'Barış' demek hiçbir zaman kolay olmadı

Oysa barış ve kardeşliğin, eşitliğin tesis edildiği bir ülkede ve dünyada yaşamak mümkün. Barışın mümkün olduğu günlere olan umutla, 1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun.

Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü. 2. Dünya Savaşı’nda, 1 Eylül 1939’da Hitler’in Polonya’yı işgal ettiği gün Dünya Barış Günü ilan edildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ise 1981’de 21 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak ilan etti. Ama ülkemizde Dünya Barış Günü denilince akla gelen gün 1 Eylül oluyor.

Öyle bir kavram ki kime sorarsanız sorun “barış kötü bir şeydir” demez. Peki, herkesin barıştan yana olduğu bir dünyada tarihimiz neden savaşlarla doludur?

Bizden uzaklarda yaşanan savaşlara karşı olmak kolaydır. Haber bültenlerinde, gazetelerde dünyanın bir yerinde süren savaşta ölenleri gördüğünde üzülmeyen insan çok azdır. Ya da olası bir savaş tehlikesi ufukta görünmüyorken “barış” türkülerini herkes bir ağızdan söyleyebilir.

1. Dünya Savaşı’nda 7 milyon, 2. Dünya Savaşı’nda 21 milyon insan öldü. Yıllar önce Türk Tabipleri Birliği’nin savaş karşıtı bir metninde okumuştum ve o günden beri bu veri hiç aklımdan çıkmadı. Tam cümleyi hatırlamıyorum ama içeriği şöyleydi: İnsanlık tarihi boyunca savaşlarda ölenlerin sayısı bugünün dünya nüfusuna yakın.

Yani insanlık hem savaşlardan çok çekmiş hem de savaşlara bir türlü engel olamamış. Savaş yakın bir tehdit olarak belirdiğinde, savaş anında ya da düşük yoğunlukla uzun yıllar boyu süren çatışmalara, savaşa karşı durmak, “barış” demek hep zor olmuş. Böyle anlarda savaş tamtamları çalmış, milyonlarca insan milliyetçiliğin peşine takılmış. Ülkelerin egemenlerinin çıkar çatışmalarından çıkan savaşlarda milyonlarca insan başka ülkelerdeki aynı sınıftan oldukları insanlarla birbirini boğazlamış.

Tutarlı bir savaş karşıtlığı ve ülkelerin egemenlerinin peşine takılmamak için sosyalist olmak da çoğu zaman yetmemiş. Tarih ve insanlık bu konuda Lenin’in hakkını teslim etmeli. 1. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın emperyalist hedeflerle savaşa girmesi Lenin’e göre kabul edilemezdi. Hatta böyle bir yayılmacılığa karşı Çarlık Rusya’sının savaşı kaybetmesi daha iyi bir seçenekti. Lenin yalnız kalmayı göze alarak doğru bildiğini savunur. Menşevikler başta olmak üzere sosyalist kanat şovenizmin peşine takılmaya hazırdır.

Avrupa’nın güçlü sosyalist partileri böyle davranmadılar. Hâlbuki 2. Enternasyonal gibi uluslararası birlikleri vardı. Sosyalist partilerin çoğu Avrupa ülkeleri birbirleriyle savaşa tutuştuğunda ülkelerinin burjuvazilerinden ve iktidarlarından ayrı tutum alamadılar. Bunun kapitalistlerin paylaşım savaşı olduğu gerçeği yerine “anavatan savunması” yalanına sığındılar. Elbette Rosa Luxemburg ve arkadaşlarını bir parantez açarak saygıyla anmak gerekir. Onlar Lenin’in çağrısına kulak verdiler ve bu tutumları yüzünden 1916 yılında hapis cezasına çarptırıldılar. Çıktıklarında mücadeleye devam ettiler ve katledildiler. Bütün Avrupa sosyalistleri bu tutumu alsaydı dünyanın gidişatı değişebilirdi.

ORTADOĞU’DA VE ÜLKEMİZDE “BARIŞ” DİYEBİLMEK

Bizim topraklarımızda savaş karşıtı mücadelenin yükseldiği dönemler oldu. 90’lı yılların başında ABD’nin Irak’a müdahalesine Özal “bir koyup üç alma” planıyla ortak olunca sosyalistler sokaklara çıktılar. 12 Eylül koşulları fazla değişmemişti, savaş karşıtlığı yasak olduğu için kitlesel mitinglerle görünür olamıyordu. Bu dönem korsan gösterilerle eylemler yapıldı.

11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin Ortadoğu’ya dönük emperyalist savaş planı devreye sokulduğunda ülkemizde savaş karşıtlığının örgütlenmesi için yoğun bir emek süreci yaşandı. “Çok renkli” görüntüsüne rağmen yükselen savaş karşıtlığında sosyalistlerin yoğun emeği güçlü bir muhalefete yol açtı. Afganistan’ın ardından ABD ve müttefikleri silahları Irak’a doğrulttuğunda savaş karşıtı hareket daha da kitleselleşti. Bu süreçte on binlerce insan savaş karşıtı mücadelenin içinde bir şekilde yer aldı. Savaş değil ama Türkiye’nin savaşın üssü haline gelmesi engellendi.

Ülkemizde barış mücadelesi yalnızca emperyalistlerin savaşlarına karşı yürütülen bir muhalefet hareketi olarak değerlendirilemez. 1980 sonrasında Kürt Sorununun düşük yoğunluklu silahlı çatışma dönemine evrilmesi “barış”ın sürekli ve acil bir talep olarak hep gündemde kalmasına neden oldu. Uzunca süredir “barış” denilince akla ilk gelenlerden biri Kürt meselesi oluyor. Çatışmaların son bulması, kalıcı barışın tesis edilmesine dair verilen mücadele çoğu zaman baskıya, şiddete, hapis cezalarına maruz kaldı. Bizim memleketimizde “çatışmalar bitsin, silahlar sussun, demokratik çözüm yolları açılsın” demek hiç kolay olmadı.

Son yıllarda iktidarın ülkemiz sınırları dışında yaptığı askeri operasyonlar da “eleştirilemez” kılındı. Müdahalelerin karşında “barış” diyenler sosyal medyada linç ettirildi, gözaltına alındı. Eylemler çoğu zaman polisin şiddetine maruz kaldı. Ana muhalefet ve diğer muhalefet partilerinin ekseriyeti iktidarın yaptıklarına “milli mutabakat” onayı verdi ya da kendisini vermek zorunda hissetti.

ÜLKE TARİHİMİZİN İLK BARIŞ MÜCADELESİ

Velhasıl “barış” gibi insanlık için kutsal olan bir ilkeyi savunmak her zaman zor oldu. Bugünün vesilesiyle ülkemiz tarihinde barış mücadelesinin ilki sayılabilecek bir olayı hatırlatmak istiyorum.

2. Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından dünya iki kutba ayrılırken aslında yeni bir olası savaşlar dönemi başladı. Savaşın kutupların merkezi olan ülkeler arasında olması gerekmezdi, dünyanın başka bir coğrafyası savaş alanı haline gelebilirdi. Kore böyle bir savaş alanıydı, Kuzey ve Güney savaşa tutuştuğunda Kuzey, Sovyetlerin desteklediği; Güney, ABD ve müttefiklerinin desteklediği ülke oluyordu.

Türkiye savaş sonrası ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist blokta olmaya karar verdi. 1945 sonrası bu süreç hızlı adımlarla yaşandı. Sanki “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü unutulmuştu. 1950’de tek parti iktidarı yerini Demokrat Parti’ye (DP) bıraktı, DP bu yönde hareket etmeye devam etti. Türkiye NATO’ya katılmak için yoğun bir çaba içindeydi. BM’nin Kore’ye asker gönderme çağrısı bunun için bir fırsat olarak görüldü. Hükümet alelacele 4500 askeri Kore’ye gönderme kararı aldı. CHP Kore’ye asker gönderilmesine değil bu konunun Meclis’te görüşülmemesine itiraz ediyordu. Kısacası resmi siyaset bu hususta “milli mutabakat” zemininde birleşmişti. Bütün halkı ikna etmek için yoğun bir kampanya düzenlendi, gazeteler her gün asker gönderme propagandası yapıyordu. Mesela bugünlerde Ankara Radyosu’nun programları şöyle sıralanıyordu; “Marshall Saati”, “NATO Saati”, “Birleşmiş Milletler Saati”, “Kore Savaşı Saati”… Diyanet İşleri Başkanlığı da olaya hararetle dahil olur, Başkan Ahmet Hamdi Akseki 25 Ağustos 1950 tarihinde Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlediği basın toplantısında “Komünistliği ve ne şekilde olursa olsun bütün tatbikatını İslamiyet katiyetle reddeder… Komünistliğe karşı gelebilecek en kudretli silah, iman ve ruh kuvvetidir” der. Diyanet’e göre Kore Savaşı’na katılmak cihattır, bu savaşta ölenler şehit olacaktır. Bunlarla sınırlı kalmaz Kore’ye asker göstermeyi destekleyen mitingler yapılır.

ONURLU İNSANLAR, SOSYALİSTLER SAVAŞIN KARŞISINDA DURUYOR[i]

Uzun yıllardan beri ağır baskı koşullarında yaşayan, sayılarının azlığına bakmayan sosyalistler savaşa, emperyalizme ve ülkemizin bu kirli sürece sokulmasına karşı dururlar. Nâzım Hikmet şiirinde şöyle seslenir:

“Mister Dalles,

sizden saklamak olmaz,

hayat pahalı biraz bizim memlekette.

Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz, koyun eti,

Ankara’da 23 sente,

yahut iki kilo kuru soğan,

yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,

elli santim kefen bezi yahut,

yahut da bir aylığına

yirmi yaşlarında bir tane insan.

erkek,

ağzı burnu, eli ayağı yerinde,

üniforması, otomatiği üzerinde.

yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır…”

Bir başka şiirinde

“…Uzak Asya’da bir memleket

Sarı ay yüzlü insanlar

Beyaz bir ejderha ile dövüşmekteler

Oraya gönderildi seninkilerden

Dört bin beş yüz tane Memet

Kardeşlerini katletmeye

Kızarıyor yüzün öfkeden ve utançtan…” der.

Savaş tehlikesine karşı bu dönem bir dernek kurulmuştur. “Türk Barışseverler Cemiyeti” 14 Temmuz 1950’de faaliyet yürütmeye başlar. Üniversiteden solculuğu nedeniyle uzaklaştırılan Behice Boran’ın başkanlığında kurulan cemiyetin yönetim kurulunda Adnan Cemgil, Vahdettin Barut, N. Kemal Özmeriç, O. Fuat Toprakoğlu, Reşat Sevinçsoy, Muvakkar Güran gibi isimler vardır.

Aynı yılın Mart ayında Stockholm’de Dünya Barış Kongresi toplanmış, “Stockholm Barış Çağrısı” adlı bildiriyi yayınlamıştır. Bildiride atom silahlarının kayıtsız şartsız yasaklanması talep edilmekte, kullanılanların insanlık suçu işlemiş olacağı söylenmektedir.

Türk Barışseverler Cemiyeti’nin amacı nettir. “Türk halkının barış ihtiyacına tercüman olarak şerefli ve sağlam bir barışın kurulması için kanunlarımızın çerçevesi içinde gerekli faaliyet ve neşriyatta bulunmak ve bütün demokratik davalarda olduğu gibi, en hayati bir ehemmiyeti olan barış davasında da halkımızın iradesini belirtecek her türlü kanuni teşebbüslere girişmek”tedirler.

Kore’ye asker gönderme kararı alınır alınmaz cemiyet harekete geçer. Cemiyet Başkanı Behice Boran ve Genel Sekreter Adnan Cemgil, TBMM Başkanlığı’na dilekçe gönderir, dilekçede asker gönderme kararının anayasa ve uluslararası hukuka uygun olmadığını söylerler ve kararın iptali için TBMM’nin olağanüstü toplantıya çağrılmasını talep ederler. Bununla da kalmazlar, asker gönderilmesi kararını protesto etmek ve halkı aydınlatmak için bildiri yayınlarlar ve bildiriyi sokakta dağıtırlar. Bildiride 4500 Türk çocuğunun ABD’nin menfaati için savaşa sokulamayacağı söylenmektedir: “Kore’deki savaşa, Türk Milletinin katılmasında istikbalimiz ve güvenliğimiz bakımından hiçbir fayda yoktur.”

Bu tutum kısa sürede büyük bir yaygara kopartılmasına neden olur. Antikomünist histeri devrededir. Dönemin gazetelerinde çıkan bazı ifadelere örnek verelim: “Sahte sulh cephesi”, “Kızıl emperyalizm için Türkiye’de köprübaşı kurmaya çalışıyor”, “Kızıl Çarlığın emrinde çalışan örgüt”… Başbakan Adnan Menderes yaptığı açıklamada “Bu cemiyetin milletlerarası bir kökü olduğunu bilmekteyiz. …Komünist tecavüzlerini Kore’de karşılamağa giderken içimizde aynı mahiyetteki tahrikatın…” diye konuşur.

Cemiyetin üyeleri bildiri dağıttıklarının ertesi günü evleri basılarak gözaltına alınır. Yaptıkları her şey yasal olmasına rağmen gizli bildiri yayınlamakla suçlanırlar ve tutuklanırlar. Behice Boran, Adnan Cemgil bildiriyi basan matbaacı Cemal Onur, Vahdeddin Barut, Osman Fuat Toprakoğlu, Reşat Güranan ve diğer cemiyet üyeleri ile beyannamenin dağıtılması ile ilgili görülenler, “milli menfaatlere aykırı beyannameler yaymaktan” tutuklanırlar ve Ankara’ya, Askeri Garnizon Mahkeme’sinde yargılanmak üzere gönderilirler.

Behice Boran o sırada hamiledir, bu yüzden bir süre sonra cezaya ara verilir, oğlu 15 aylıkken tekrar hapse geri alınır.

“Barış” diyenlere dönük saldırganlık tutuklanmalarıyla bitmez. Salon toplantılarıyla, kampanyalarla hezeyan sürer. Bu günlerde “Komünizmi Tel’in Mitingi” de düzenlenir.

Az da olsa anlamlı destekler de vardır. İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Birliği’nin yayını Hür Gençlik dergisi, “Gençliği Barış Mücadelesine Çağırıyoruz” bildirisi ile savaş karşıtı kampanyayı devam ettirmeye çalışır. Ama bu kampanyayı yürütenler de tutuklanır.

Antikomünist baskılar sürer, bir süre sonra solcu neşriyata yönelik baskılar artar. Milli menfaate aykırı yayın yaptıkları gerekçesiyle Yeni Baştan, Hür Marko Paşa ve Barış dergilerinin yayıncıları gözaltına alınır. Barış Cemiyeti üyelerinin tutuklanmasını eleştiren mizah dergileri kapatılır.

30 Aralık 1950’de Ankara Garnizon Komutanlığı’na bağlı askeri mahkeme Barışseverler Cemiyeti davasında yargılananları Askeri Ceza Kanunu’nun 58. ve Türk Ceza Kanunu’nun 161. maddeleri gereğince on beşer yıl ağır hapis cezasına mahkûm eder. Cezalar çeşitli “hafifletici” nedenlerle üçer yıl dokuz aya indirilir. İtiraz sonucunda mahkûmiyet cezaları bozulur ve tutuklananlar tahliye edilirler. Ama savcılığın karşı itirazıyla karar tekrar yargılananların aleyhinde bozulur ve yargılamalar sonucunda tekrar cezalandırılırlar.

1 Eylül Barış Günü’nde bugüne kadar barış için mücadele etmiş, bu uğurda bedeller ödemiş onurlu insanları saygı ve sevgiyle analım. Geçtiğimiz hafta haklarında açılan soruşturma nedeniyle savcılığa ifade veren ve Hakkari’den Yüksekova’ya dönerken trafik kazasında hayatını kaybeden Barış Anneleri Adalet Safalı, Perişan Akçelik ve Akçelik'in oğlu Cihan Akçelik’i de saygı ve sevgiyle analım.

Ne yazık ki 2023 yılının 1 Eylül’ünde savaşlar dünyada ve bölgemizde sürüyor. Ülkemiz ve bölgemiz yeni olası savaşların ve çatışmaların tehdidi altında. Oysa barış ve kardeşliğin, eşitliğin tesis edildiği bir ülkede ve dünyada yaşamak mümkün. Barışın mümkün olduğu günlere olan umutla, 1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun.

[i] KAYNAK: KORE SAVAŞI VE TÜRKİYE’DE SAVAŞ KARŞITI BİR ÖRGÜTLENME: TÜRK BARIŞSEVERLER CEMİYETİ, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 2019-Güz ss. 665-692.

Etiketler
Kürt savaş Barış Günü komünizm Adnan Menderes Nazım Hikmet