'Ahmet Şık ne yapsaydı? Ben bu kirli işlere bulaşmam mı deseydi?

t24 yazarı Aydın Engin, Tuğçe Tatari'nin Ahmet Şık ifşasından sonra kaleme aldığı yazısında "Ahmet Şık gazetecilik yaptı, ne yapsaydı siz kirlisiniz uzak durayım mı deseydi?" görüşünü savundu.

'Ahmet Şık ne yapsaydı? Ben bu kirli işlere bulaşmam mı deseydi?

t24 yazarı Aydın Engin, Tuğçe Tatari'nin Ahmet Şık ifşasından sonra kaleme aldığı yazısında "Ahmet Şık gazetecilik yaptı, ne yapsaydı siz kirlisiniz uzak durayım mı deseydi?" görüşünü savundu.

Engin'in "Can Dündar, Ahmet Şık ve habercilik" başlıklı bugünkü yazısı şöyle:

Gazetecilik temel olarak halkın haber alma ihtiyacını değil, haber alma hakkını ete kemiğe büründürür. Kapalı kapılar ardında olup bitenler başta olmak üzere halkın bilmesi gereken gerçekleri bulur çıkarır, üretir ve halka ulaştırır...

Bu Tırmık'ı meslektaşım, arkadaşım, bir zamanlar Cumhuriyet'te kapı yoldaşım Can Dündar hakkında "kırmızı bülten" çıkarıldığı haberi ekranlara, gazete sayfalarına düştüğü gün okuyacaktınız.

Olmadı. Ülke "gündemi" üstüm(üz)e çullandı, fırsat tanımadı. "Şimdi sırası mı bu konunun" dedim. Ben demesem okurlar diyecekti. Sedat Peker videoları, onlar kesilince tweetlerinin dumanı tüterken bu kez da başımıza zifiri karanlık ilişkileriyle SBK çıktı. O sürerken iktidarda ve medyada iğrenç avantalar peşinde ruhlarını ve ille de mesleklerini satışa çıkarmış alçaklarla karşılaştık.

Yazıyı erteledim…

Ama bugün gündem ne olursa olsun bu Tırmık yazılacak.

Artık ertelememeye bir başka genç meslektaşımın, T24'de kapı yoldaşlarımdan Tuğçe Tatari'nin dün çıkan "Bu bir Ahmet Şık eleştirisidir" başlıklı yazısı da tetikleyici işlev gördü.

Tuğçe Tatari'nin yazısının hiçbir kötü ve art niyet beslemediğine kesinlikle inanıyorum. Tam tersine Ahmet Şık'ı pek seven bir arkadaşının has niyetli, dost niyetli bir eleştirisi.

Zaten okurlar önünde tartışmak istediğim ne Can Dündar hakkındaki kırmızı bülten ne de Ahmet Şık'a yönelen eleştiri.

Ben habercilik mesleğinin kurallarından, koşullarından ve ahlâkından söz etmek istiyorum.

Buyrun.

* * *
Gazeteciliğin temelinin habercilik olduğunu düşünürüm, inanırım ve savunurum. Düz haber ya da "analitik haber"; ama ille de haber.

Gerisi gazetecilik mesleğinin "ekleri, süsleri, tamamlayıcıları"dır. Basılı ya da digital gazeteyi zenginleştirir, derinlik kazandırırlar. Ama omurga her zaman haberdir…

Haber için vurguyla belirtmelidir: Gazetecilik temel olarak halkın haber alma ihtiyacını değil, haber alma hakkını ete kemiğe büründürür. Kapalı kapılar ardında olup bitenler başta olmak üzere halkın bilmesi gereken gerçekleri bulur çıkarır, üretir ve halka ulaştırır...

Habercilik zor iştir. Gün gelir ömür törpüsü olur, gün gelir onca emek, harcanan onca zaman boşa çıkar, habercinin elleri boş kalır. Ya kovaladığı haber boş çıkmıştır ya da haberi doğrulatamamış (teyit), doğruluğundan emin olamamıştır.

Haberci elbette söylentilerden, fısıltılardan, eline tutuşturulan ya da tutuşturulmak istenenlerden yola çıkar. Kimi zaman (inanmayacaksınız ama: çoğu zaman) o fısıltılar, söylentiler yanlıştır. Kimi zaman elinize bir haber tutuşturan ya da kaynak bilgisi veren aslında başka ve hiç de temiz olmayan bir hesabın içindedir, peşindedir ve haberciyi buna alet etmek istemektedir.

Özellikle acemilik dönemlerinde bu tuzaklara düşen haberciler hiç de az değildir. Soru sormak, sorgulamak, hiçbir şeyi söylendiği ya da göründüğü gibi kabul etmemek habercilik mesleğinin alfabesinde yazar.

Bu kadar sorgulayacı, bu kadar kuşkucu bir haberci ister istemez toplumun kirli, karanlık kişileri, kurumları ile ilişki kurmak zorundadır. Meslek ustalarımdan Kemal Bisalman'dan çok dinledim:

- Oğlum, yolsuzluk, hırsızlık, siyasal tezgah haberlerini beş vakit namazında anneannelerden öğrenemezsiniz. İster istemez o kirli, kanlı heriflerle ya da karılarla ilişki kurmak zorundasın. Marifet odur ki, haberci o ilişkilerden elleri temiz çıksın…

Cumhuriyet davasından yargılandığımız sırada duruşma savcısı ha bire Gülen Cemaati'nin düzenlediği "Abant Toplantıları"nın çoğunu izlemiş olmamı bir suçmuş gibi gösterme çabasındaydı.

Dayanamadım. Savcıyı cevapladım. Özetleyeceğim:

- Bakın savcı bey, o toplantıları izlemesiydim, Bolu valisinden, emniyet müdürüne, Meclis Başkanından nice ünlü bakanlara kadar devletin her kademesinin nasıl canla başla koşuşturduğunu, söz alanların Fethullah Gülen'i nasıl kutsadıklarını öğrenemeyecektiniz. Meselâ savcı ve sayın yargıçlar, en son Abant Konferansını izlemeseydim, Cemaat'ın vitrininde yer alan ve çoğunu tanıdığımız ünlü Cemaat üyelerinin her zamankinin tersine o toplantıda bulunmadıklarını, "Nerede bunlar" sorularıma ortalıkta görünenlerin kaçamak cevaplar verdiğini ve hepsinin darbe girişiminden çok daha önce yurt dışına çıkarıldığını öğrenemeyecektiniz. Bu bilgileri haberleştirip yazan tek haberci bendim çünkü. Ben habercilik yaptım. Savcı ise cemaat üyesi olarak beni suçlama çaba ve telaşında. Peki ben Afganistan'da eroin hammaddesinin en büyük kesimini ürettirip "ihraç" eden mücahit reisi Hikmetyar ile söyleşi yaptım. Şimdi ben terörist ve eroin kaçakçısı mı oluyorum? Kosova'da bir tepede, karlar arasında kar elbisesi ile sinip aşağıdaki Müslüman Arnavut köylülerini avlayan Sırp keskin nişancı ile söyleşi yaptım. Bu durumda ben Sırp katilin işbirlikçisi mi oluyorum? Haberci kirli kanlı adamlarla düşüp kalkmak, onlarla ilişki kurma zorunda kalır çoğu kez. Bakir ya da bakire haberci yoktur sayın yargıç…

Mahkeme başkanı artık verecek cevap bulamadığından mı, sahiden etkilendiğinden mi, övdüğünden mi, yoksa dalga mı geçtiğinden mi bilmiyorum ama aynen şöyle dedi:

- Engin bey, ben sizde 007 Ceymis Bond ruhu görüyorum.

Sanık sıralarına döndüğümde bizim Cumhuriyet tayfası "Vay Ceymis Bond geldi. Yer açın lan" diye dalgalarını geçtiler.

* * *
Can Dündar Cumhuriyet'in yayın yönetmeni iken kendisine ulaşan bir haber üstünde inceden inceye çalıştı, doğrulatmak için birkaç kapının ipini çekti, sonunda doğru olduğuna ikna olunca haberi patlattı:

Türkiye'nin istihbarat örgütü Suriye'deki dinbaz terör çetelerine TIR'lar dolusu ağır silah, cephane gönderiyordu.

Haber yayınlandığı anda AKP Reisi ve iktidar tepeleri suçüstü yakalanmanın telaşıyla toplu bir saldırıya geçtiler. AKP Reisi "Bunu onun yanına bırakmam" diyerek yargının da, yargıcın da kendisi olduğunu ilan etti.

AKP'nin bakan koltuğuna bile oturttuğu Tuğrul Türkeş'in "Vallahi de billahi de o silahlar Bayırbuçak Türkmenlerine gitmedi. El Kaide, El Nusra çetelerine gitti" demesi bile işe yaramadı. Can Dündar tutuklandı. Silivri Zindanına kondu. Yargılandığı sırada bir AKP "yiğidi"nin silahlı saldırısında adeta tesadüfen kurtuldu ve sonunda yurt dışına çıkmak zorunda kaldı.

Haberi kimden mi aldı? Suriye'deki şeriatçı çetelere silah gönderildiğini bilenlerden aldı. Bunlar büyük olasılıkla o günlerde AKP ile sarmaş dolaş olan Cemaatçi polisler, savcılar ya da askerlerdi.

E, peki onlardan değilse kimlerden alacaktı? Bizim mahallenin manavı Kopuk Sabri'den mi, gazetenin çaycısından mı, çenesi düşük taksi şoförü Sarı Muammer'den mi, yoksa anneannesinden mi?

Önemli olan: Haber doğru muydu? Doğruydu. Kesin mi? Evet, kesin. Haberci için iş bitmiştir. Artık yayınladığı için değil, yayınlamadığı takdirde suçlu olur…

Gerçek bir hukuk devletinde hakkında kırmızı bülten çıkarılmaz, ayaklarının altına kırmızı halı serilir.

* * *
Ahmet Şık çoğu T24'de yayınlanan SBK, Sedat Peker gibi karanlıklardaki adamlarla ilgili yoğun emek içeren "analitik haberler" yazdı. Tanışıklığı olmasına rağmen Veyis Ateş'in SBK ile ses kaydını duraksamadan yayınladı. Bir haberin doğruluğunu öğrenmek için İçişleri Bakanı'na ulaşmaya çabaladı. Ulaşamayınca haberin bazı unsurlarının doğru olup olmadığını sordu ve olumlu cevap alınca da haberi yayınladı.

Peki, n'apsaydı? SBK berbat karanlık bir adam, Veyis Ateş gazeteci sayılıyor ama, çok farklı yerlere savrulmuş biri, İçişleri Bakanı dersen hakkında pek çok ürkütücü ve utandırıcı söylentinin kol gezdiği bir siyasetçi. "Ben bu kirli kişilerle ilişki kurmam. Kurarsam ben de kirlenirim. Ellerim temiz kalsın. Habercilik olmasa da olur" mu deseydi?

* * *
Haydi bu alışılmadık ölçüde uzamış yazı burada bitsin. Üstelik çok somurtuk bir Tırmık oldu. Biraz(cık) keyfli bitsin.

70'li yılların sonuna doğru, ben Politika gazetesinde yayın yönetmeniydim, Uğur Mumcu da Cumhuriyet'te köşe yazısı formatında da olsa kesinlikle buram buram habercilik içeren yazıları birbiri ardına patlatıyordu.

Her gün onlarca gencin öldürüldüğü o iç savaş benzeri günlerde soy bir habercinin refleksleri ile "Bu silahlar nereden, nasıl bulunuyor" sorusuna cevap aradı.

Bir gün İstanbul'a geldi, beni buldu. Biz 60'lı yılların sonlarında 14 ay kadar Ankara Cebeci'de aynı evde oturduk. Keza yeni Ortam Dergisi'nde aynı gün, aynı saatte profesyonel gazeteciliğe başladık. Yani sağlam bir hukukumuz var.

- Yav Ankara'da belgelerini filan buldum. Hiç kuşkum yok. Bulgaristan devletinin göz yumması, hatta işbirliği ile Türkiye'ye kaçak silah, özellikle tabanca ve mermi sokuluyor. Ben bu alışverişin nasıl işlediğini anlamak istiyorum. Bu işlere bulaşan bir mafyacı, bir silah kaçakçısı ile konuşmanın yolunu arıyorum. Ne dersin?

Ankara gazetecisi ya, İstanbul'da sudan çıkmış balığa döner bunlar. Besbelli ki yardım istiyor.

- Bir bakalım. Ama bulursam rakı masasında hesabı sen ödeyeceksin…

Yattığım askeri hapishanelerin hemen hepsinde "geçici" bir süre için tutuklanmış, gerekli yerlere gerekli miktarları aktarınca serbest kalan mafya babaları ile tanışmıştım. Hatırşinas adamlardır. Adı bende kalsın. Birkaçını aradık. Biri "Olur" dedi ve bir silah kaçakçısı ile Uğur Mumcu'nun ilişki kurmasını sağladı. Uğur da o unutulmaz yorum-haberlerin adeta yazı dizisine dönüştürdü. Gazetecilik kazandı. Habercilik kazandı.

Uğur Mumcu n'apsaydı acaba?

"Aşağılık bir mafya üyesi ile buluşup, onu saatler boyu dinlemem. Sonra ben de kirlenirim. Ak adımı karaya çıkarmam" deyip, rakı masasında çene mi çalsaydı?

Etiketler
Sezgin Baran Korkmaz Aydın Ahmet Şık