CHP'li Erdoğan Toprak: İktidar kendi atadığı İstanbul Valisine, İstanbul Emniyet Müdürüne güvenmiyor mu?

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi.

CHP'li Erdoğan Toprak: İktidar kendi atadığı İstanbul Valisine, İstanbul Emniyet Müdürüne güvenmiyor mu?

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi. İç politika, Dış politika ve Ekonomi başlıklı değerlendirmelerde önemli konuları ele alan Toprak, 'Haftalık Değerlendirme Raporu'nu paylaştı.

Toprak yaptığı açıklamada, "Cumhurbaşkanlığı kararında başlangıçta 500 kişilik ifadesine yer verilmesi yakında bu sayının daha da artırılacağını doğrudan Ankara’ya bağlı bu özel birimin Emniyet teşkilatı içinde ayrı bir güce dönüşeceğini akla getirmektedir. Böyle bir birim İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü bünyesinde görev yapan polisler arasından oluşturulabilecekken hangi amaçla bu yetki alanının dışında ve doğrudan Ankara’ya bağlı bir güç oluşturma yoluna gidilmektedir. Bundaki amaç nedir. İktidar kendi atadığı İstanbul Valisine, İstanbul Emniyet Müdürüne güvenmiyor mu?" diye sordu.

Toprak, “Cumhurbaşkanının üç gün boyunca ülke gündemini değiştirmek ve kamuoyu dikkatini yığınla sorun dışındaki alanlara çekmek için ortaya attığı “müjde senaryosu” sırasında dikkatlerden kaçan 2844 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı 20 Ağustos tarihli resmi gazetede yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından alınan bu kararla İstanbul’da başlangıçta en az 500 kişiden oluşmak üzere İstanbul Valisi ve Emniyet müdürüne bağlı olmaksızın, doğrudan Ankara’ya bağlı olarak özel bir polis gücü oluşturuluyor” ifadelerine yer verdi.

CHP Genel Koordinatörü Toprak, “OECD ve AB ortalamalarına bakıldığında AB ülkelerinde her 100 bin kişiye 318 polis/jandarma düşerken Türkiye’de her 100 bin kişiye 540 polis ve jandarma düşüyor. Bu ortalamaya bekçiler dahil değil. OECD ülkeleri arasında ise ilk sıradayız” dedi.

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak’ın yaptığı açıklamanın tamamı şöyle:

Cumhurbaşkanının üç gün boyunca ülke gündemini değiştirmek ve kamuoyu dikkatini yığınla sorun dışındaki alanlara çekmek için ortaya attığı “müjde senaryosu” sırasında dikkatlerden kaçan 2844 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı 20 Ağustos tarihli resmi gazetede yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından alınan bu kararla İstanbul’da başlangıçta en az 500 kişiden oluşmak üzere İstanbul Valisi ve Emniyet müdürüne bağlı olmaksızın, doğrudan Ankara’ya bağlı olarak özel bir polis gücü oluşturuluyor. Takviye Hazır Kuvvet olarak adlandırılan bu özel polis gücü ile ilgili gündeme getirilen sorulara ve endişelere ilişkin olarak iktidar sözcüleri, 2018 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Ankara’da EGM bünyesinde kurulan Takviye Hazır Kuvvet örneğini veriyorlar. Bu birimin ülkenin farklı yerlerindeki toplumsal olaylara, doğal afetlere gönderilerek güvenliği sağladığı, o illerin emniyet güçlerine destek olarak görev yaptığı vurgulanıyor. İstanbul’da oluşturulan yeni polis gücünün de bu amaçla görev yapacağı, “tasarruf sağlanacağı” savunuluyor.

Ancak kanımca açıklanan bu gerekçeler, dile getirilen söylemler inandırıcı değil. Ülke sathında, 81 ilde ve en ücra yerleşimlerde görev yapan polislerimiz, emniyet güçlerimiz, bunun yanı sıra jandarma kolluk güçlerine ilave olarak bu iktidar tarafından lağvedilen çarşı ve mahalle bekçileri de yeniden organize edilerek teşkilatlandırıldı. Bekçilerin yetkilerini genişleten, polislerle hemen hemen aynı yetkilerle donatan yasa değişikliği meclisten geçirildi.

OECD ve AB ortalamalarına bakıldığında AB ülkelerinde her 100 bin kişiye 318 polis/jandarma düşerken Türkiye’de her 100 bin kişiye 540 polis ve jandarma düşüyor. Bu ortalamaya bekçiler dahil değil. OECD ülkeleri arasında ise ilk sıradayız. Yani ülkemizde bir güvenlik açığı olduğu ileri sürülüyorsa bunun giderilmesinin yöntemi özel polis gücü oluşturmak, emniyet teşkilatının yapılanmasını zedeleyecek tek kişinin karar verdiği adımlar atmak değil bunu yasaya, hukuka, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası çerçevesinde TBMM önüne getirerek açık ve şeffaf bir süreçle hayata geçirmek olmalıdır.

Parti devletinden sonra ülkemizin bir polis devleti haline dönüştürülmesi bunu il yönetimlerinden, il emniyet müdürlüklerinden bağımsız, Ankara’ya bağlı özel teşkilatlar oluşturarak yapmak hukuk devleti ile demokratik devlet anlayışı ile izah edilemez.

İKTİDAR KENDİ ATADIKLARINA GÜVENMİYOR MU?

Cumhurbaşkanlığı kararında başlangıçta 500 kişilik ifadesine yer verilmesi yakında bu sayının daha da artırılacağını doğrudan Ankara’ya bağlı bu özel birimin Emniyet teşkilatı içinde ayrı bir güce dönüşeceğini akla getirmektedir. Böyle bir birim İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü bünyesinde görev yapan polisler arasından oluşturulabilecekken hangi amaçla bu yetki alanının dışında ve doğrudan Ankara’ya bağlı bir güç oluşturma yoluna gidilmektedir. Bundaki amaç nedir. İktidar kendi atadığı İstanbul Valisine, İstanbul Emniyet Müdürüne güvenmiyor mu? Hepsinden önemlisi İl İdaresi Yasası, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası bir kenara atılarak niçin tek imzalı bir kararla hepimizi ilgilendiren özel teşkilat alelacele kurulmak istenmektedir. İçişleri Bakanı olası İstanbul depreminden söz etmektedir. İstanbul’da en hayati ve öncelikli önlem alınması gereken konunun İstanbul Depremi olduğunu söylememize karşılık iktidar hâlâ Kanal İstanbul peşindedir. İstanbul depreminin bu özel polis gücünün kurulmasına gerekçe gösterilmesi inandırıcı gelmemektedir.

Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası’nda Emniyet Genel Müdürlüğü’nün teşkilatlanması, il ve ilçelerde yapılanması konusunda ayrıntılı düzenlemeler yer almaktadır. Söz konusu yasa, EGM’nin İl teşkilatlarının, o ilin valisinin gözetimi ve denetiminde İl Emniyet müdürlükleri olarak teşkilatlanmasını içermekte, öngörmektedir. Oysa uygulamaya konulan Cumhurbaşkanı Kararıyla, bu yasa hükümlerinin dışında il valisi ve emniyet müdürünün yetki, yönetim ve denetiminden muaf, emir ve kumandası Ankara’dan yürütülen özel bir teşkilat yapılandırılarak kurulmaktadır. Böyle bir yapılanma çok başlılığa yol açacaktır. İstanbul Takviye Hazır Kuvvetler gücü İstanbul Valisini ya da emniyet müdürünü değil, Ankara’yı muhatap alacaktır.

Toplum güvenliğine yönelik düzenlemeler, demokratik hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde şeffaf bir süreçle, kafalarda oluşan endişe, kaygı ve korkuları, soruları giderecek şekilde millet iradesinin tecelli ettiği TBMM çatısı altında konuşulup, tartışılarak yapılmalıdır.

LİBYA MESELESİ

2. Libya’da Trablus ve Tobruk yönetimleri ateşkes ilan ettiler. Anlaşmanın en kritik maddesi ülkedeki yabancı askeri güçlerin Libya’yı terk etmesi konusunda her iki tarafın uzlaştığının açıklanması!

Libya'da 2011’de Kaddafi’nin devrilmesiyle başlayan iç savaş sürecinde 21 Ağustos’ta Trablus ve Tobruk yönetimlerince eş zamanlı yapılan açıklamalarla yeni bir döneme girildi. Bu yeni dönemin ABD ve Almanya’nın etkisinin arttığı, Libya’da inisiyatifi ele aldıkları bir dönem olduğunu söylemek mümkün. Uzlaşma maddeleri:

Sirte ve Cufra’da çatışmaların durdurulması, silahsızlandırılması ve kentlerin güvenliğinin ortak polis gücü tarafından sağlanması,  Yeni Başkanlık Konseyi ve devlet kurumlarının Sirte'de kurulması,  Petrol üretiminin yeniden başlatılması, sağlanacak gelirlerin iki tarafında kontrol edebileceği tarafsız bir hesapta tutulması,  Libya’nın bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve birliğinin sağlanması amacı doğrultusunda ülkedeki tüm yabancı askeri güçlerin ve paralı savaşçıların Libya topraklarından ayrılması,  2021 yılının Mart ayında Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinin gerçekleştirilmesi.

Birleşmiş Milletler’den yapılan açıklamada ateşkes anlaşmasının Libya’da iç savaşın sona ermesi açısından önemli bir adım olduğu dile getirildi. Bundan sonraki süreçte Berlin Konferansı'nda kabul edilen Trablus ve Tobruk yönetimlerinin eşit şekilde temsil edileceği 5+5 askeri komisyonunun toplanması ve ateşkes ile üzerinde uzlaşı sağlanan unsurların uygulanmasına dönük müzakereleri başlatarak gerekli mekanizmaları oluşturması bekleniyor. Geçen hafta Libya’yı ziyaret ederek Trablus ve Tobruk yönetimleri ve ABD’nin Libya Büyükelçisi ile görüşen Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, taraflar arasında yoğun bir diplomasi yürütmüştü.

Almanya Dışişleri Bakanı Maas, çatışan tarafların ve onları destekleyen ülkelerin Libya'yı silahlandırmaya devam ettiği uyarısı yapmıştı. Libya’nın ardından Birleşik Arap Emirlikleri'ne geçen Maas, BAR yönetiminden de Libya’da ağırlıklarını koymalarını Tobruk yönetimi ve Hafter üzerindeki nüfuzlarını kullanmalarını istedi.

25 Ağustos’ta Almanya Dışişleri Bakanı, Doğu Akdeniz’deki gerilim nedeniyle önce Atina ardından Ankara'yı ziyaret edecek. Alman Bakanın Türkiye’den Libya’ya destek vermesini isteyeceği de bekleniyor!

Libya’da Feyiz el-Sarrac ve Akile Salih tarafından yapılan açıklamalara, ilan edilen ateşkes anlaşmasına BM, Avrupa Birliği, Arap Birliği’nden güçlü destek mesajları gelirken desteğini resmi olarak ilk ilan eden ülke Mısır oldu. Fransa ile Trablus yönetimine daha yakın duran İtalya da gelişmeden ve açıklanan anlaşmadan büyük memnuniyet duyduklarını bildirdiler. Libya’daki sürpriz ateşkese ve açıklanan anlaşmaya ilişkin olarak sessiz kalan iki ülke ise Türkiye ve Rusya oldu, anlaşmaya ilişkin henüz resmi açıklama yapılmadı.

Anlaşmanın çerçevesinin bu ziyaret ve temaslarda çizildiğini, ABD-Almanya girişimleri ve iki ülkenin Libya’da inisiyatif alarak iki taraf üzerinde ağırlıklarını koymalarıyla sağlandığını öngörmekteyim. Hızlanan diplomatik çözüm sürecinde ABD ve Almanya’nın etkinliğinin arttığını söyleyebilirim. Bu aşamadan itibaren ABD ve Almanya’nın Libya’da daha fazla öne çıktığını, etkinliklerini artırdığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

3.Libya’daki yabancı askeri güçlerin ve paralı milislerin çekilmesi maddesi Rusya ve Türkiye’yi ilgilendiriyor. Bilindiği gibi Libya’da; Türkiye TSK ile Trablus’u, Rusya Wagner milisleri ile Hafter’i destekliyor!

Daha önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ve Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın Sirte ve Cufra’yı “kırmızı çizgi” ilan eden açıklamaları, Sirte ve Cufra alınmadan ateşkesin söz konusu olamayacağı yönünde beyanları olmuştu. Şimdi Trablus ve Tobruk arasında varılan anlaşmayla iki kentin silahsızlandırılması iktidarın Libya politikası ve beklentileri açısından bir handikap olarak görülebilir. Şayet iktidarın desteklediği Sarrac yönetimi bu mutabakatı Türkiye’nin bilgisi ve onayı ile ilan ettiyse iktidarın buna destek vermesi gerekir. Bu açıdan Rusya ile birlikte sergilenen suskunluk bu mutabakatın iktidara rağmen ve bilgisi, onayı dışında oluşturulduğunu akla getirmektedir. Türkiye, Trablus ile yapılan kapsamlı güvenlik anlaşması kapsamında Libya'ya konuşlandırdığı kuvvetler aracılığıyla teknik destek, eğitim ve danışmanlık sağlıyor.

Milli Savunma Bakanının bir ay arayla yaptığı son iki ziyarette Libya’da Vtiyye hava üssü ve Msirata’da bir deniz üssünün TSK’ya tahsisi yönünde mutabakatlar söz konusu idi. Bu çerçevede yabancı askeri güçlerin ve paralı askerlerin Libya’dan çekilmesi koşulunu içeren mutabakat maddesinin iktidar ile Trablus yönetimi arasında çatlağa yol açabileceğini değerlendirmekteyim. ABD-Almanya etkisinin artması, tüm tarafların ateşkes anlaşmasına destek açıklamalarında bulunması iktidarı Libya’da çok taraflı bir anlaşmazlıkla karşı karşıya bırakabilir. Sarrac yönetiminin üzerinde ABD-Almanya etkisinin ve baskısının güçlenerek artması durumunda ise Deniz Sınırları Anlaşmasının, Askeri İşbirliği Anlaşmasının Trablus yönetimince tek taraflı feshe zorlanması yönünde baskılara maruz kalması söz konusu olabilir.

Her ne kadar askerimizin Libya’daki varlığı Trablus yönetimi ile imzalanan bir anlaşmaya dayanıyor olsa da Tobruk Meclisi bu anlaşmanın parlamento onayı olmaksızın geçerlilik kazanamayacağını ve kendilerinin de bu anlaşmaları tanımadıklarını ilan ediyorlar. Önümüzdeki dönemde her ne kadar TSK güçlerinin derhal Libya’yı terk etmelerinin istenmesine ihtimal vermesek de sorunlu ve sıkıntılı bir aşamanın söz konusu olması beklenebilir.

4.Katar’ın Kuzey Afrika’da etkinliğini artırması, Tunus ile ekonomik anlaşmalar ve yatırım projelerinin finansmanını üstlenmesi, Katar-Türkiye ittifakında Katar’ın daha bağımsız davranmaya yöneldiğini gösteriyor!

Katar Savunma Bakanı Halid el Atiyye’nin Milli Savunma Bakanı Akar ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler ile aynı gün Trablus’u ziyaret etmesi bir anlamda Libya’da ortak tavır takınan ve Trablus yönetimine destek veren iki müttefik ülkenin ortak programı olarak medyaya yansıdı. Ancak Katar’lı Bakanın Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas ile de aynı gün Libya’da olduğuna dikkat çekilmesi ve Arap medyasında geniş yorumlar yapılması Katar’ı Libya’da ve Kuzey Afrika’da daha görünür hale getirdi. Bugüne kadar Libya’da sadece Türkiye ile ortak hareket ettiği vurgulanan ancak sahada doğrudan görünmemeyi tercih eden Katar’ın bu tutum değişikliği önemli. Ayrıca bu ziyaretten önce Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad el Sani’nin Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said ile görüşerek bu ülkenin büyük çaplı altyapı, üretim, kalkınma amaçlı yatırımları finanse etmeyi önermesi, Katar’ın görünür hale gelme tercihini daha da dikkat çekici kılıyor!

Tunus Cumhurbaşkanı Said, Libya konusunda destek isteyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın günü birlik ziyaretinde olumlu yanıt vermemiş, Libya konusunda Macron’a ve Fransa’nın politikalarına destek açıklaması yapmıştı. Anayasa Profesörü Kays Said, Cumhurbaşkanlığının yetkilerini genişletmek, parlamentoda çoğunluk ve ağırlığa sahip ılımlı İslamcı İhvan çizgisindeki Ennahda’nın etkinliğini azaltmak istiyor. Ennahda Hareketi Lideri Gannuşi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yakın ilişkide. Cumhurbaşkanı Said’in Gannuşi’yi etkisizleştirme girişimi, Tunus’ta siyasi tartışmaları gündeme getirdi.

Türkiye ile birlikte Ennahda’ya destek veren Katar Emiri’nin tam da bu süreçte Tunus Cumhurbaşkanı ile görüşerek ekonomik ve siyasi destek önermesi, milyonlarca dolarlık kalkınma projelerinin finansmanına talip olması, Kuzey Afrika’da bir çizgi ve pozisyon değişikliği anlamına geliyor. Katar’ın Libya ve Tunus’ta sahaya çıkarak bir yandan Türkiye ile ortak hareket edip diğer yandan kendi politikalarını izlemeye yönelmesi, önümüzdeki süreçte gerek Libya’da gerekse Tunus ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde farklı gelişmeleri beraberinde getirebilir.

5.Almanya Başbakanı Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Doğu Akdeniz’deki Türkiye-Yunanistan gerilimini ele almak için bir araya gelirken, görüşme sonrasında Doğu Akdeniz’de gerginliğin azaltılması çağrısı yapıldı!

Almanya Başbakanı Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Türkiye ile Yunanistan'ın Doğu Akdeniz'deki gerginliğe diplomatik olarak masada müzakere ederek bir çözüm bulmalarını istediklerini, gerginliğin tırmandırılmasının kimseye yararının olmayacağını yönünde çağrı yaptı. Doğu Akdeniz'de yaşanan durumun kritik olduğunu vurgulayan Merkel, bölgede gerilime değil istikrara ihtiyaç olduğunu söyledi. Fransa Cumhurbaşkanı Macron da Doğu Akdeniz'de yaşananların AB'nin egemenliğini savunma meselesi olduğunu öne sürdü. Bilindiği gibi, Türkiye ile Yunanistan arasında Ağustos başından bu yana Doğu Akdeniz'de petrol ve gaz arama konusunda yetki alanı üzerine gerginlik yaşanıyor. Türkiye, Oruç Reis sismik araştırma gemisiyle Doğu Akdeniz'de hidrokarbon arama faaliyetlerini yürütürken, Yunanistan bu faaliyetlerin kendi deniz yetki alanı içerisinde olduğunu iddia ediyor ve egemenlik haklarının, Yunanistan karasularının ihlal edildiğini öne sürüyor.

Türkiye, bu iddiaları reddederken, Oruç Reis'in faaliyet gösterdiği alanların Türk deniz yetki alanı içerisinde olduğunu savunuyor. Ayrıca Yunanistan ile Mısır arasında imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge ve Deniz Yetki Alanı anlaşmasını tanımıyor. Fransa, Yunanistan ile dayanışma göstermek adına Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını geçici olarak artırmış bölgeye savaş gemileri, askeri helikopter gemisi göndermişti. Gerilimin tırmandırılmasında AB, Fransa Yunanistan ve GKRY’yi adeta teşvik etti. Merkel-Macron görüşmesinde de bir yandan iki tarafa gerilimin azaltılması çağrısı yapılırken, diğer yandan AB’nin egemenlik haklarının korunacağı Yunanistan ve GKRY’nin yanında yer alındığının dile getirilmesi, Türkiye’ye karşı takınılan tutumun göstergesi. Yunanistan ve Fransa’nın tam bu aşamada Ege ve Akdeniz’de ortak askeri tatbikat başlatmaları, hatta bölgeyle alakası bulunmayan BAE Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının da bu tatbikata katılması ve Girit’teki askeri havaalanlarında konuşlanması iyi niyetle, müzakere amacıyla ya da gerilimi azaltma yaklaşımıyla açıklanamayacak, samimi olmayan tavırlar.

Her türlü özveri ve tavizin tek taraflı olarak sadece Türkiye’den beklenmesi, bölgedeki sorunların diplomasi ve müzakereler yoluyla çözümü adına doğru ve akılcı bir yaklaşım değildir.

6.Suriye için uluslararası kuruluşlar ve BM tarafından yapılan projeksiyonlarda; bu ay sonuna kadar en az 2 milyon kişinin koronavirüse yakalanacağı, 100 binden fazla kişinin yaşamını yitireceği, öngörülüyor!

Yıllardır iç savaş altındaki Suriye’de Şam yönetimi salgında şu ana dek 1.927 kişinin enfekte olduğunu, 78 kişinin de hayatını kaybettiğini açıkladı. Ancak bu rakamlar gerek uluslararası kuruluşlar gerekse Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından inandırıcı bulunmuyor. Vaka ve ölüm sayılarının gizlendiği dile getiriliyor. Suriye’de salgına dair resmi verilerin güvenilir olmadığı DSÖ ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından ısrarla vurgulanırken, London School of Economics and Political Science (LSE) tarafından yapılan bir simülasyona dayalı projeksiyonda vaka sayısının ağustos sonu itibarıyla 2 milyon kişiyi bulabileceği, şu anda ülkedeki enfekte kişi sayısının en az 35 bin 500 civarında olduğu belirtildi.

Haziran ayında ABD tarafından devreye sokulan Sezar Yasası yaptırımları yanında petrol rezervlerine ABD destekli SDG tarafından el konulan ve petrol işletme-satış gelirleri ABD’li şirketin kontrolüne bırakılan Suriye’de halk ve yönetim ağır ekonomik baskı altında ve en hayati maddeler bulunamaz halde. Buna ilaç, tıbbi malzeme, tıbbi cihazlar ve maske de dahil.

Lübnan ekonomisinin büyük çöküş yaşıyor olması ve Beyrut’taki son patlamadan sonra yüz binlerce kişinin evsiz kalması, binlerce kişinin yaralanmasından ötürü Lübnan’da da ilaç ve tıbbi malzeme yokluğu had safhada. Banka sistemi çökmüş halde. Dolayısıyla ambargoya karşı Lübnan üzerinden bir koridor açılması ihtimali de sıfırlandı! Suriye’de hızlanacak salgın dalgası, olası bir İdlib Operasyonu’nun başlatılmasıyla korona salgınının sınırlarımıza doğru hareketlenmesine neden olacaktır.

Şam yönetimiyle insani amaçlı diyalog köprüsünün kurulması, yüzlerce ülkeye yapıldığı açıklanan maske, tıbbi malzeme, ilaç, temizlik ve hijyen malzemesi yardımının devreye sokulması, hem bu ülkedeki insani sorunun azaltılmasına yardımcı olacak hem de Suriye üzerinden ülkemize yönelmesi muhtemel yeni salgın dalgasının önlenmesine zemin hazırlayacaktır.

7.Belarus’ta 9 Ağustos’ta yapılan seçimleri 1994’ten bu yana ülkeyi yöneten Lukaşenko’nun yüzde 80 oy alarak kazandığının açıklanmasıyla ülke karıştı. Muhalefet seçimlerde hile yapıldığını öne sürüyor!

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız olan Belarus’u 26 yıldan bu yana tek başına yöneten Aleksandr Lukaşenko, 9 Ağustos’ta yapılan son seçimi de kazanınca muhalefet ayağa kalktı. Lukaşenko yönetiminin seçimde hile yaptığını iddia eden kitleler, başkent Minsk ve diğer kentlerde seçimden bu yana protestolarını kesintisiz sürdürüyor. Muhalefetin adayı olarak Lukaşenko’nun karşısına çıkan Svetlana Tikhanovskaya, meydanlara on binlerce sempatizan ve Lukaşenko muhalifini toplamayı başardı. Seçim gecesi yüzde 80 oyla Lukaşenko’nun kazandığı, kendisinin ise yüzde 9,8 oy aldığının açıklanması üzerine hapse atılmamak için komşu ülke Letonya’ya sığınan Svetlana Tikhanovskaya buradan taraftarlarına çağrı yaparak barışçı protestoları Lukaşenko’yu devirene kadar ve yeniden seçim kararı alınana kadar sürdürmelerini istedi.

İdam cezasını uygulayan tek eski Sovyet Cumhuriyeti olan Belarus’ta şimdiye kadar 300’den fazla kişinin başlarına sıkılan kurşunla infaz edilerek idam edildiği, yüzlerce muhalif siyasi, akademisyen ve gazetecinin de KGB tarafından gözaltına alındıktan sonra kendilerinden haber alınamadığı belirtiliyor. Ekonomisi tamamıyla devlet kontrolünde olan Belarus’ta son protestolara devlet fabrikalarının işçileri de katılmaya başladı ve Lukaşenko’ya karşı genel greve gitme kararı aldılar. Lukaşenko, genel grev durumunda tüm devlet fabrikalarını kapatacağını ilan etti. Medyanın da iktidarın kontrolünde olduğu Belarus’ta yolsuzluklar had safhada. Buna karşılık halkın geniş kesimi yoksul ve kişi başına düşen milli gelir 280 dolar düzeyinde.

Rusya’nın NATO ülkeleri ile Avrupa arasındaki son tampon ülke olan Belarus, Polonya’nın yanı sıra Baltık ülkeleri ve Sovyetlerden ayrıldıktan sonra AB ve NATO üyesi olan Litvanya, Letonya, Estonya ile sınır komşusu. Rusya ve Putin, Lukaşenko’nun devrilmesi Belarus’ta Batı yanlısı bir yönetimin iş başına gelmesini, kendisi açısından riskli ve güvenlik sorunu olarak görüyor!

Ancak Putin, “Avrupa’daki son diktatör” olarak anılan Lukaşenko’nun ağır baskıcı yönetiminden de memnun değil. O nedenle bir yandan Lukaşenko’ya destek verirken diğer yandan da daha ılımlı halkın taleplerine kısmen de olsa karşılık verecek ancak Rusya yanlısı, Rusya’nın kontrolünden çıkmayacak bir isim arayışında! Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Türkmenistan, Özbekistan’ın üye olduğu Kolektif Güvenlik ve Savunma Birliği üyesi olan Belarus ile Rusya ve diğer birlik üyeleri arasında olası bir askeri müdahaleye karşı üye ülkenin savunmasına, askeri işbirliğine destek anlaşması bulunuyor. Ülkenin batı sınırlarının tehdit altında olduğunu savunan Lukaşenko bu sınırın sadece Belarus’a değil Kolektif Savunma Birliği ülkelerine de ait olduğunu belirterek, kargaşanın daha da büyümesi halinde Rusya’dan askeri destek isteyebileceği, Rus ordusunun müdahalesini talep edebileceği mesajını da veriyor.

Rusya Devlet Başkanı Putin Ukrayna’dakine benzer bir süreci Belarus’ta yaşamak istemiyor. Rusya ile Batının mücadelesinin nasıl şekilleneceği, hangi noktalara ilerleyeceği önümüzdeki günlerde yaşanacak gelişmelere göre belirginleşecek.

8.AK Parti döneminde; çiftçinin köylünün tarladaki, bağ-bahçedeki en büyük yardımcısı eşek sayısının 2002’de 414 Bin iken 2020’de 120 Bine inmesi, kırsal-tarımsal alandaki çöküşü gösteriyor!

Yaz ortasına geldiğimiz şu günlerde bile domates başta olmak üzere en yaygın yaz sebze ve meyvelerinin fiyatlarının yüksek olması, süt ve süt ürünlerindeki fiyat artışlarının yüzde 11,6’lık enflasyonun iki-üç katına yükselerek yüzde 2535 arasında artması halkın sağlıklı beslenme imkânlarını, sağlıklı nesillerin yetişmesi ortamını ortadan kaldırıyor. Tarım ve hayvancılıktaki ağır çöküşün akıllarda en kalıcı ve somut göstergesi eşek sayısı varlığımızdaki somut gerileme. Köyde, kırsal alanda, tarımsal üretimin önde olduğu kasabalarda çiftçinin, üreticinin en yakın yardımcısı ve yükünü paylaştığı eşek sayısı 2002 yılında 414 bin iken TÜİK’in açıkladığı Hayvansal Üretim istatistiklerine göre 2019 sonunda 126 bine, 2020 Haziran verileriyle de 6 bin daha azalarak 120 bin 348’e gerilemiş. Bu, 18 yıllık AK Parti hükümetleri döneminde kırsal kesimde yaşanan ağır tahribatın yakıcı etkisini sergilerken sadece eşek sayısının bile dörtte bire indiğini gösteriyor. Diğer hayvan varlığımızda da durum farklı değil.

Buna karşılık 2002’de tarımsal üretimde net ihracatçı konumunda olan Türkiye, 2019 ve 2020 verileriyle pek çok tarımsal ve hayvansal üründe net ithalatçı konumuna gelmiş durumda ve gıda alanındaki dış ticaret açığı ülkemiz aleyhine gelişiyor. Hükümetin son olarak Venezuela’dan sıfır gümrükle peynir ve süt ürünleri ithalatına kapıları ardına kadar açması da bunu gösteriyor. Kendi halkı pek çok temel gıda ürününde yokluk-kıtlık çeken Venezuela ile varılan peynir anlaşması ve gümrüklerin sıfırlanması iktidarın Venezuela politikasında Maduro’ya destek gibi görülebilir.

Ancak asıl yansıması ve amacı yerli süt üreticisi ve süt ürünleri üretimindeki düşüşten kaynaklı açığı kapatma, olağanüstü boyuta ulaşan fiyat artışlarını dizginleme yerli üreticiyi desteklemek yerine “ithalatla terbiye” yöntemine başvurulmasıdır. Kısa süre önce gümrük vergileri yüzde 30 ve üzerinde artırılarak gümrük duvarları yükseltilirken Venezuela peynirine sıfır gümrük kararı yerli üreticiye yine darbe indirecektir!

9.Türkiye tarımındaki çöküşün en somut bir diğer göstergesi; tarım alanlarının ve ekilen tarım arazilerinin milyonlarca hektar azalmış olmasıdır. 3,5 milyon hektar tarım arazisinde artık üretim yapılmıyor!

İktidar sözcülerinin savunduğu gibi bu azalışın nedeni tarımsal üretimde nadasa bırakılan alanların artmış olması değildir. Aksine nadasa bırakılan alanlar 2002 yılında 5 milyon hektarın üzerinde iken 2019 TÜİK verileriyle 3,3 milyon hektara geriledi. Buna karşılık tarım yapılan alanlarımızın toplam büyüklüğü ise 2002’deki 41 milyon 196 bin hektar düzeyinden yaklaşık 3,5 milyon hektar azalarak 37 milyon 712 bin hektara indi. Diğer deyişle 3,5 milyon hektar tarım arazisinde artık üretim yapılmıyor. Bu pek çok Avrupa ülkesinin toprağından daha büyük bir alanın üretimden dışlanması, üreticinin topraktan, üretimden soğutulmuş olması demektir.

Bir dönem yoksul ve dar gelirli hanelerin sofrasının vazgeçilmezi olan kuru fasulye, nohut, bulgur artık ithal. Rusya’nın, Ukrayna’nın en büyük buğday ithalatçısı konumuna geldik. Bereketli Harran, Çukurova, Söke ovalarının en temel ürünlerinden pamukta yüzde 50’ye varan üretim düşüşüyle sadece bu yıl şu ana kadar yapılan pamuk ithalatı 1 milyon tona ulaştı, yerli üretim ise 600 bin tona geriledi.

İktidar hâlâ pamuk üreticisine verilecek destekleme primini açıklamazken, ithalata ise kapılar ardına kadar açılmış durumda. Yerli üretici destekleme ödemesini alamadığı, girdi maliyetlerini karşılayamadığı, sulama bedelini, elektrik faturasını ödeyemediği için üretimden vazgeçerken açılan ithalat kapılarıyla Ege’de, Doğu Akdeniz’de karşı karşıya geldiğimiz Yunanistan, İsrail pamuk üreticileri başta olmak üzere çok sayıda ülkenin üreticisi zengin ediliyor.

TÜİK’in yanı sıra Tarım ve Orman Bakanlığı Ürün Masaları tarafından düzenli şekilde yayınlanan raporlara göre de Türkiye bu iki ülkenin yanı sıra ABD’den, Brezilya’ya, Arjantin’den Uganda ve Burkina Faso’ya varana kadar dünyanın dört köşesindeki ülkelerden pamuk ithal ediyor. Hatta Bakanlığın raporuna göre Suriye’den bile pamuk ithal ediliyor.

Kuru fasulye, mercimek, nohut, bakla, börülce gibi bakliyat ürünlerinin ekildiği tarımsal alan 13,6 milyon dekardan 9 milyon dekara gerilemiş durumda ve buna paralel olarak bu ürünlerin üretiminde de büyük düşüşler yaşandığı için ithalatla fark kapatılıyor, milyonlarca dolar yabancı üreticinin cebine akıtılıyor.

2002’de 1 milyar 754 milyon dolarlık tarımsal ürün ihracatına karşılık 1 milyar 702 milyon dolarlık ithalat yapılarak tarımsal dış ticarette 52 milyon dolar fazla verirken,  2019 rakamları, 5,5 milyar dolarlık ihracata karşılık yaklaşık 9,5 milyar dolarlık ithalat yapıldığını tarımsal-hayvansal ürün dış ticaretinde net ithalatçı durumuna gelerek 4 milyar dolar açık verdiğimizi, gösteriyor!

Diğer açıdan yerli üreticiden esirgenen tarımsal ve hayvansal üretim destekleri yerine yabancı üreticilere 4 milyar dolar (yaklaşık 30 milyar TL) kaynak aktarıldığı ortaya çıkıyor.

Özellikle Korona salgınıyla tüm dünyanın yeniden algıladığı sağlıklı, sürdürülebilir gıda üretimi ve güvenliği en az enerji, su kadar stratejik önem kazandı. Sadece tarım ve hayvancılık üretiminin desteklenmesi, üretimin ve iç tüketim haricindeki ihracatın artırılmasıyla bile Türkiye’nin cari açık vermesi önlenebilir ya da büyük bölümü finanse edilebilir. Ancak iktidarın izlediği tarım ve hayvancılık politikalarıyla tarımdaki çöküşün önüne geçmek olanaksız görünüyor!

10.MB politika faizini değiştirmedi, yüzde 8,25’te sabit tuttu. Ancak örtülü faiz artışlarıyla son bir ayda fonlama faizleri yüzde 9.37, bankalara açılan aylık repo ihalesi faizi ise yüzde 11.13 seviyesine yükseldi!

Türk Lirası’ndaki değer kaybı artarak sürerken, Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) Mayıs ayında yüzde 8,75’ten 8,25’e indirdiği politika faizini Haziran ve Temmuz aylarından sonra Ağustos ayında da sabit tuttu. Kurlardaki yükselişin frenlenmesi için MB’nin politika faizinde önemli bir oranda artışa gitmesi elzem görülmesine karşılık, politika faizini sabit tutarak, dolaylı yöntemlerle faiz artırma yoluna gidiyor.

PPK toplantısından sonra yapılan açıklamada, yüzde 8,25 olan politika faizinde değişikliğe gidilmediği belirtilerek; “Sıkılaştırma adımlarıyla makro finansal istikrarın destekleneceği” ifade edildi.

Böylece MB ve PPK Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizlerin artırılmaması talimatına uygun davranırken, faizlerin daha da düşeceği açıklamasını ise dolaylı faiz artışlarıyla karşılıksız bıraktı. MB açıklamasında salgının ilerleyişine bağlı olarak ise iç ve dış talep koşullarının seyrine dair belirsizliklerin önemini koruduğuna dikkat çekildi.

MB 20 Ağustos’taki son PPK toplantısı öncesinde aylık repo ihalesi düzenleyerek parasal sıkılaştırmaya devam etti ve bu ihalede ortalama yüzde 11,13 faizle bankalara 10 milyar TL fonlama sağladı.

Diğer yandan haftalık repo ihalelerine ve piyasa yapıcı bankaları politika faizinden fonlamaya da son veren MB, bu alanda uyguladığı fonlama faizini de yüzde 9,37'ye yükseltti.  Böylece MB’nin görünürdeki faizi yüzde 8,25 olarak kalırken uygulanan faiz ise piyasa yapıcı bankalara 2 puan artırılarak yüzde 9,37’ye aylık repo ihalelerinde ise yaklaşık 4 puan artırılarak yüzde 11,13’e yükseltilmiş oldu.

Kaldı ki MB daha iki hafta önce enflasyon raporunda yılsonu enflasyon beklentisini artırarak yüzde 8,90’a yükseltti. O zaman bir yandan enflasyon tahminini yükseltip diğer yandan üç aydır politika faizini yüzde 8,25’te ve enflasyon tahminin altında negatif düzeyde tutmak hem çelişki hem de komik bir tutum!

Bunun yanı sıra perde arkasında ise dolaylı yöntemlerle fonlama ve repo faizini yüzde 9,37-11,13’e yükseltip 8,90’lık yılsonu enflasyon tahminin üzerinde faiz uygulamak bir başka çelişki.

Bu kadar çelişkili karar ve uygulamayı aynı anda sürdürüyor olmak gerek iç gerekse dış yatırımcılara, sermayedarlara güven vermiyor, kaçışları hızlandırıyor.

Aslında MB, fiilen uyguladığı faizi 2-4 puan artırmış durumda. Oysa MB açıkladığı son enflasyon raporunda çekirdek enflasyonda önemli yükselişler gerçekleştiğini söylüyordu.

Buna rağmen resmi politika faizi üzerinde bir değişiklik yapmaması, negatif politika faizinde üç aydır ısrar etmesi, kendi başına karar verme iradesinden yoksun olduğunun en somut göstergesi! Bankalara Merkez Bankası üzerinden yapılan fonlama faizlerinin yükseltilmesi, bankalara sağlanan likiditenin sert biçimde azaltılarak, TL’nin sıkılaştırılmasıyla bankalar kredi ve mevduat faizlerini artırmaya zorlanıyor. Nitekim son birkaç haftadan bu yana kredi ve mevduat faizleri hızla artmaya başladı. Bu gelişmeler, Cumhurbaşkanının 11 Ağustos’ta kabine toplantısı sonrasında yaptığı faizlerin daha da düşeceği, yatırımcıların düşük faizle daha fazla yatırım yapma imkânına kavuşacağı sözlerini tekzip ediyor.

Bu dolaylı yöntemlerin kurlarda yükselişi önlemeye yetmediği açık şekilde görülüyor. İç ve dış piyasalar MB’nin iktidardan çekindiği için yüksek oranlı politika faizi artışına gitmeye cesaretinin olmadığını gördükçe dövize yönelme ve talep daha da artıyor. Gelinen aşamada MB’nin rezervleri iyice tükendiği için döviz satarak kurlara müdahale alanı iyice kısıtlanıyor!

11.Merkez Bankası (MB) rezervini yükseltmek için munzam karşılıkları artırma yoluna giderek bankalardan 17.5 milyar TL ve 8.5 milyar dolar döviz toplayacak!

Dolaylı faiz artışları yanında geçen hafta MB tarafından sıkı para politikası doğrultusunda bir adım daha atıldı. Yapılan açıklamaya göre, reel kredi büyümesi koşullarını sağlayan bankalar için Türk lirası ve yabancı para zorunlu karşılık (munzam karşılık) oranlarının artırılmasına karar verildi.

MB açıklamasında reel kredi büyümesi koşullarını sağlayan bankaların yabancı para zorunlu karşılık oranlarının, tüm vade dilimlerinde geçerli olmak üzere, kıymetli maden depo hesapları için 700 baz puan, diğer tüm yabancı para yükümlülükleri için ise 200 baz puan artırılmasına karar verildiği belirtildi.

Buna ek olarak, son dönemde Türk lirası likidite yönetimi kapsamında atılan adımlarla uyumlu olacak şekilde, reel kredi büyümesi koşullarını sağlayan bankaların Türk lirası zorunlu karşılık oranlarının 6 aya kadar vadeli tüm mevduat/katılım fonu yükümlülükleri ve 1 yıla kadar vadeli diğer yükümlülükleri için 200 baz puan, 3 yıla kadar vadeli diğer yükümlülükleri için ise 150 baz puan artırılmasına karar verildiği bildirildi.

Alınan bu kararlarla, piyasadan yaklaşık 17 milyar Türk lirası ve 8,5 milyar ABD doları karşılığı döviz ve altın cinsinden likiditenin çekilmiş olacağı belirtildi.

Ancak tüm bunlara rağmen kurlardaki artış yine durmadı ve dolarda, euroda kur artışları ve TL’nin değer kaybı devam etti. Giderek MB’nin kullanabileceği enstrümanlar azalırken, para-döviz-finans-banka piyasalarında ve kesimlerinde MB’nin politikalarına olan güven ve atması beklenen adımlarla ilgili belirsizlikler de artıyor!

12.Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings Türkiye’nin ekonomik görünümünü durağandan negatife çevirdi. Fitch’in bu adımıyla muhtemelen diğer kuruluşların benzer yöndeki kararları izleyecektir!

Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu Fitch Ratings son yaptığı Türkiye değerlendirmesinde ülke ekonomik görünümünü “durağandan negatife” revize etti. Türkiye'nin kredi notunu uzun süredir 'BB-' düzeyinde tutan kuruluş not değişikliğine gitmedi. Ancak görünüm revizyonu Türkiye’nin uluslararası piyasalardaki görüntüsünü ve pozisyonunu olumsuz etkileyecektir. Fitch Ratings’ten yapılan Türkiye Değerlendirmesi açıklamasında, “döviz rezervlerinin tükenmesi, zayıf para politikası, negatif reel faiz oranları ve kısmen güçlü kredi teşvikinin tetiklediği yüksek cari açığın dış finansman risklerini artırdığı, ekonomik riskleri belirsiz ve kontrolsüz şekilde büyüttüğü” ifade edildi.

Fitch Ratings Türkiye değerlendirmesinde ayrıca Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 3,9 daralma ve negatif büyüme yaşanmasının yanı sıra 2021'de ise yüzde 5,4 büyümesinin beklendiği kaydedildi.

Ülke görünümünün negatife çevrilmesi halen yaşanmakta olan döviz darboğazının aşılması, taze dış kaynak temini açısından uluslararası piyasalarda olumsuz etkiler yaratacaktır.

Şayet Fitch’in bu değerlendirmesinin ardından Moosy’s, S&P, JCR ve diğer uluslararası derecelendirme kuruluşlarından da benzer yönde not ve görünüm değişikliği kararları gelirse bunun Türkiye ekonomisine yaklaşımlar üzerindeki olumsuz etkisi daha da pekişecektir!

13.Ağustos ayı Tüketici Güven Endeksi’nin (TÜGE) sonuçları iktidarın iddiasını teyit etmiyor. Gerileyen TÜGE’de alt endekslerin üçünde de sert düşüşler yaşandı!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Merkez Bankası (MB) işbirliği ile yürütülen tüketici eğilim anketi sonuçlarından hesaplanan TÜGE, ağustos ayında bir önceki aya göre yüzde 2,2 oranında azaldı. Temmuz ayında 60,9 olan endeks puanı, ağustos ayında 59,6 düzeyine indi. TÜGE’yi oluşturan alt endekslerde de düşüşler söz konusu.

Gelecek 12 aylık döneme ilişkin hanenin maddi durum beklentisi endeksi, genel ekonomik durum beklentisi endeksi ve işsiz sayısı beklentisi endeksi Ağustos ayında düştü. Tasarruf etme ihtimali endeksinde ise tersi bir gelişme gözlendi!

Gelecek 12 aylık döneme ilişkin tasarruf etme ihtimali endeksi Temmuz ayında 19,9 iken, Ağustos ayında yüzde 8,8 oranında artarak 21,7’ye yükseldi. Alt endekslerin üçünde sert düşüşler yaşanırken tasarruf etme ihtimalinin yükselmesi iki açıdan yorumlanabilir.

Birincisi insanların koronavirüs salgınında olası ikinci dalga ve sonbahardan itibaren vaka ve vefat sayılarının artacağı beklentisiyle bugünden harcamalarını kısarak tasarrufa yönelmeleri.

İkinci ihtimal ise mevcut koşullarda işsizliğin daha da artacağı, iş bulmanın oldukça zorlaşacağı kaygısıyla mevcut gelirlerinden bir kısmını tasarruf ederek böyle bir döneme kendilerini hazırlamaları.

Ekonomik durum beklentisi ve hanenin maddi durumu beklentisindeki düşüşler bu kaygıları teyit ediyor. Buna karşılık iktidarın hâlâ ekonominin tırmanışa geçtiğini savunması, ülkeyi yönetenlerin ülke ekonomisinin ve toplumun içinde bulunduğu gerçekliklerden tamamıyla koptuğunu sergiliyor!

Etiketler
Erdoğan Toprak Milletvekili Türkiye