Ahmet Şık yazdı: Her şeye rağmen…

Seçim sürecinde ve ardında çok tartışılan konulardan biri Emek ve Özgürlük İttifakı’nda yaşananlardı. Tartışmanın en önemli aktörlerinden TİP Milletvekili Ahmet Şık’ın, seçim sürecini, yaşananları, hataları Gerçek Gündem’e değerlendirdiği yazı dizisinin sonuncusunda “birlikte direnmeye devam” diyor

Mücadele yürütülmesi gereken alanlara dair sorunları toplumsallaştırmaktan ve haliyle doğrunun ortak bir sesle haykırılmasından uzak, yurttaşı sandığa sıkıştıran bir siyaset anlayışıyla yönetilen bir seçim daha sona erdi. Anket şirketleri ve muhalif medyaya bakılırsa iktidar ve seçmeninin “endişeyle”, muhalefet partileri ve tabanının da büyük bir “umutla” beklediği bir seçimdi. Ama öngörüldüğü ve umut edildiği gibi değil herkesin dersler çıkarması gereken bir sonuçla neticelendi.

Mutlak bir iyimserlikle “aynıların aynı yerde” “ayrıların ayrı yerde” durarak tercih yapacağını değil de “elmaları armutlarla toplamanın başarıyı kaçınılmaz kılacağını” sananlar bir kez daha yanıldı. Millet İttifakı içindeki görünüşteki siyasal çeşitliliğe rağmen, anketlerin kararsız gösterdiği ve iktidar bloğundan kopmaya hazır seçmenlerde karşılık yaratamadıklarını fark etmediler. Görmek istemediler. Muhalif de olsa hafife aldıkları, zorunluktan oy vereceğini sandıkları, ulaşmak için çaba göstermedikleri bir kesim seçmen “tatava” yapmakla kalmayıp elindeki mührü iktidar seçeneğine bastı.

Sokağı, hak aramanın en tabii mekanı olmaktan çıkarıp yurttaşa sadece sandığı çözüm olarak ortaya koyanların, sandığa gideceklerin iradesini örgütlemedikten sonra bir kazanım elde etmelerinin mümkün olmadığını gördük. Yurttaştan muhalefet etmeyi de siyaset yapmayı da kendilerine bırakmalarını isteyip, sadece sandığı işaret edenlerin seçim başarısızlığının başlıca sorumluları arasında olduklarına kuşku yok.

BÜTÜN ÜLKE KAYBETTİ

Evet, seçim adil ve eşit koşullarda, hukukun egemen olduğu bir yargı rejiminin garantörlüğünde gerçekleşmedi. Saray Rejimi, hem merkezi iktidarın avantajlarıyla devletin hem de yerellerdeki iktidarının tüm olanaklarını kullandı. Daha çok insana ulaştığı aşikar olan ve avucunun içinde tuttuğu medyanın gücü ve devlet olanaklarıyla seçmenin tercihlerine yön verebildi. Ve gelinen noktada seçmenin yarısı elbirliğiyle yaratılan hukuksuzluk rejiminin mimarına, yanlış yaptığını bildiğine, doğruları söylemediğinden emin olduğuna oy vermekte sakınca görmedi. En kritik seçimi, yurttaşların taleplerini doğru okumak ve ihtiyaç olanın sadece iktidar değişiminin değil bir dönüşüm olduğu gerçeğinden çıkarıp seçmenin zorunluluklarının üzerinde tepinen bir mecburiyet olarak görenlerle birlikte bütün ülke kaybetti.

Muhalefetin kaybına dair bir dolu neden sıralanıyor. Yanlış aday tercihi, ittifakların ne kadar işlevsel olup olmadığı ve istenilen sonuca ulaşmakta çaba gösterip göstermediğinden, karşı mahalleye sesini duyuramamaya, parti teşkilatlarının çalışıp çalışmadığı ve yapısal meselelere kadar uzanan bir liste sayılıyor. Herkes kendi durduğu yere, aldığı siyasi pozisyona göre bir başka nedeni öncelikli görüyor. Muhalefetin yenilgisine dair tartışmalar ve ifade ediliş biçimi Erdoğan’ın nasıl ve ne şekilde kazandığıyla ilgili doğru tahliller yapılmasını da engelliyor.

Seçim mağlubiyetinin, muhalefet partilerinin ve liderlerinin toplumu sadece kendi habitatından ve sosyal medyanın yankı odasından ibaret görerek nabzını tutamamasından, Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi mühendislikte daha başarılı olmasına kadar birçok nedeni var elbette. Erdoğan’ın kendi bekası için her seferinde bir yenisini bulabildiği ittifak ortaklarını görememek parlamento dağılımının belirlendiği 14 Mayıs seçiminin de yenilgisini getirdi. İktidar blokunun yitirdiği oyların gittiği adresler olan YRP ve HÜDA PAR yeni müttefik tayin edilerek verilen fire telafi edildi.

ZALİMİ ALKIŞLAYANLARIN KALABALIKLIĞI

Yitirdiği imtiyazlarının yarattığı hırs ve öfke nedeniyle partisiyle ilgisi devam eden ancak tabanıyla bağı ve siyasi nüfuzları zayıflamış eski Ülkü Ocakları yöneticilerinin, Sinan Ateş cinayeti üzerinden söylediklerini referans alarak ciddi kayıp yaşayacağını düşünenler MHP’nin aldığı oydan şaşkın. Yollarını ayırmış olanlar da dahil olmak üzere sağ ve sağcılığa gönül verenlerin hunharca işlenmiş bir cinayeti görmezden gelebilecekleri ve geride kalan iki yetimi umursamayacakları yeni bir bilgi değildi oysa ki. Lümpenliğin geçer akçe olduğu bir iklimde eğer menfaatleri söz konusuysa haksızlık karşısında sessiz, zulüm karşısında vurdumduymaz olmakla kalmayıp zalimi alkışlayanların ne denli kalabalık olduğu da daha önce hiç görülmemiş şey değildi. Öte yandan hamasi milliyetçiliğin marka değerinin hala MHP olduğunu göremeyenlerin İYİ Parti’ye de sahip olmadığı bir güç ve önem atfettiklerini de not etmekte fayda var.

Yalanın yalan olduğunu söylediğinizde duymayan, ikna edici olup olmadığınızı umursamayan ve yalanı doğrunun yerine koymakta beis görmeyen bir fanatizmin kitleselleşip ikna edilemez olduğu gözden kaçırıldı. Bu kitlenin ve çeperindekilerin otoriteyle, tahakküm kuranla ve gücün etkisiyle ilişkisi doğru okunamadı. Kolaylıkla yönlendirilebilen bu kitlenin; kendinden olmayanı ötekileştirmekle kalmayıp “terörist”, “vatan haini” ilan eden, ırkçı/faşizan eğilimleri büyüten iktidardan/reisinden yana tutum almakta belirleyici olduğu gözden kaçırılan bir diğer husustu. O yüzdendir ki iktidar değişiminin yönü “demokrasi, barış, hak, hukuk, adalet” denilerek tayin edilmeye çalışıldıkça, savaş gemilerini ziyarete açanlar “köprü, yol, havalimanı, İHA, SİHA, TOGG” demeye devam etti.

KÖHNEMİŞ KURUMSAL SİYASET

Yani karşımızda bulduğumuz sonuç birdenbire ortaya çıkmış değil bilakis yıllar yılı süren bir hal. Yeni rejimin sahiplerinin yıllardır yapıp ettikleri ve olup bitenlerle siyasette ve toplumda gerçekleştirdiği dönüşümün, iktidar ve sözcülerinin kamusal etki yarattığı alanda birikenlerdeki sığ düşünme biçiminin hayli derin olduğu, lümpenliğin indiği derinlik kavranamadı, görülemedi. Memleket siyaseti sağın da sağına yanaşırken taklit bir sağcılığa yönelmek, iktidarın bağrından kopmuş sağcıları müttefik kılamadığın bir ittifaka dahil etmek, kutuplaştırma siyasetini keskinleştiren kimlik politikaları gütmek, evrensel hukuk ve demokrasi normlarını referans almak varken ilkelerden ödün vererek iktidarın diskuruna meftun olan bir siyasetsizleşmeyi doğru siyaset sanmak üzerinde düşünülmesi gereken konular. Ancak köhnemiş kurumsal siyasetin yarattığı statükoda esnaflık yaparak elde edilen pozisyonlarda, sahip olunan makam ve mevkilerde olanlardan bunları düşünmelerini beklemek sadece saflık olur.

İktidar yanlısı olmayan medyanın toplumsal kutuplaştırmayı keskinleştiren ve duyguya oynayan gazetecilik refleksleri ve yayıncılık anlayışının ise kime oy vermeyeceği belli olan seçmeni konsolide etmekten başka işe yaramadığını da yabana atamayız. Hem medya hem de yön verdiği siyaset, Türkiye’nin gerçeği olan “Boş tencerenin iktidar devireceği” inancını yaygarayla pekiştirmeye çalışırken tencerenin gerçekten boş olup olmadığına bakılmadı. Döviz kurları ve pahalılıkla ekonomik kriz okumaya çalışanlar, Türkiye’de bir ekonomik krizden çok bölüşüm felaketi olduğunu görmediği gibi dahil oldukları orta sınıfın tüketim alışkanlıklarındaki daralmayı tüm memlekete teşmil etmekle meşguldü. İktidar ise sadece Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Aile Destek Programı yoluyla yalnızca 2022 yılında toplamda 13 milyar liranın üzerinde yardım dağıtıyordu. Çok açık ki bu programla girdikleri 3 milyondan fazla hanenin sofrasından eksilen ekmeği tamamlanıyordu.[1]

Etkili olduğu illüzyonu yaratan ve muhalefet cenahının sıkışıp kaldığı sosyal medyanın bir yankı odasından ibaret olduğu da bir kez daha kanıtlandı. En haysiyetsiz işlerden biri olan maaşlı ya da gönüllü trolleriyle sosyal medyaya yön verebilecek gücün iktidar olduğu ve orada ortaya çıkan “gürültünün” dev bir sessizlik olduğu da umarım bu kez anlaşılabilir.

ŞAPKAYI ÖNE KOYUP DÜŞÜNME ZAMANI

Sözü eğip bükmeden söylersek; memlekette bir değişim bekleyen, evrensel demokrasi ve hukuk normlarının egemen olmasını talep eden, savaş çığırtkanlarının değil barışın sesini yükseltip eşitliği hakim kılmak isteyen yurttaşlar üzerine düşeni yaptı. Neyi yapıp neyi yapamadığı ortada olan muhalefet blokunda yer alan tüm partilere gelince, onların artık şapkayı önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Çok uzun zamandır yaşadığı dağınıklık artık bir çözülme halini alan toplumsal muhalefeti de fasit daireye sokan odaklar ve yöneticileri ellerindekilerle yetinip sadece statükolarını korumaya devam etmeye kalkarlarsa, ne gidilecek bir yol ne varılacak bir menzil kalacak elimizde.

Hırslarının esiri olarak birbirleriyle güç yarıştıran, kazanılacağından emin olunan seçim sonrasında devlet bürokrasisinde yer, doğacak rantiyeden pay peşinde olanlar için menfaatler öncelikliydi. Müttefiklikleri tartışmalı Millet İttifakı bileşenlerinin “Kaybedenler Kulübü” üyesi iken kazananlar safında yer alanları memnun. O yüzden bu yazının konusu değiller. Uzun yıllardır merkez sağdaki parti boşluğunu doldurmaya uğraşan CHP de değil. Konumuz soldaki partiler.

Kuşku yok ki bu ülkenin kadim sorunlarının tek çözüm adresi, düzene karşı duran sol/sosyalist partiler. Çünkü memlekette demokrasi için hakikaten mücadele edenler, barışı arzulayanlar, hukuk normlarını önemseyenler, eşitlik mücadelesinde bu değerlerin savunuculuğunu ve taşıyıcılığını üstlenenler her zaman solcular ve sosyalistler oldu. Sadece memlekette değil dünyanın geri kalanında da sağ, sahte bir vatanseverlik ajitasyonuyla kişisel çıkarlarının peşindedir. Sol ise adalet ve eşitlik arayışını, toplumsal vicdanı temsil eder. Bu nedenle her zaman tarihi ve toplumsal misyona sahiptir. Tam da bu nedenle bugün de hangi anlayışta olursa olsun son seçim sonuçlarının ardından karamsarlıkları giderek umutsuzluğa dönüşen yurttaşların tutunacakları bir dal bulunduğunu ve adının sol olduğunu gösterebilmeli.

Ancak mutlak bir iyimserliği hakimiyetinde ve aksi olasılığa karşı hiçbir hazırlık yapılmadığı ortaya çıkan sonucu yalnızca bir seçim yenilgisi olarak değerlendirmek yeterli olmayacak. Şimdi seçimin sonuçları ve ortaya çıkan başarısızlığın nedenlerine dair hakkaniyetli ve samimi yanıtlara ihtiyacımız var. Ki başta HDP/YSP ve TİP olmak üzere sol kanatta yer alan partilerde ulaşamadığımız potansiyelin nedenleri tartışılıyor. İhtiyacımız olan yeniye, yenilenerek ulaşabileceğimizin bilinciyle örülmüş bir farkındalığı açığa çıkaran kolektif yüzleşmenin gerekliliğini anlatan bir başarısızlık var ortada. Yenilginin bazı sorumluları çeşitli bahanelere sığınıyor ve kendilerine rağmen gerçekleştiğini iddia ettikleri inandırıcı olamayan dışsal nedenler sıralıyorlar. Oysa ki kabullenilemeyen bu kritik yenilgi ve üstlenilmeyen sorumlulukla devam edilirse daha çok bedel ödenecek. Yani ne özeleştiri sözde kalmalı ne de sorumluluktan kaçınmalı.

Hakikati görememekte ya da görmek istememekte ısrar etmek yerine herkesin kendi hatasıyla yüzleşebildiği yapıcı bir tartışma sürecine katkı sağlayarak, yan yana durmaya devam etmeliyiz. Ders alınabilecek bir tartışma süreciyle muhalefet değil iktidar olmayı hedefleyen, siyasetteki yerinin ağırlığını hissettireceği bir solun mümkün olduğunu gösterebiliriz. Bu hepimiz için bir ödev ve sorumluluk.

Yaşadığı hayal kırıklığı ve içine düştüğü karamsarlığın sorumlularını arayanların, aynı zamanda iktidarın kurduğu suç düzenine direnen, hukuksuzluklarını onaylamayan ve balans ayarı yapabilecek tek güç olan diğer yüzde 50 olduğu ve direnmeye devam edeceğini bilmek küçümsenecek bir sonuç değil. Sadece muhalefete oy vermiş olan yüzde 50 değil, iktidara oy vermiş olan insanlar içerisinde de mevcut durumdan memnun olmayanların olduğu herkesin bildiği bir sır. Ancak bu insanların neden hala muhalefete güven duymadığı ve onları toplumsal mücadeleye katmakta neden bu kadar zorlandığımızı düşünmek de bizim mecburiyetimiz. Özellikle iktidarın Türkiye’deki işçi sınıfı ve yoksullar üzerindeki tahakkümünü nasıl kırabileceğimizi iyice düşünmek ve her gün daha da yoksunlaştırılan işçi sınıfının neden iktidara bu kadar bağımlı olduğunu tam teşekküllü bir okumaya konu etmemiz gerekiyor. Ve o yüzde 50’nin bundan sonra ne yapacağı, oy verme alışkanlıklarından tutun da sahip oldukları gücün bir toplumsal muhalefet odağı yaratıp yaratamayacağına dair bir dizi soru var önümüzde.

Doğrunun yerine koyulan, sürekli tekrarlanıp büyütülerek seçmenini/taraftarını ikna etmekte kullanılan yalanlar, tahrif edilmiş gerçeği örten bahaneler yerine, gerçek anlamda bir özeleştiri şart. Her siyasi parti ve yapının memleket için talep ettiği demokrasiyi önce kendi içinde inşa etme zamanı. Ezcümle, rasyonalize edebileceğimiz korkular nedeniyle sinisizme teslim olan yurttaşların güven duyarak peşinden gitmekte tereddüt etmeyeceği bir siyasi/politik özneyi inşa etme ya da varolanları büyütüp kurumsallaştırma zamanı.

SON SÖZ NİYETİNE

Sevgili yoldaşlarım;

Siz de biliyorsunuz ki bazı sözcüklerin hayattaki anlamı sözlüklerdeki karşılığından çok daha fazla. Mesela dayanışma ve umut her şeyin sonuna geldiğini düşündüğümüz şu sıralar aklımızdan hiç çıkmaması gereken sözcükler. Bu ülke hepimizin ve biz varsak, bir arada durmaya devam ediyorsak umut her zaman var.

Hatırlasanıza sayısız yıkımın, bir o kadar felaketin yarasını dayanışarak birlikte sarmaya çalışmadık mı?

Daha birkaç ay geçti üzerinden, unutmuş olamazsınız. Dayanışmanın yaşatacağı bilgisiyle elimizi uzatıp enkaz altında kalanı çekip kurtaranların, ölümden kurtulanın mahkum edilmek istendiği çaresizliği gidermek için katkı verenlerin arasında değil miydik hep birlikte?

Ermenek’te, Soma’da, daha senesi dolmadı Bartın’da patronlarının kar hırsının babalarını madene gömdüğü çocukların yüzü bir nebze olsun güldüyse, geleceğe dair hayalleri varsa bizim sayemizde değil mi?

Sevdikleri kendilerinden koparılan Cumartesi Anneleri’nin, Galatasaray’da her hafta gözaltına alınmalarına rağmen geride mezarsız ölüler bırakan faillerle hesaplaşacaklarını söylemekte ısrar etmelerinden güç almıyor muyuz?

Bir ülkenin ve milyonlarca yurttaşının en onurlu direnişi olan Gezi isyanında yanı başımızda düşeni yerden kaldıran da bizdik unuttunuz mu?

Devlete çöreklenip ülkeye çökenler şehirlerimizi bize dar etmek için mahallemize, parkımıza hatta evlerimize de çökmek isterken isyan edenlerin arasında değil miydik?

Ormanlarımız yanarken ciğerimizi söndürmek için ellerimizde kovayla su taşıyanlar da bizdik.

Dağları, ovaları delik deşip edip çölleştirenlere, zeytinliklerimizi kesip betonlaştıranlara, deremizi golümüzü kurutmak isteyenlere itiraz edenlerin de arasındaydık.

Karanlığın en dibinde umutsuzluğa düştüğümüzde toplumsal muhalefetin kutup yıldızı olan kadın hareketinin kalabalığını anımsayıp güç bulmuyor muyduk?

İktidarın nefret öznesi haline getirilen LGBTİ+’lar nerede olduğumuzu sorduğunda “Burdayım aşkım” demiyor muyduk?

Gencecik üniversiteliler okullarının özerk bir bilim yuvasına dönmesi için sokaktayken yanlarında duran, mahkemedeyken adliye önünde seslerini duyurmaya çalışanlar da bizdik.

Siyasetçi, mimar, belediye başkanı, şehir plancısı, avukat dostlarımız haksızlık karşısında durup hukuksuzluğa karşı çıktıkları için tutsak edilmelerine rağmen hala dimdik durmaya devam edip, hapishanelerden umudumuzu ve direncimizi diri tutmuyorlar mı?

Hapislere, sürgünlere, saldırı ve tehditlere rağmen gazeteci arkadaşlarımız hala hakikati anlatmakta ısrar etmiyorlar mı?

Yani sevgili yoldaşlarım;

Düştüğümüz yerden kalkacak, birbirimizin yaralarını saracak ve birlikte direnmeye, gerekirse dövüşmeye devam edeceğiz. Bizi yok etmek bir yana aksine güçlendiren yaralarımıza bakıp, haklı öfkemizle birbirimize tutunmanın daha bir gerekli olduğu bir zamanda yer yok umutsuzluğa. Biliyoruz ki umut kendi gerçeğini de geleceğini de yaratır.

Çünkü Oruç Aruoba’nın da dediği gibi, “Göğümüzü ve yerimizi yeniden kurmamızı gerektiriyor yaşadıklarımız.”



[1] https://blog.insanhaklariokulu.org/secim-sath-i-mailinde-iki-sosyal-yardim/

Etiketler
Ahmet Şık HDP Muhalefet Türkiye İşçi Partisi - TİP Seçim