Çilesi de Sevdası da Bitmeyen Kadınlar: Belleğe Çakılanlar!

Bugün uzunca bir aradan sonra yine ve yeniden "kadın" diyecek, bizim mahalleye dalacak, bizim sorunlarımızı sütuna yatıracağız.

Çalışsak da çalışmasak da eşitsizlik, şiddet, baskı ve yok sayılmayla karşı karşıya olduğumuz için! Her 5 kadından sadece biri kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda yer alabildiği için! Kadınları sürece dahil ederek, karar alma mekanizmalarında yer almalarını sağlamak; “Toplumları daha adil, dayanıklı ve sürdürülebilir hale getirir” gerçeği kimsenin aklına ve işine gelmediği için! Küresel Cinsiyet Uçurumunda 2024 sonuçlarına göre 146 ülke içinde 127. sırada yer alıp, Avrupa bölgesinde 40 ülke arasında son sırada yer bulmamıza şaşılır mı?

Yine 2024’den beri toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin katlanarak artması, kadın cinayetlerinin tavan yapması, hayat pahalılığının ve yoksulluğun önlenemez ve durdulamaz seviyelere çıkması, eşit işe eşit ücret alamamamız, emeğimizin görünür olmayışı, atölyede, plazada, belediyede, hastanede, okulda, sokakta haklarımızın budanması ve sesimiz çıkıncada şiddete uğramamız hız kesmiyorsa bu ve benzeri sonuçlara şaşılır mı?

Bazen müzakere, bazen mücadele gücümüzü elimizden alarak, temkinli olmamız, tedbiri elden bırakmamamız, ihtiyaç olsun olmasın mesafeyi her daim korumamız konusunda bizi uyaranlar çoğalıyorsa! (gece sokakta ne işi vardı vb. gibi uyarılarla) niye şaşılsın ki?

Sessiz öfkesiyle bazen bakan, bazen konuşan, bazen; “Öğrendiklerimi, tanıklıklarımı, bende iz bırakanları kaleme kağıda dökmekten, anlatıp paylaşmaktan yanayım!” diyenler artıyorsa! Kişisel ve toplumsal sorunların artması sonucunda her karşılaşmada; Sözleriyle bazen ağlatan, bazen gülümseten, en çok da düşündürenlerin sayısı azalıyorsa! Şairin; “Rüzgâr olmadan kim yelken açar? Kürek olmadan kim kürek çeker? Kim dostundan gözyaşı dökmeden ayrılabilir? Ben rüzgâr olmadan da yelken açarım. Ben kürek olmadan da kürek çekerim. Ama gözyaşı dökmeden dostumdan ayrılamam” şeklindeki sözleri hatırlanmaz mı?

Farklı zamanlarda ve farklı yerlerde ağızlardan çıkan her cümle bir gülle, her paragraf bir kurşun ağırlığında ise! Bernard Shaw’ın, “İnsanlar sizinle yüz yüze konuşabilecek düzeyde olmadıklarını anladıklarında arkanızdan konuşmaya başlarlar” sözü akla gelmez mi?

Çilesi de sevdası da bitmeyen kadınlar!

Hep yüksek duvarlarla karşılaşan, hep uzak durulan kadınların kadınlığa dair yaralarının birbirine çok benzediği bilinirken, onlara karşı yüksek duvarlar örmek, uzak durmak, mesafe koymak yaygınken! Gel de Talip Apaydın’dan bir anı ve alıntıyla yazıya renk katma! “Bir kış günü ve bayramda çalışarak ovalara su elektrik götüren emekçilerden biri kendi ellerini öperek şöyle dedi; “Aferin ulan eller, elektiriğin yanmasında seninde hissen var, yaşasın.” Bu sözü alıp kadın emeğinin her anına ve alanına yerleştirirsek ne çok yakışır, ne kadar yerinde olur değil mi?

Geliştirebileceği ve değiştirebileceği çok şey varken önlerine çıkarılan engeller hergün artan, dik bir duruşun bedelini genelde destek ve ilgi görmemekle ödeyen kadınlar! Hayatım keşkelerle dolu diyen, iyikiler çok az diyen, duygusal ayrıntıları atlamayan, kendilerini önce tamamlayan sonra tanımlayan, bazen kapı ve pencereleri sımsıkı kapatan, bazen yüreğini ve yaşadıklarını sonuna kadar açıp paylaşan kadınlar! “Duvara astığım diplomama içim acıyarak bakmak için mi ben bunca yıl okudum?” diye yakınan kadınlar! 43 milyona ulaşan kadın sayımızla hala sorunlarımızın çözüme ulaşmaması, pek çok soru işaretini barındıran açıklamaların yönetim kadrolarından gelmesi, geçtim teşekkürden sadece esnemek için açılması gereken ağızların küfür ve hakaret için açılması haksızlık değil mi?

Anlaşılabilir ve kabul edilebilir olmayan ne çok şey var.

Bugünden geriye bakılınca insanın inanası gelmiyor. Özellikle son yıllarda bizi hep teğet geçen bir anlayış var. Oysa biz kadınlar kendimizi görünür kılmak, korkak, ürkek olmak yerine cesur, atak, öncü olmak, kendimize inanmak, eğitim, birikim ve tecrübeyle öne çıkmak, kişilik ve karakter olarak kendimizi kanıtlamak, itiraz ve onay arasında sıkışıp kalmamak istiyoruz daha doğrusu zorundayız. Aslında akıl- mantık- vicdan terazisi de bunu gerektirir.

Dönüp bugüne bakınca; Kadına biçilen roller; Annelik, sonsuz sevgi, her daim artan şefkat, ömür boyu kol kanat germe iken, erkeklerin payına sonsuz ve sorumsuz kontrol, disiplin, otorite düşüyor. Oysa eşit toplumlarda duygusal babalara, güçlü annelere, ayağı yere basan kadınlara, hayatı ortak götüren erkeklere ihtiyaç var. Aksi halde faturayı çocuklar ödüyor, annenin eğitim düzeyi arttıkça çocuğun başarı oranı da artıyor. Aksi halde hayata dair makas kapanmıyor, derinleşiyor geleceği ve tercihleri de etkiliyor.

Özetle! Bazen biz kadınların kalbini daha çok kalpten sevdiklerimiz kanatmıyor mu? Sorun biraz da bizim her şeye evet dememizden kaynaklanmıyor mu? Ağaçlar fırtınaya dallarıyla değil kökleriyle direnir. Tıpkı bizim kökümüzü ve temelimizi sağlam atan Büyük Atatürk’ün her darımızda bizi aydınlığa çıkarması gibi. Attığımız her adımda, aldığımız her nefeste, umutsuzluğa düştüğümüz her anda başımızı dik tutmamızı sağlayan bir çift mavi göze öncelikle biz kadınların kuşaklar boyu bitmeyecek olan, okyanuslar kadar da derin olan minnet borcumuz var…

Özetin özeti: İsmet paşaya sordular; “En büyük devrimleriniz ne idi?”, “İki şey Türkiye’de artık geri çevrilemez, çünkü kalplere kazındı. Bunlardan biri kadın hakları, diğeri Latin alfabesi!” dedi. İsmet Paşa’nın cevabı dağa taşa, belleğe kazınası bir gerçek değil mi?