Türkiye çağdaşlaşmayı gelişmiş beyinlerle yakalamak zorundaysa

Yedi kat göğün son katı olan “Arş-ı âlâ”ya bir hikmet sonucunda çıkılabileceğini düşünebilir, buna inanabilirsiniz de tabii… Ama şu uzaya hangi bilgiyle...

Yedi kat göğün son katı olan “Arş-ı âlâ”ya bir hikmet sonucunda çıkılabileceğini düşünebilir, buna inanabilirsiniz de tabii…

Ama şu uzaya hangi bilgiyle çıkabilirsiniz?

Milyar dolarlar edecek bir yazılımı kime yazdırabilirsiniz?

İleri teknoloji isteyen bir sanayi ürününü nasıl geliştirebilirsiniz?

Sadece “gelişmiş beyinlerle” değil mi?

Yani asla, hani şu çeşitli uluslararası sıralamalarda en altlarda boy gösterdiğimiz standartlardaki eğitimle değil.

Niye “asla?”

Bunun niyesi-nasılı çok açık değil mi?

Eğer “biz de onlar gibi olabiliriz” dedikleriniz bütün bu konularda başını almış gidiyor, akıllara durgunluk verecek bir hızla ilerliyorsa; sizin bu rahvan eğitimle aynı bilim insanlarını, aynı teknolojiyi yetiştirip “hadi bakalım vatan sizden hizmet bekliyor” diye piyasaya salmanız ve onlara yetişmeniz mümkün müdür?

Yetişemez ve yetiştiremezsiniz tabii.

Çünkü bu uzay ve internet çağında bırakın adam olabilecek çocuğu daha altı yaşındayken alıp eğiterek, en azından bundan on dört yıl sonrasında yani yirmi yaşına gelince ondan böyle bir şeyler beklemeyi; daha elinizde onu eğitip yetiştirecek kadrolarınız bile yoksa ve o eğitecek olanları eğitmek için bile on yıllar gerektiği ortadaysa, bu konuda ümit beslemeye “yaparız evelallah” demeye imkan var mı?

Yok

Yok gerçekten.

Kuş uçmuş, tren kaçmıştır.

Bunun belki şimdi çok katı bir değerlendirme olduğu da söylenebilir fakat hesap da ortada.

-Ama bak bizde de falan falan kişiler yetişmedi mi? Anadolu’nun en gariban yerlerinde, en zor koşullarda yetişip de şu bilimin, teknolojinin kurtlar sofrası Amerika’sında en iyi üniversitelerde, en işi şirketlerde görev alanlar yok mu?

Var tabii…

Ama bu örneklerin hiçbiri bu işleri, öyle batıdaki gibi çok özel eğitim kurumlarının çok özel öğreticileri ve kendilerine sağlanan çok geniş imkanlarıyla elde etmiş değiller.

Onlar, bütün bu imkansızlıklara, bütün bu olumsuzluklara rağmen her nasılsa böyle bir "kişisel" başarıyı yakalayabilmiş özel insanlarımız. Dolayısıyla bu başarıları eğitim sisteminin değil, kendilerinin başarıları.

-Peki, onların ve ileride de çıkabilecek onlar gibilerinin bu üstün başarıları ile çağı yakalayabilir miyiz acaba?

-Hayır, yakalayamayız.

Çünkü dikkat ederseniz hepsinin başarı hikayesi bu topraklardan başlasa da Amerika’da ortaya çıkıyor. Siz hiç böyle uluslararası başarılara sahip olmuş ama bunu Türkiye’de taçlandıran birini gördünüz mü?

Göremezsiniz.

Çünkü kendisini sadece ve sadece kendi başarısıyla ortaya çıkaran ve bir elin parmakları gibi sınırlı sayıda olan bu insanımız hem bu başarılarını sergilemek hem değerlendirebilmek için haklı olarak kapağı oralara atmak durumunda kalmaktadırlar.

Yani, duyduğumuzda Türklükleri ile öğünmekte ama yarattıkları değerlerini oralara kaptırmaktayız.

Cevabını bulmamız gereken soru şu olmalı:

Modern çağa yetişmek için bize gerekli olan insanlarımızı sistemli olarak yetiştirecek bir düzenimiz yoksa, hasbelkader yetişeni de ülkede tutamıyorsak nasıl gerçekleşebilir bu ümitler?

*

Diğer taraftan, bir zamanlar Türkiye, eğitimli insanının bundan daha kıt, imkanlarının bundan daha dar olduğu kuruluş yıllarında bunu pek ala başardı biliyorsunuz.

Üstelik bu aldığı sonuçla bir de bütün dünyaya parmak ısırtarak.

-Nasıl oldu peki?

Gerçi bütün sıkıntı ve imkansızlıklara rağmen çağdaş bir eğitim düzeni yaratmak için elden gelen yapıldı ama, -tarihin cilvesi olacak- o sıçrama, daha çok Almanya’da 1930’larda iktidara gelen Nazilerden kaçan çoğu Musevi bir kısım bilim adamının 1933’te topluca Türkiye’ye kabulü ile oldu.

O yıllarda Türkiye milli mücadelede emperyalizmi dize getirmiş, gözünü çağdaşlaşmaya dikmiş kararlı tavrıyla dünyada bir yıldız gibi parlarken tabii ki kendi ülkelerinde bunalan bilim adamlarının gözdesiydi. Bilgileri en iyi burada değerlendirilebilir, kendilerine en uygun yaşam burada sağlanabilirdi.

O günlerde Fransa'da yaşayan ünlü fizikçi, Albert Einstein imzalı mektubun kıvılcımı ve bu konuda büyük öngörü sahibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün onlara kapıları ardına kadar açmasıyla her biri kendi alanında deha sayılabilecek binden fazla bilim adamı Türkiye’ye geldi.

(Bunların bir kısmı için bakınız: https://tr.wikipedia.org/.../1933-1945_senelerinde_T%C3... )

O tarihte bizim ne böyle yetişmiş kadrolarımız ne oturup onları yetiştirecek eğiticilerimiz ne imkânımız ve ne de vaktimiz vardı.

Büyük bir öngörüyle, bütün imkanlar zorlanıp içeride her türlü itiraza rağmen kendilerine dolgun ücretler verildi ve bunların hepsi genç Türkiye’nin hizmetine girdiler.

Bu olay özünde tastamam bir “beyin göçü” idi.

Her zaman ve her yerde olabileceği gibi; yaşam koşulları zor, baskıcı, vahşi idareli bir ülkenin bilim insanları yani parlak beyinleri, daha huzurlu, daha itibarlı ve kendilerine maddi manevi daha fazla değer veren bir ülkeye göç ediyorlardı.

Tarih ve talih bize gülmüştü.

*

O tarih sonraları bir kere daha güldü bize ama ilki kadar değerlendiremedik:

1991’in son günlerinde Sovyetler Birliği dağıldığı sırada o kaostan kaçan bilim adamları sayesinde yazılımdan nükleer fiziğe kadar iyi bir beyin göçü yakalayabilirdik ama olmadı.

Tarih bu şansı bize bir kere daha verir mi bilemiyoruz.

Ama görünen o ki bırakalım beyin göçü almayı, bu son yıllarda şartların tersine dönmesiyle bu kez de biz beyin göçü veriyoruz.

Üstelik artan bir hızla.

Gidin sorun yeni yetişenlere, neredeyse tamamı ilk fırsatta o çağdaş ülkelere "kaçma" düşüncesinde.

Ve bırakalım birilerini eğitip yetiştirmeyi; sistemin değil ama kişisel başarıların ürünü bazı beyinleri de elden kaçırarak ülkeyi bu açıdan giderek daha çoraklaştırmaya, çağdaşlık yarışında o büyük mesafenin her gün daha da açılmasına seyirci kalıyoruz.

*

-Çözüm var mı?

Aynen bir yarış otomobiline bisikletle yetişmeyi hayal etmek gibi bir durum varken -herhalde- biraz uzun zaman alacak olsa da, tabii ki çağdaş bir eğitim düzeni kurarak bazı kadrolar yetiştirmekten vaz geçelim denemez.

Ama aradaki mesafenin hızla açıldığı bu dünyada tek ve kısa vadede bel bağlanacak olan çözüm; ne yapıp yapıp kendi insanlarımızı geri getirebilmekten başlayarak, dışarıdan kuvvetli bir beyin göçü yaratmaktır.

Bu nasıl olur?

Tabii ki genel şart; kaçışta etkili olan bütün olguları tersine çevirmek.

Bunun birinci koşulu, bilim insanlarına en azından o gittikleri ülkelerin gösterdiği kadar önem vermek, bilimsel çalışmalarında ve verecekleri eğitimlerde kendilerini olabildiğince özgür kılmak ve tabii ki onları maddi olarak ciddi ölçülerde tatmin etmektir.

Bunu devletin teşvikleri ile, ücretlerinin üzerindeki vergi yükünü düşürüp ellerine daha fazla para geçmesini sağlayarak yapabilirsiniz.

Bunu yaptığınız, koşullarını yarattığınız zaman; en başta elinizdekileri kaçırmaz, dışarı kaçanı geri getirir ve üstelik diğer ülkelerden kaçanları da değerlendirmiş olursunuz.

Yoksa; zaman geçer, kaçan kurtulur ama şu çılgınca ilerleyen bilim ve teknoloji yarışında bırakın mesafeyi kapatmayı, yerinizde bile sayamazsınız.

Şimdi pek çok ülkenin köşelerinde adeta çirit attığı “arş-ı âlâ”ya çıkabilmek için de ancak birilerinin hikmetinden medet umar oyalanırsınız.

Etiketler
Türkiye