30 Ekim’de memleketim de…

30 Ekim geldi ya! İçimde bir heyecan bir coşku, bir özlem, bir eskiyi derin ah’lar çekerek anma ki sormayın gitsin… Bugün yine yolculuğumun ilk durağı olan...

30 Ekim geldi ya! İçimde bir heyecan bir coşku, bir özlem, bir eskiyi derin ah’lar çekerek anma ki sormayın gitsin…

Bugün yine yolculuğumun ilk durağı olan Kars’tayım. Yeniden çocukluğumun mahallelerindeyim, gençliğimin sokaklarındayım, umutlarıma beşiklik eden, sevinçlerime kaynaklık eden memleketimdeyim. Küçük dertlerime çare bulan, büyük dertlerimi paylaşan, özlemlerimi- yaşanmışlıklarımı kucaklayan, hepsi samimi, hepsi vefalı, hepsi tanıdık hemşerilerimle birlikteyim.

Her yazı bir yolculuktur, geçmişe yapılan bir yolculuktur denir ya! Bazı geçmişler hep devam eder, hep uzun sürer ya! 30 Ekimler benim için bir türlü bitmeyen uzun bir yolculuktur. Aklıma ve yüreğime kazınanların, kalemimden satırlara, sayfalardan raflara uzandığı zorlu ve özlem dolu bir yolculuk…

Neden derseniz? Hatıralarımı barındıran Kars, beni hep geçmişe götürür. Bebekliğimde götürüldüğüm, çocukluğumda oynadığım, gençliğimde dolaştığım, yaşlılığımda anılarıma dalıp gittiğim yerlere, olaylara götürür. Dostluğu tanımlarken; çilesi çekilmiş, bedeli ödenmiş, anlamı kavranmış rütbedir denir! O tanımın içini dolduran diyarlara götürür. O nedenledir ki; Kars’ı bir dost gibi sever, oraya ait anılarımı bir dostluk nişanı gibi yüreğimde taşırım. Özetle bende ki KARS budur, memleketimin bendeki yeri budur derim…

Mekân Kars, konu özlem olunca yazacak malzeme de çok oluyor doğrusu! Şimdi yayın yönetmenlerim “çok uzun olmuş!” diye kızsa da “olacak o kadar!” deyip başa döneceğim!

30 Ekim geldiğinde belleğimin çok derinlerinde yer eden ve asla silinmeyen bir anım geliyor gözümün önüne. Soğuk ama güneşli bir günde Karadağ Caddesiyle İstiklali Milli Caddesinin kesiştiği yerde eski Kars Belediye binasının önünde toplanmışız. Bütün okulların geçit töreni var. Ben okulumun Gazi İlkokulu’nun en önündeyim. Annemin özene bezene örüp, bembeyaz kurdelelerimi taktığı örgülü saçlarımla, siyah önlüğüm kolalı beyaz yakalığımla heyecan ve gurur içindeyim. Boyumdan büyük bayrağımızı ben taşıyorum, kendinden emin, özgüveni tam bir Cumhuriyet çocuğu ve Atatürk kızı olarak…

Demek ki içime de, hamuruma da, yüreğime de işleyen Cumhuriyet aşkı ve Atatürk sevgisinin temeli taa o yıllarda atılmış. Okulumuzda günler öncesinden bayrağımızı kim taşıyacak, flamamızı kim tutacak beklentilerinin bizi nasıl yarışa soktuğunu bugün düşünüyorum da nereden nereye gelmişiz- getirilmişiz diyorum kendi kendime…

O gün bugün daha ilkokul sıralarında elime aldığım bayrak hiç inmedi. O gün elimdeydi, bugün evimizde, balkonumuzda, duvarlarımızda dalgalanıyor. Dün Kars’ın caddelerinde yürüyordum, bugün yaşadığım kentin. Şimdi gerilere dönme zamanıdır…

O yıllara bakıyorum, o caddelerde anılarım, o sınıflarda coşkularım, o sokaklarda telaşlarım, o evlerde duvarlara sinmiş acılarım, sevinçlerim kalmış. Cumhuriyete, Atatürk’e olan köklü bağım kalmış. Bize bu iki kavramın altı öylesine kalın çizgilerle çizilmiş ki bugün üstünün çizilmesine isyanımız bundan.

Ve yine geriye dönüyorum. İki öğretmenimin derin izleriyle karşılaşıyorum. Sevinç Akçaylı ve Zeynel Kısacık. Gazi İlkokulu’nun; bilgileriyle bizi donatan, gülümsemeleriyle içimizi ısıtan, sonsuz sabırlarıyla bize tahammül eden, her alanda yol gösteren iki öğretmenimi anımsıyorum. Onlar; müzikten matematiğe, fenden biyolojiye, coğrafyadan tarihe, sanattan beden eğitimine, mandolinden piyanoya kadar bizi her şeyle tanıştırdılar. Asla yorulmayan, hiç üşenmeyen bu iki öğretmenimi saygıyla anıyorum. Böyle öğretmenler elinde yetiştiğimiz içindir ki belleğim ve yüreğim bugün gelinen noktada eğitimde yaşananlara isyan ediyor. Çok iyi anımsıyorum o yıllarda öğretmenlerimize duyduğumuz sevgi bazen anne ve babalarımızın bile önüne geçecek kadar derindi…

Şimdi sıra tanıdık dizelerde! Ne diyor Nazım Hikmet: “Sen alnımın çizgilerindesin memleketim”

Ne diyor Rüşdü Onur: “Sen aziz memleketim, uykusuz yaşadığımı bilmelisin/ Sen aziz memleketim, ellerim- gözlerim kadar benimsin.”

Ne diyor Edip Cansever: “Gökyüzü gibi çocukluk da hiçbir yere gitmez.”

Vee Gogol’un Rus Edebiyatındaki önemini vurgulamak için; “Rus Edebiyatı, Gogol’un Palto’sundan çıktı” derler. Biraz iddialı olacak ama başta laik cumhuriyetimiz, çağdaşlık, iflah olmaz Atatürkçülük sevgisi olmak üzere ulusal değerler de bizim kuşağa Kars Lisesi’nin koridorlarından çıktı desem yeridir. (Övünmek gibi olsun! Unutmak ihanettir.) Şimdi gelin de Kars’ın aydınlık yüzünün gurbetteki sevdalılarından biri olarak, bu dizelerden, bu sözlerden etkilenmeyin!

Değerli hemşerilerim! Bu yazımı bir Kars özlemi sayarsanız ki sayın.

Bizler; her inançtan dostlarımızla bir arada yaşayan, ırk, etnik köken, inanç siciline bakmayan, inancın çetelesini tutmayan bir kültürle yetiştik. Malakan, Rus, Alman, Lezgi, Azeri, Alevi, Terekeme, Kürt, Yerli dostlarımızla birlikte aynı ezginin halayını çekerek, aynı acının ağıtını yakarak yaşadık. O nedenle Kars, herkesin benim dediği bir yer oldu.

Sevgili okurlarım! Bu yazımı biraz kişisel ve bölgesel sayabilirsiniz! Haklısınız…

Ancak şaşaanın dili bana göre değil, ben yalın olmayı seviyor, memleketimi ayazıyla, soğuğuyla kışıyla, karıyla, tozuyla, boranıyla özlüyorum. Geriye dönüp baktığımda belleğimde yer eden çok şey var kuşkusuz. Örneğin Kars’ı Anadolu’nun kileri gibi görüyorum. Göle’nin peynirini, Ardahan’ın balını, Posof’unun gartolunu, Iğdır’ın al almasını, Arpaçay’ın buğdasını, Kars’ın pitisini, Sarıkamış’ın ketesini ince belli bardağa konmuş taze demli bir çay gibi özlüyorum.

Bazı sözler, anılar insanın içindeki telleri titretir ya! Bugünlerde ben de o ruh hali içindeyim. Bir liseme gidiyorum bir ortaokul yıllarıma, bir ilkokuluma gidiyorum bir Kars’ta çalıştığım yıllara. Sonra da günü geldiğinde; trenle, otobüsle, uçakla ne bulmuşsak bir başka meçhule çekip gittiğimizi, haksız bir vedayla ayrılışımızı hatırlıyorum. O gidişlerin hüznü içimdeki telleri bugün bile aynı sızıyla titretiyor. Anılara sığınıyor ama sığamıyorum. Aramızdan erkenden göçüp gidenleri rahmetle, hasretle anıyorum.

Düşünüyorum da en canlı anılarım çocukluk yıllarıma ait olanlar. Bir yanım hep oralarda asılı kalmış. Bunda bana ciddi bir fotoğraf albümü saklamış rahmetli annemin, oyuncaklarımın büyük bir bölümünü özenle koruyan kendimin(!) büyük payı var, bunu yadsıyamam. Hayatını öğrenmeler, öğretiler ve öğretmenler üzerine kuran biri olarak, beynimin derin kıvrımlarında canlı duran ilk görüntülerde evimizin, ailemizin, komşularımızın, memleketimin çağdaş ve uygar yapısının izlerini görüyorum. Sırayla gidersek; Çocukluğumun geçtiği evimiz, çok çocuklu, çok kuzenli, amcalı- dayılı-emili- abili, ablalı ailemiz. Güven ortamında, sonsuz bir şefkat ve özveriyle büyütülmemiz. Gelene gidene açık soframız, gonahsız geçmeyen günlerimiz. Akyaka trenini heyecanla bekleyişimiz, zeytinyağıyla, denizle, muzla, bazı sebze ve meyvelerle çok sonraları tanışmamız…

Bilmez değilim. Bizler bir avcumuzda memleketi, bir avcumuzda hasreti tutan kuşağız. Adı gelince yeniden ve yine sevdalanan, baba evlerimizi hasretle anan, yağan kara, esen tipiye inat üşümeden ve üşenmeden sokağa çıkan, boranı durdurup, buza meydan okuyup, kızaklarını yokuşlara vuran kuşaktık. Ben ve kuşağım Karsı böyle sevdik, adı geçince kulak kesildik, bir hemşerimizi görünce koşarak yanına gittik. Bu nasıl bir özlemse yıllar eskitemedi bi türlü! O nedenle Kars işte budur demek çok zor ve bana göre çok yavan. Benim Karsım budur demek en doğru olanı sanırım, ben de öyle yaptım zaten…

Bizler memleketimizin kaçgöç nedir bilmeyen, dışlayan değil kucaklayan, aşağılayan değil saran yapısıyla hep gurur duyduk. Töre cinayeti nedir bilmedik, görmedik, duymadık. Adliyelerinde Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı davaların görülmesine tanık olmadık. 6 Ekim 1924 yılında Kars’ı onurlandıran Gazi için hemşerilerimizce yazılıp bestelenen “Hoş gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa” adlı oyunla hem coştuk, hem oynadık. Bugün eğitim politikalarındaki yanlı ve yanlış uygulamalara bakınca, o gösterişsiz okullarımızın o zorlu koşullara rağmen; Beynimize ve yüreğimize çağdaş ve bilimsel düşünceyi, Atatürk felsefesini, cumhuriyet değerlerini bir mıh gibi çaktığını görüyoruz…

Kuşkusuz ki; O yıllarda ve o koşullarda işimiz hem kolay hem zordu. Kolaydı; çünkü arkamızda Atatürk’e ve Cumhuriyet ilkelerine inanmış ailelerimiz ve öğretmenlerimiz vardı. Zordu; yaşam koşullarımız iklim ve imkân olarak acımasızdı! Biz bu yolu nasıl yürüdük? Yürüdükçe nasıl güçlendik? Dönemin gözde okullarını nasıl kazandık? İyi konumlara nasıl geldik? Bu açıklanması zor bir sır gibi! Ama yanıtı da hazır! Nedir derseniz? Başta büyük Atatürk’ün ve yaptıklarının izinden gitmek! Batı kültürüne ve bilimsel gerçeklere açık olmak! O’nun askeri dehasının ve diplomatik zekâsının izinden giden bir eğitim almak.

Özetle nereye giderseniz gidin memleketiniz peşinizden gelir, artık siz oralarda yaşamasanız da o sizin içinizde yaşar ya! Ben bu yazımla geçmişimi, biriktirdiklerimi, anılarımı, belleğimi test ettim. Daha doğrusu 30 Ekim Kurtuluş günümüz bana bunları hissettirdi. Sizinle de paylaşayım istedim…

Kurtuluş günümüz kutlu olsun…