getirdi.

Şimdi ve bundan sonrasında sermayenin insana, emeğe, doğaya dönük azgın saldırısı artarak sürecek. Ezberleri belli; muhalefet sindirilmeye çalışılacak, milliyetçilik ve dincilik müesses nizamın gerçek yüzünü gizleyen perdeler olarak sömürü ve baskı siyasetinin üstünü örtmeye devam edecek. Taraflar belli, sınıf çelişkileri alabildiğine keskin. Sistemin ve bu saldırıların karşısında ancak sol bir mücadele çizgisinin büyütülmesiyle durulabilir.

Dünyada ve ülkemizde insanlığın geleceği için karanlık ve aydınlık ihtimaller aynı anda mevcut. Bu atmosferde iktidar bloku seçimlerden konumunu güçlendirerek çıktı, ana muhalefet dağınık ve moralsiz. CHP haricindeki Millet İttifakı bileşenlerinin adı da seçimlerin kazananları hanesine yazılabilir. Zira kendi potansiyelleriyle bu sonuca ulaşma ihtimalleri yoktu.

Geçtiğimiz günlerde muhalif kanalların birinde İYİ Parti Genel Başkan Yardımcılarından biri konuşmasının bir yerinde “Türkiye’de siyaseten milliyetçiler, İslamcılar, sosyal demokratlar ve Kürtler vardır“ gibi şeyler söyledi. Milliyetçiler hem iktidarda hem muhalefette; CHP sosyal demokrasinin adresi, siyasal İslamcıların iktidarda ve muhalefette her çeşit partisi var. Kürtler blok olarak kendini bir partide ifade edebiliyor. Düzen siyasetinin sosyalistleri görmemesi, görünmez kılmaya çalışması normal. Fakat “sosyalistler nerede” sorusunun cevabını vermek de kolay değil. Onlarca ayrı yapıdan ve o yapıları da aşan, önemli zamanlarda önemli sorumlulukları (seçim ya da sokak) üstlenen toplamdan bahsediyoruz.

Oysa ülkemizin bugününe kadar, halkın hak olarak elde ettiği her bir zerre işçi sınıfı mücadelesiyle kazanıldı. Bu mücadeleler sosyalistlerin alın teriyle ve pek çok kere canı pahasına verildi.

BİZİ YAKAN YALNIZCA YAZ SICAKLARI MI?

Böyle bir zamanda bizi boğan, bunaltan sadece eyyam-ı bahur sıcakları değil. Uzun yıllardır ekonomik çöküşe doğru ilerleyişimiz, hızlı bir koşuya dönüşmüş durumda. Geleceğe dair plan yapmak, kenara bir şeyler koymak, ev, araba almak uzunca zamandır insanların gündeminden düşmüştü. Seçim sonrasının ekonomik vaziyeti ise gündelik hayatımızı sürdüremediğimiz bir vaziyete gelmemize neden oldu. Abartı yok, peynir, et, temizlik malzemeleri gibi temel tüketim ürünlerini almak zor. Arabası olanlar deposuna yakıt koymakta zorlanıyor. Herkesin bildiğini tekrar etmenin faydası yok, halimizi anlatmaya sayfalar yetmez.

Akbelen Ormanlarını koruyan köylüler ve onlarla birlikte mücadele eden insanların maruz kaldığı şiddet vicdan sahibi her insanı utandırıyor ve öfkelendiriyor. 1950’li yılında Nâzım Hikmet hapisten çıktığında yazdığı “Akşam Gezintisi” şiirinde memlekete yaşatılanlara dair öfke, acı ve utancı “Karını arkadan itip yere / Yuvarlamışlar da / Düşürmüş gibi çocuğunu / Yahut gene hapisteymişin de karakolda / Gene dövülüyormuş gibi / Köylü jandarmalara köylüler /” dizeleriyle anlatır. Köylüler ve yanlarında olanlar yine dövülüyor, bugün yaşadığımız utanç ve öfke nasıl anlatılır bilmiyorum. Bu öyle bir vahşi kapitalizm ki insanlığın biriktirdiği binlerce yılın inançlarını dahi hiçe sayıyor. Kutsal kitaplarda yazıyor mu bilmiyorum ama bize çocukken henüz kurumamış bir otu, bir dalı ateşe atmanın günah olduğunu söylerlerdi. Hani yaş kesen baş keser sayılıyordu. Dini bütün iktidar binlerce ağacın kesilmesine karşı çıkanları durdurmak için güvenlik güçlerini köylülerin üzerine sürüyor.

Cudi’de orman yangınlarının sürdüğü, “yangını söndürün” çığlıklarının duyulmadığı aynı günlerde önümüze düşen bir haberin görüntüsüyle sarsıldık. Esenyurt’ta bir tekel bayisine giren saldırganlar üç gencin üzerine kurşun yağdırıyor, gençlerden ikisi hayatını kaybederken biri ağır yaralanıyor. İzlerken insanın kanı donuyor. Ülkemiz vahşetin kol gezdiği, insan öldürmenin bu kadar kolay olduğu, her yerin olası cinayet mahalli haline geldiği memleket mi olacak?

Başka bir haber: “Hatay’daki köy okulunda beş yıl boyunca şantaj ve tehditle 10 çocuğa tecavüz eden öğretmen Murat Sağıroğlu, tahliye edildi kayıplara karıştı.”

Ana akım medyada görmek zor ama deprem şehirleri yaz aylarını olabildiğince zor koşullarda yaşıyor. Görünen o ki önümüzdeki sonbahar ve kış da çok zor geçecek. Ne iktidar ne yerel yönetimler hayatın iyileştirilmesine dönük yeterli adımları atmıyorlar.

TOPLUM KENDİ İÇİNE DOĞRU ÇÖKERKEN

Bir ülkeyi sevmek onun gerçeklerini görmeye engel değildir. Toplumsal eşitsizlik, ekonomik çöküntü manevi çöküntüyü, yozlaşmayı derinleştiriyor. Bunlara insani değer yargılarının daha da zayıflaması eşlik ediyor. İnsanlar kendisini başkasının yerine koyup düşünme yetisini yitirdikçe kendisi gibi olmayanları düşman belliyor. Farklılıklar zenginlik olarak değil düşmanlık olarak görülüyor.

Toplumsal çürüme ve yozlaşma elbette birden bire ortaya çıkmadı. Kökleri çok uzun yıllar öncesine uzanan sağcılaştırma, örgütsüzleştirme saldırısı 1980 sonrasında sistematik bir biçimde yürütüldü. AKP, Türk İslam sentezi siyasetinin verimli bir ürünü olarak iktidara geldi ve yirmi yıldır bu siyaset zirvesini yaşıyor. Uzun yıllardır pompalanan kutuplaştırma siyasetiyle toplumun üzerine boca edilen korku, nefret, hedef gösterme politikası artık yalnızca seçim dönemlerinin söylemi değil.

Bu zirve, toplumsal dayanışmanın ortadan kalktığı, adaletin ve hukukun ayaklar altına alındığı, demokrasinin olmadığı çürüyen bir sistemin geldiği noktadır. Bu çukurun dibi de yoktur! Çürüyen sistem toplumun çok büyük bir çoğunluğunu çürütür. Çürümeye ve yozlaşmaya karşı duranlar dahi bu dibe doğru ilerleyişten kendilerini azade tutamazlar. Sahtelik, yalan, reklamvari bir siyaset biçimi hayatın her alanına egemen olur. Anlarız ki böyle bir ortamda ne yalanın ne de kötülüğün sınırı vardır.

Vahşi kapitalizm ve iktidarları elbette böyle bir toplum ister.

Bugün bu tabloyu etrafımıza baktığımızda bile görebileceğimiz kötümserlik, umutsuzluk, mutsuzluk, kararsızlık, hareket etmekte zorlanma, öfke hali tamamlıyor. Buna toplumsal depresyon mu denir bilmiyorum. Bu halden çıkmak ise elbette mümkündür.

KÖTÜMSERLİĞİ TETİKLEYEN HALLER

Seçimlerin kazanılmasıyla her şeyin çok güzel olacağını vazeden, sandık dışındaki mücadele yollarını önemsiz gören ana muhalefet tarz ve üslubu şu anda kara kara düşünen milyonlarca insanın moral bozukluğundaki en önemli nedenlerden biri. Oysa AKP ve müttefiklerine teslim olmamış, seçimde de elinden geleni yapmış milyonlarca insan buhar olup uçmamıştır. Kimse eşitlik, özgürlük, insanca yaşam talebinden vazgeçmiş de değildir. “Ülke karpuz gibi ikiye yarıldı” gibi salt sandık sonucuna indirgenen, sınıf mücadelesini yok sayan tespitler işin içinden çıkmamızı zorlaştırıyor. Ama diyelim ki bu düşünce biçiminde ısrar ediyorsunuz o zaman da bu iktidara karşı duran, ülkenin yarısı demek olan bir gerçeği görmeniz gerekir.

Seçimlerde yenildiğini defalarca kez vurgulamaya, tescillemeye meraklı bir ana muhalefet var. Elbette bir seçim kaybetmişse bu bir yenilgidir. Ama bu değerlendirme yapıldıktan sonra hızla yeni döneme adım atılması gerekir. İktidarın saldırı politikalarını durdurmak, engellemek ve onu geriletmek gibi bir görev ortadan mı kalktı? Görev ve sorumluluklar parti içi iktidar meseleleriyle mi sınırlı? Sizin ülkeye dair bir sorumluluğunuz yok mu? Halkın yaşam koşullarının ne kadar kötüleştiğini basın açıklamalarıyla ya da tivit atarak söylemeyi muhalefet yapmak mı sayacağız? “Yenilmedik” diyenler de “yenildik, yenildik” diye tekrar edip, o yenilgide payları yokmuş gibi “yenilikçi”, “değişimci” ve hatta “devrimci” olarak ortaya çıkanlar da inandırıcı olduğunu düşünüyor mu? Bir masada otururken, bir sandalyeden kalkıp başka bir sandalyeye oturunca önceki dönemin sorumluluğu sırttan atılabiliyor mu?

Bir partinin ya da örgütün sorunları halkın sırtına yıkılmaz, halkın sorunları için yürütülen mücadeleyle birlikte örgütsel sorunların çözümü için çabalanır. İnsanlar “ne olacak bu memleketin hali” diye düşünürken “Ne olacak bu partinin, ya da örgütün hali” demeye başlamışsa o parti ya da örgüt kendi varlık nedenini ciddi bir biçimde sorgulamalıdır.

Yalnızca CHP’ye sorumluluk atfetmekle elbette işin içinden çıkılamaz. Sosyalistlerin, emek meslek örgütlerinin, demokratik kitle örgütlerinin yani ülkemiz solunun toplamı esaslı bir tartışma konusudur.

UMUT BOŞ BİR HAYAL DEĞİL

Kutuplaştırılan, bölünen, mülksüzleştirilen, yalnızlaştırılan ve örgütsüz halde yaşamaya mahkum edilmek istenen milyonlar yurttaşlık haklarından ve bilincinden tamamen koparılmak isteniyor. Hal böyleyken solun ciddi bir muhasebeyle yeni bir dönemin kapılarını açmak için zorlaması gerekiyor.

Ülkemizin düzlüğe çıkabilmesi, nefes alması için ciddi bir toplumsal muhalefete ve o muhalefeti omuzlayacak bir sola ihtiyacı var. “Sol” diyerek başı sonu iki ucundan fazlaca çekiştirilebilecek bir kavramdan söz ettiğimin farkındayım. Çünkü meselemiz o kadar geniş ve o büyük bir boşluğa işaret ediyor.

Kendi yaptığının doğruluğunda ısrar eden, “kötü halin” sorumluluğunu başkalarına yüklemek kolaycılığına kaçan bir eleştiri/özeleştiri anlayışının faydasının olmadığı ortada. Meselemiz çeşitli örgüt ve anlayışların güncel siyasi gündemlere dair aldıkları tutumların çok ötesinde.

İşçi sınıfının, emekçilerin, halkın önümüzdeki dönem yaşayabilmek gibi temel bir hak için yeni bir mücadele ve o mücadeleyi sürdürmek için örgütlenmeye ihtiyacı var. Sendikalar, sosyalist örgütler ve partiler, demokratik kitle örgütleri, üniversite gençliği, son yılların en mücadeleci öznesi kadın hareketi bundan sonrasını böyle devam ettirebilir mi?

Önümüzdeki dönem hayatın her alanında eylemi, söylemi ve kültürüyle solu var edecek adımları düşünmemiz gerekiyor. Gündelik hayatı sarıp sarmalayan, reflekslerini yeniden kazanmış, edebiyatta, müzikte rengini görebildiğimiz, değiştirici gücüyle gerçek yaşamda var olan bir sola ihtiyacımız var.

Kendi değerini bilen ama kendini her şeyin üzerinde görmeyen, ülkenin ve solun çıkarlarını en önde tutan, birbirini anlayan, destekleyen, eksik yanlarını tamamlayan bir sol kültüre ihtiyaç var. Kendisinin tercih etmediği mücadele yollarına da saygı duyan her gündeme görev ve sorumluluk duygusuyla yaklaşan bir sola ihtiyacımız var.

Dünya, bölgemiz ve ülkemizin bugününü ve geleceğin olası gelişmelerini anlamak için tartışmalar yapılmasına, toplumun solun sözüne kulak verdiği ideolojik/politik bir üretim zenginliğine ihtiyaç var.

Kötü günler bitmez, koşullar değişmez, yönetenler gitmez değildir. Görev bugünün karanlığına rağmen halkın aydınlık yanını görmek, toplumun direnme potansiyeline ve hâlihazırda süren direnişlere sahip çıkmak, solu büyütmenin çaresini aramak ve bulmaktır.

Ülkemizi bu karanlıktan eşitlik, özgürlük, demokrasi, barış ve insanca yaşama sahip çıkanlar kurtarabilecektir. Bu mümkündür…