Oruçoğlu, romanı 'Grizu'yu anlattı

Yazar Muzaffer Oruçoğlu, Grizu romanını yazmaya nasıl başladığını anlattı.

Oruçoğlu, romanı 'Grizu'yu anlattı

Oruçoğlu, "Romana başlama arzusu, yeniden gelip çöreklendi yüreğime. Ama kaynak yoktu; olsa bile aramalardan dolayı yazamazdım. Yazılan her şeye el koyuyorlardı. Kaynak ve yazma olanağım olsa, hemen başlar mıydım yazmaya bilemiyorum. Çünkü Bartın yıllarında, bir başka cezaevinde yatan, güzel ve yetenekli, oldukça da akıllı bir kadına aşık olmuştum. Hayal dünyamı ve gücümü aşk mektupları emiyordu. Benim en güzel yanım, tanımadığım, bilmediğim ve görmediğim kadınlara aşık olmaktır." ifadelerini kullandı.

Oruçoğlu, romanı 'Grizu'yu anlattı - Resim : 1

Oruçoğlu'nun söz konusu yazısı şöyle:

Hayatımın çok büyük bir bölümü, tek başına odalarda geçtiğinden dolayı mıdır, nedendir bilmiyorum, içimde ve rüyalarımda haylice mağara vardır. 1971’de, Siverek’in, domuz damlarını andıran bağ evleri, mağara iklimine sahip olduğu için oralarda kitap okumayı, uyumayı seviyordum. Ovada mağara yoktu. Mağara bulmak için Fırat uçurumlarına, Katina’ya kadar gitmiştim.

Dersim’de girdiğim her mağara, bana ‘öteki ben’imi ve maden ocaklarını çağrıştırmıştır. Madencilerin yaşamını yazma fikri, asıl ne zaman geldi aklıma? 1973’te, Selimiye cezaevinin eskiden katır ahırları olarak kullanılan yeraltı koğuşlarından birinde yatarken, Türkiye İşçi sınıfının doğuş, gelişme ve mücadele tarihini yazmaya karar verdim. Maltepe, Mamak ve Niğde cezaevlerinde, bu amaç doğrultusunda çaba sarfettim. O zamanlar bereket versin ki kimseye aşık değildim. Aşık olsaydım yazamazdım. Zamanımın ve ruhumun özünü aşk mektupları emerdi. Bir şey kalmazdı bana. Yaklaşık beş yüz kitap sayfasını aşan bir kitap hazırladım. Bu kitabı bastıramadım. Ancak, kitabın az bir bölümünü, Erhan ile Süleyman Cihan’ın da teşvikiyle, 1979″da çıkan Partizan dergisinde parça parça yayınlattım. Yayınlanan her yazı için bir resim çizdim. Derken 12 eylül darbesi gerçekleşti. El yazması kitap, Aslan Kılıc’ın köyünde, diğer kitaplar ve yaptığımız savunmalarla birlikte kuyuya gömüldü ve orada çürüyüp kaldı. Ve tabi yüreğimin bir yanı da çürümüş oldu biraz. Bu benim kaybolan dördüncü kitabımdı. Birinci kitap, 1967 ve 68’de yazdığım 400 sayfayı aşkın romandı, sağolsun, 12 mart darbesinde babam yaktı. Babamın yaktığı da kesin değil. Hikayelerden oluşan ikinci ve şiirlerden oluşan üçüncü kitabım da yine 12 mart darbesinde, Ahmet Özdemir’in İstanbul’daki evinde kayboldu. Ahmet, İsrail baskınında, 1972’de Filistin’de öldürülmeseydi belki bu kitapları bulurdum. Çünkü onun evinin çatısındaydı. Her neyse, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihini yazarken, dikkatimi en çok, Zonguldak madencilerinin yaşamı çekti. Madencilerin yaşamını romanlaştırmayı düşündüm. Kitabın kaybı bana, işçi sınıfının tarihini yazdın, kaybettin, hiç değilse madencilerin tarihini romanlaştır düşüncesini dayattı. Zola’nın Jerminalini okudum. Yazmak için elimde kaynak yoktu ve cezaevleri, askeri darbenin ağır baskıs altındaydı. Bu fikri üç yıl unuttum. Cunta bizi, Niğde cezaevinden Zonguldak’ın Bartın’ına sürünce, bu fikir, yeniden yoklamaya başladı beni. Bartın cezaevi bir dağın dibindeydi. Kendimi, Zonguldak’ta, bir maden ocağında hissettim. Romana başlama arzusu, yeniden gelip çöreklendi yüreğime. Ama kaynak yoktu; olsa bile aramalardan dolayı yazamazdım. Yazılan her şeye el koyuyorlardı. Kaynak ve yazma olanağım olsa, hemen başlar mıydım yazmaya bilemiyorum. Çünkü Bartın yıllarında, bir başka cezaevinde yatan, güzel ve yetenekli, oldukça da akıllı bir kadına aşık olmuştum. Hayal dünyamı ve gücümü aşk mektupları emiyordu. Benim en güzel yanım, tanımadığım, bilmediğim ve görmediğim kadınlara aşık olmaktır.

Bartında, sebep neydi bilmiyorum, 11 günlük bir açlık grevi yaptık. Grevin bitiminden iki gün sonra büyük bir patlama oldu ve yüze yakın madenci öldü. Yaralılara kan vermeye karar verdik. Kan verdim, koğuşa gideyim diye yekinip kalkarken bayıldım. Bayılmam işe yaradı. Kendimi bir madenci gibi hissettim ve romanı yazmaya karar verdim. Haftalarca düşündüm ama yazamayacağımı anladım. En iyisi, aşk ateşini de seferber ederek, en iyi bildiğimi, içinde bulunduğum cezaevini yazmaktı. Bir müddet sonra, sigara kağıtlarının üzerine arkalı önlü, ‘Gül Demir ve Çığlık, ‘ romanını yazmaya başkadım. İki arkadaşım, Memet Kap’la Süleyman da romanı birer nüsha çoğaltıp gizlediler. Birkaç yıl sonra, Antep Özel Tip Cezaevi’ne sürüldük. Hücrelere konulduk. Pencerelerine demir saclar çakmışlardı hücrelerin. Mevsim yazdı, hücreler oldukça havasız ve sıcaktı. Kendimi maden ocağında hissettim. Yazma arzum güçlendi yeniden. Yine kaynak yoktu ve sıkı bir kontrol vardı.

On üç yıllık bir cezaevi sefasından sonra tahliye oldum. Askere götürdüler, kırk gün sonra kaçtım. Avrupa’ya çıktım. Avrupa bana, maden romanını yazmayı erteletti. Avustralya’ya gittim, Tohum romanını yazmaya başladım. Bunu diğer romanlar izledi. Bu arada, yaşadığım Melbourne kentine üç saat uzaklıkta bulunan Balarat ve Bendigo altın madenlerini gidip iki kere inceledim. Yeraltı beni etkiledi. Zonguldak havzasıyla ilgili kaynaklara ulaşma çabası içine girdim. Yine bir açık maden ocağını gezdim. Sarkıtlı dikitli büyük mağaraları inceledim. Paris’e gittiğimde, duvarlarını binlerce ölünün kafataslarıyla ördükleri o korkunç yeraltı tünelini gezdim. Daha sonra, Almanya’da, Essen’e yakın bir yerde, yerin 1200 metre derinliğine indim, işçiler çalışırken, galerilerde, kömür damarlarında, iki saati aşkın bir süre inceleme yaptım. Müze haline getirilen bir başka kömür ocağını gezdim. Yine, 19. yüzyılda kömür ocakları sistemini, galerileri, kuyuları, asansörleri, tulumba, lağım, tahkimat ve havalandırma sistemlerini, lamba biçimlerini sergileyen bir müzede inceleme yaptım, notlar aldım. Duisburg’ta bulunan, yaşlı, Zonguldak’lı Madencilerle konuştum. Filmleri izledim. Roman kafamda çok daha belirgin bir hal aldı. Genel olarak Karadeniz, özel olarak da Zonguldak havzasına ilişkin okuma ve not almalarımı aralıksız sürdürdüm. Tarih, folklor, halk yaşamı, coğrafya, arazinin jeolojik durumu, üretim ilişkilerinin geçirdiği aşamalar, etnik yapı ve dil alanlarında kaynak topladım, yoğunlaştım. Edindiğim çok yönlü bilgi romanın yazımını kolaylaştırdı. Tüm bu incelemelerim, okumalarım içinde, beni en çok, küfeci çocukların durumu ve Cumhuriyet döneminde, yaşlı madencilerle yapılan söyleşiler etkiledi. Yeraltından çok, yeraltında çalışan insanın ruhunda gezinmeye çalıştım. Madenci ruhunun derinliklerine inebildim mi, inemedim mi bilemiyorum. Araştırmalarım, yeniden gözden geçirmelerim de dahil, ömrümün sekiz yılını aldı bu roman.

Etiketler
Roma