CHP'li Toprak: 'Doğruları söyleyenleri hain ilan eden siyaset sonunda kendisi de koronaya yakalandı'

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi.

CHP'li Toprak: 'Doğruları söyleyenleri hain ilan eden siyaset sonunda kendisi de koronaya yakalandı'

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi.

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi. İç politika, Dış politika ve Ekonomi ana başlıkları altında TOPLAYAN Toprak, 'Haftalık Değerlendirme Raporu'nu kamuoyu ile paylaştı.

Toprak: "İktidar, DSÖ’nün olgu sayısına göre aşı dağıtımı yapılacağı kriterinin paniğiyle, gizlediği vaka sayılarını itiraf etmek zorunda kaldı. Doğruları söyleyenleri hain ilan ederek izlediği aldatma siyasetinin sonunda kendisi de koronaya yakalandı. Gerçek verileri gizleyerek toplumda rehavetin oluşmasına ve salgının yayılmasına zemin hazırlayan iktidar, bu sorumsuzluğunun hesabını vermek zorundadır!" ifadelerini kullandı.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak’ın kamuoyu ile paylaştığı rapordan dikkate çeken başlıklar şöyle:

İÇ POLİTİKA

1.İktidar, DSÖ’nün olgu-vaka sayısına göre aşı dağıtımı yapılacağı kriterinin paniğiyle, gerçek rakamları itiraf etmek zorunda kaldı!

DIŞ POLİTİKA

2.Libya’ya yardım malzemesi taşıyan Türk Gemisi’nin IRINI Operasyonu ile baskına uğraması, AB ile yeni bir krizin fitilini ateşledi!

3.IRINI Operasyonu, iktidarın yeni reform açılımları yapmayı vadettiği bir süreçte, bir provokasyon girişimini de akla getirmektedir!

4.Avrupa Parlamentosu, Türkiye’ye ağır yaptırım kararları alınması yönündeki tasarıyı kabul etti.

5.İngiltere, İtalya, Fransa ve Almanya’dan Libya’daki çözüm anlaşmasına destek geldi! Türkiye yine yaptırım tehdidi ile karşı karşıya!

6.Arap medyası, Libya Merkez Bankası’na ait 4 milyar doların üzerinde bir paranın Türkiye Merkez Bankası’nda tutulduğuna dikkat çekiyor!

7.Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Fetva Konseyi, İhvan/Müslüman Kardeşleri terör örgütü ilan etti!

8.Yeni bir NATO-Türkiye krizi yaşanabilir!

EKONOMİ

9.BDDK, Aktif Rasyosu düzenlemesini yürürlükten kaldırdı. Kararın 31 Aralık’ta yürürlüğe girecek olması başlı başına bir çelişki!

10.CB Erdoğan’ın Katar sevdası sınır tanımıyor. Katar ile imzalanan “Su Yönetimi Mutabakatı” kafa karıştırıyor!

11.Yerli-milli bilim, teknoloji ve inovasyon için yurt dışından 100 üst düzey araştırmacı Türkiye’ye getirilecek!

12.Sektörel güven endekslerinde düşüş yaşanıyor!

13.Bankalardaki döviz ve altın mevduatları artıyor!

GERÇEK VERİLERİ GİZLEYEN İKİTİDAR SORUMSUZLUĞUNUN HESABINI VERMEK ZORUNDADIR!

1.İktidar, DSÖ’nün olgu sayısına göre aşı dağıtımı yapılacağı kriterinin paniğiyle, gizlediği vaka sayılarını itiraf etmek zorunda kaldı. Doğruları söyleyenleri hain ilan ederek izlediği aldatma siyasetinin sonunda kendisi de koronaya yakalandı. Gerçek verileri gizleyerek toplumda rehavetin oluşmasına ve salgının yayılmasına zemin hazırlayan iktidar, bu sorumsuzluğunun hesabını vermek zorundadır!

İki ay öncesi semptom göstermeyen ancak pozitif olan vakaları açıklamadıklarını itiraf eden Sağlık Bakanı, geçtiğimiz haftadan itibaren bu kez tüm vaka sayılarını açıklama kararı aldıklarını duyurdu. Bunun ardından da 25 Kasım’da hasta sayısı bir anda 6 binden 28 bin 351’e yükseldi ve günlük vaka sayısı 30 binin üzerine çıktı. Oysa günlük vaka sayısının 40-50 bin düzeyinde olduğunu, İstanbul’da günde 12 bin ve üzerinde COVID-19 pozitif vakanın saptandığını açıklayan Türk Tabipleri Birliği’ni (TTB) vatan haini ilan etmişlerdi. Kayıtlı günlük vefat sayısının açıklanan rakamların üzerinde olduğu beyanatlarını ‘ipe sapa gelmez bozgunculuk’ diye nitelendirip, virüsün yayılmasından mutlu olduğumuz ithamına kadar vardıran, gayri insani suçlamalarda bulunan iktidar ittifakı ülkeyi ve toplumu içine sürüklediği bu felaket tablosunun baş sorumlusudur. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) son verileriyle Türkiye, nüfusa oranlı vaka sayıları sıralamasına göre ABD, Hindistan, Polonya ve Brezilya'nın ardından bir anda dünyada 5. Avrupa’da 2. sıraya yükseldi. Bu tablo, gerçekleri söyleyip önlem için feryat edenleri hain olarak yaftalayan Cumhur İttifakı’nın, iktidarın eseridir. DSÖ’nün aşı dağıtımında uygulanacak kriterin ülkelerdeki olgu-vaka sayısı olarak belirlendiğini ve aşı önceliklerinin salgının yaygınlık ölçüsüne göre yapılacağını duyurması, iktidarı gerçekleri söylemezse aşı alamayacağı paniğine sevk etti.

Dünyaya tıbbi malzeme yardımı yapmakla övünen, vatandaşlarına bedava maskeyi bile çok gören CB Erdoğan, suçu Bilim Kurulu’nun ve halkın üzerine atarak sorumluluğunu örtmeye çalışıyor. Bu noktaya gelinmesine sessiz kalarak katkı sağlayan, iktidarı açık şekilde uyarmaktan kaçınan Bilim Kurulu üyeleri de toplumdan özür dilemeli ve gereğini yapmalıdır.

Gerçek vaka sayısının açıklanmamasını ‘Türkiye’nin itibarını korumak için’ diye izah eden bir siyasi anlayış olamaz. En az 2 ya da 3 haftalık topyekûn kapanmanın kaçınılmaz olduğu apaçık ortada iken hafta sonları saatlik kapanmaların, gece sokağa çıkma yasaklarının bu salgın tablosunda çözüm olamayacağı aşikâr. İktidar, salgınla mücadele seferberliği ilan etmeli, maddi manevi devlet imkânlarını topyekûn korona mücadelesi için devreye sokmalıdır.

GEMİDE SİLAH OLDUĞU İHBARININ HANGİ ÜLKE İSTİHBARATI TARAFINDAN YAPILDIĞI AÇIKLANMADI

2.Libya’ya insani yardım malzemesi taşıyan Türk bayraklı Rosaline A Gemisi’nin IRINI Operasyonu ile baskına uğraması, AB-Türkiye ilişkilerinin geleceği açısından büyük önem taşıyan 10-11 Aralık AB Liderler zirvesi öncesinde yeni bir krizin fitilini ateşledi. Gemide silah olduğu ihbarının hangi ülke istihbaratı tarafından yapıldığı açıklanmadı. Dışişleri Bakanlığı baskının ‘korsanlık’ olduğunu dile getirdi!

AB Irini Operasyonu’nun karargâh merkezinin Roma, karargâhta o sırada görevli komutanın Yunan deniz kuvvetlerinden olması ve baskını gerçekleştiren geminin de Alman Deniz Kuvvetleri bünyesinde yer alması, Almanya ile Türkiye arasında gerilime yol açarken, Dışişleri Bakanlığı Almanya, İtalya ve AB Büyükelçiliklerine Nota verdi. Almanya Türkiye’nin Nota’sını reddetti. Yunanistan’a nota verilmemesi ise dikkat çekti.

Dışişleri Bakanlığı oldukça sert bir açıklama yayınlayarak, baskının uluslararası yasalara, deniz hukukuna aykırı olduğunu, bayrak ülkesinin izni ve onayı alınmadan gemiye müdahale edildiğini duyurdu.

AB’nin Dış İlişkiler Sözcüsü Peter Stano, Dışişlerinin ve Savunma Bakanlığının açıklamalarını ve protestolarını reddettiklerini belirterek, Türkiye’nin de tarafı olduğu anlaşmalar uyarınca, gemide arama yapılmak istendiğinin bayrak ülkesi Türkiye’ye aramadan önce bildirildiğini, uluslararası anlaşmalarda yer alan 4 saatlik bekleme süresine de riayet edildiğini açıkladı. IRINI karargâhının bulunduğu Roma’daki Türkiye Büyükelçiliği’nin isteğiyle, ekstra bir saat daha beklendiğini, ancak Türkiye’den yanıt gelmemesi üzerine Alman askerlerinin gemiye çıkıp aramaya başladıkları savundu.

IRINI karargâhının arama kararını Türkiye Dışişlerine bildirmesinden sonra uluslararası anlaşmalarda öngörülen 4 saatlik sürede resmi yanıt verilmemesi, Roma Büyükelçiliğinin ek süre talebine rağmen yanıtın yine gelmemesi ve ta ki Alman askerleri gemiye girdikten sonra izin verilmediğinin iletilmesi, sürecin Türkiye ayağında ve karar aşamasında bazı boşluklar olduğunu düşündürüyor!

Her konuda en hızlı şekilde karar alınacağı iddiasıyla geçilen yeni yönetim sisteminde uluslararası düzeyde böylesi kritik, diplomatik bir konuda beş saat boyunca karar sürecinde belirsizlik yaşanabiliyorsa bu sistemin işlemediğini, muhatapların karar almakta tereddüt ettiklerini, nihai karar verici konumdaki tek kişiye ulaşılamadığını düşündürmektedir. Beş saate varan sürede resmi yanıtın IRINI karargâhına ve Hamburg Firkateyni komutanlığına iletilememesi bir diplomasi ve yönetim zaafını akla getiriyor!

ALMANYA’NIN TUTUMUNDAKİ DEĞİŞİKLİK DİKKAT ÇEKİCİDİR!

3.İktidarın AB Zirvesi öncesinde; yeni reform açılımları yapmayı vaat ettiği, olası yaptırımları gündem dışına çıkartmayı hedeflediği, ‘Geleceğimizi Avrupa’da Görüyoruz’ dediği bir süreçte IRINI Operasyonu bir provokasyon girişimini de akla getirmektedir. Gemi Baskını olayındaki boşluklar ve AB tarafından ileri sürülen, baskına gerekçe gösterilen Ankara’nın beş saatlik suskunluğu, izaha muhtaç görünmektedir!

Ne olursa olsun Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının savunulmasında sonuna kadar gidilmelidir. Diğer yandan karar süreçlerinde neler yaşandığı, bir zafiyet oluşup oluşmadığının sorumluları ortaya çıkarılmalıdır. Olayın diğer bir boyutu; Türkiye-AB ilişkilerinin daha da bozulması, gerilimin tırmanması hatta iplerin kopmasını hedefleyenlerce bu olay bir fırsat olarak mı kullanılmak istendi? İki yönlü değerlendırecek olursak;

Birincisi bu hamle Liderler Zirvesi öncesinde Türkiye aleyhine bir atmosfer oluşturmayı, Türkiye’yi tahrik ederek ipleri tümden gerip kopartmayı amaçlayan AB içindeki bir odağın girişimi olabilir. Nitekim bu olaydan sonra özellikle Ekim zirvesinde Türkiye’ye yönelik yaptırım girişimlerinin ertelenmesini sağlayan Almanya ile gerilimin tırmanması ve Almanya’nın tutumundaki değişiklik dikkat çekicidir!

İkincisi iktidarın kendi içinde demokratik reformların, AB ile yakınlaşmanın önünü kesmek, bu alanlarda olası açılımları frenlemek ve geri adım atılmasını sağlamak isteyenlerce de bu beş saatlik zafiyet süreci yaratılarak Türkiye-AB ilişkilerinin darboğaza sokulması amaçlanmış olabilir.

İktidarın AB ile iplerin tamamıyla kopmaması için rotasını yeniden AB’ye çevirme niyetini ortaya koyduğu bir anda, ortaya çıkan tabloya bakıldığında iktidarın demokratik açılım söylemleri inandırıcılığını yitirmiş görünüyor. AB’den gelen açıklamalar artık söylemlere güvenilmediği, somut eylemlerin görülmek istendiği yönündedir. Bu son gerilimde en çok dikkat çeken nokta Türk bandıralı bir geminin Alman fırkateyni tarafından durdurulması ve aramanın Alman askerleri tarafından yapılması. AB içinde Türkiye karşıtı bloku frenlemeye çalışan Almanya’nın doğrudan işin içinde olması, Alman yönetiminin de zirve öncesi Fransa’ya ve Yunanistan-GKRY tezlerine yakınlaştığı şeklinde yorumlanabilir. 10 Aralık’ta Brüksel’de toplanacak AB Zirvesi öncesinde yaşanan bu olaylar gerilimi tırmandırdığı gibi, olası zirveden Türkiye’ye yönelik yaptırım kararlarının devreye girmesi ihtimalini yükseltiyor!

Temennim, 10-11 Aralık’a kadar gelişecek süreçte AB liderlerinde aklı selimin hakim olması ve yaptırımların gündemden düşürülmesi. Aksi halde sınırlı bile tutulsa Türkiye için ‘yaptırım uygulanan ülke’ algısı ekonomik sıkıntıları büyütecek, yatırım, kaynak akışı, dış ticaret vb. alanlarda sorunları ağırlaştıracaktır. İktidarın bu yaptırımlara karşılık misillemeye geçmesi durumunda ise ekonomik ve siyasi krizin boyutları daha da büyüyecek, sorunların çözümü daha da zorlaşacaktır.

Son dönemde gerilim yaşanan Fransa, Yunanistan, İtalya, Almanya gibi AB üyelerinin NATO üyesi olmaları, sorunları siyasi ve ekonomik boyutun yanı sıra askeri boyuta da taşımakta, Türkiye’yi AB ve NATO içinde daha da yalnızlaştırmaktadır. Sorunların NATO boyutuna ABD’yi de ekleyebiliriz. Dolayısıyla güncel gerilim süreçleri siyasi, ekonomik, diplomatik olmanın ötesinde giderek askeri niteliği de öne çıkan bir noktaya doğru ilerlemektedir!

OYLAMADA 631 PARLAMENTER KABUL, 3 PARLAMENTER İSE RET OYU KULLANDI.

4.Avrupa Parlamentosu 26 Kasım’daki oturumda, AB Liderlerine Türkiye’ye ağır yaptırımlar uygulanması çağrısını içeren bir karar tasarısını 631 oyla kabul etti, Türkiye’nin Avrupa’daki yalnızlığı teyit edildi. İktidar, ‘yok hükmündedir, kararı tanımıyoruz’ açıklamasıyla protesto etti. Tavsiye niteliğinde olsa da ezici oy çoğunluğuyla kabul edilen bu karar tasarısı, Liderler için aynı zamanda ciddi bir siyasi mesaj olarak görülmelidir!

Avrupa Parlamentosu (AP), Doğu Akdeniz'deki sondaj çalışmaları, Maraş’ın açılması gibi nedenlerle Türkiye ile AB arasında yaşanan krizden ötürü, Aralık zirvesinde Türkiye konusunu görüşecek olan AB liderlerine, ağır yaptırım kararları alınması yönünde çağrı içeren tasarıyı kabul etti. AP, tasarıda 46 yıldır kapalı tutulan Maraş kentinin kısmen açılmasını sert ifadelerle kınarken yasa dışı olduğu öne sürülen bu adım nedeniyle, 10-11 Aralık'ta toplanacak AB Liderler Konseyi'ni Türkiye'ye yaptırım uygulamaya çağırdı. AP'nin en büyük grubu Avrupa Halk Partisi (EPP) tarafından hazırlanan, “Türkiye'nin yasadışı eylemlerinin ardından Maraş'ta artan gerilim ve müzakerelerin acilen yeniden başlatılması ihtiyacı” başlıklı karar tasarısının genel kuruldaki oylamasında 631 parlamenter kabul, 3 parlamenter ise ret oyu kullandı. Oylamada, 59 parlamenter çekimser kaldı.

AB Liderler Zirvesi’nden önce 3 Aralık'ta AB Türkiye İlerleme Raporu açıklanacak. Raporda da Türkiye ile ilgili ağır ve kapsamlı eleştirilere yer verilmesi bekleniyor. AB Türkiye Raporu’nda Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin tamamıyla askıya alınması önerisine yer verilmesi şaşırtıcı olmayacaktır!

5.İngiltere, İtalya, Fransa ve Almanya ortak bir açıklama ile Libya’da sürdürülen diyalog ve çözüm görüşmelerini desteklediklerini belirterek, süreci olumsuz etkileyecek girişimler konusunda yaptırım uyarısında bulundu. CB Erdoğan’ın Libya’yı ziyaret edeceği yönündeki haberlerle eş zamanlı deklarasyonun akabinde, Türk gemisine baskın düzenlenmesi, dörtlü açıklamanın hedefinin Türkiye olduğu kanısını güçlendiriyor!

Libya'da 9 Kasım’da başlatılan ve bugüne kadar gelen diyalog ve barış sürecinde önemli ilerlemeler kaydedildi. Türkiye tüm bu süreçlerde müzakere masasının dışında kaldı. Libya’da barış ve siyasi çözüm sürecine hiçbir şekilde dışarıdan müdahale edilmemesi istenen ortak açıklamada, tüm Libyalı ve uluslararası aktörlerden BM’nin çabalarına zarar verecek paralel ve koordinasyonsuz girişimlerden vazgeçmeleri istendi. Türkiye ve Katar, BM tarafından tanınan Trablus yönetimine destek verirken, Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Rusya, Fransa gibi ülkeler Tobruk yönetimine ve Mareşal Hafter’e destek veriyor. Rusya Tobruk ve Hafter’e desteğine karşılık Trablus yönetimi ile de diyalog halinde. Almanya ise Libya’daki tüm tarafları bir araya getirerek önemli bir etkinlik sağladı.

Trablus yönetimi ile ülkenin yeniden imar ve inşasında Türk müteahhitlerine öncelik sağlanması ve Türk müteahhitlerinin bu ülkede yarım kalan yaklaşık 16 milyar dolarlık işlerinin tamamlanarak hak edişlerinin ödenmesi konusunda bir mutabakat anlaşması imzalanmıştı. Şimdi ülkenin petrol gelirlerinin iki yönetimin ortak kontrol ve denetimine alınması kararı, bu anlaşmayı ve Türk firmalarına Feyiz el Sarrac yönetiminin tanıdığı ayrıcalıkları zora sokabilir!

TÜRKİYE’Yİ YALNIZ BIRAKMASI DA SÖZ KONUSU OLABİLİR.

6.Arap medyasında, CB Erdoğan’ın Trablus’a bir ziyaret gerçekleştireceği gündeme getiriliyor. Henüz resmileşmeyen bu ziyaretin amacı, petrol gelirlerinin Libya Merkez Bankası’nda iki tarafın da bilgisi ve kontrolü dahilinde tutulmasına dönük mutabakat olduğu dile getiriliyor. Çatışma sürecinde Libya Merkez Bankası’na ait 4 milyar doların üzerinde bir paranın Türkiye Merkez Bankası’nda olduğuna dikkat çekiliyor!

Şimdi müzakerelerde varılan uzlaşma çerçevesinde bu paranın Libya Merkez Bankası tarafından geri istendiği yönünde Libya medyasında haberler yer alıyor. İktidarın bu paranın geri ödenmesi talebini geciktirmeye ya da iadeyi ertelemeye çalıştığı yönündeki yorumların yanı sıra, Türkiye’nin bugüne kadar Trablus yönetimine sağladığı askeri ve ekonomik desteğe mahsuben iade talebini geri çevirmek istediği iddiaları da Libya medyasında dile getiriliyor.

CB Erdoğan’ın bu konuları çözüme bağlamak üzere Libya’yı ziyaret etmek istediği ayrıca masada dışarıda kalan Türkiye’nin hâlâ Libya’da ağırlığının olduğu mesajını vermeyi amaçladığı öne sürülüyor. İki haftadan bu yana Libya ve diğer ülkelerdeki medya organlarında dile getirilen ziyaretin şu ana kadar gerçekleşememiş olması bazı sıkıntıların olduğuna işaret ediyor. İktidarın desteklediği Trablus yönetimindeki güçlü isim İçişleri Bakanı Fethi Başağa’nın son birkaç haftaya sığdırdığı temas ve ziyaretler bu açıdan dikkat çekiyor. Aynı zamanda İhvan’ın da güçlü temsilcisi olarak değerlendirilen ve kendisine bağlı milis güçleri kontrol eden Fethi Başağa geçtiğimiz günlerde önce Kahire’ye ardından da Paris’e kritik ziyaretlerde bulundu. Türkiye’nin Libya’daki varlığından ve etkinliğinden rahatsız Mısır ve Fransa başkentlerine yaptığı ziyaretlerde üst düzey kabul gören Başağa’nın bu ülkelerin desteğini arkasına almak için bazı gizli anlaşmalara girişmesi, masanın dışında kalan Türkiye’yi yalnız bırakması da söz konusu olabilir.

Libya’da uzlaşıyla sonuçlanan ve hızlı bir şekilde devam eden diyalog görüşmelerinde yeni yönetim yapısının şekillenmesi ve ardından 2021 yılında seçim konusunda anlaşmaya varılması Başağa’yı yeni dış destek arayışlarına yöneltmiş görünüyor. Kahire ve Paris ziyaretleri, yaptığı açıklamalar ve imzaladığı anlaşmaları bu çerçevede Mısır ile Fransa’ya ‘Beni Türkiye’nin adamı olarak görmeyin’ mesajı olarak yorumlamak mümkün olabilir.

7.Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Fetva Konseyi de İhvan/Müslüman Kardeşleri terör örgütü ilan etti. BAE, Türk vatandaşlarına vize ve seyahat yasağı getirdi. Bu kararla eş zamanlı olarak Cumhurbaşkanının uzun bir aradan sonra Suudi Kralı ile telefonda görüşmesi, Fransa ve Avusturya’dan sonra Biden yönetiminin de İhvan’ı terör örgütü ilan etmesi ihtimalini gözeterek bir çıkış aradığını işaret ediyor!

Suudi Arabistan Kıdemli Din Alimleri Konseyi’nin 11 Kasım’da açıkladığı kararla İhvan/Müslüman Kardeşler yapılanmasını ‘İslam dışı terör örgütü’ ilan etmesinin ardından 24 Kasım’da da Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Fetva Konseyi, Müslüman Kardeşleri terör örgütü ilan etti.

İlk olarak Mısır’ın aldığı kararın ardından BAE, Bahreyn ve Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler'i terör örgütü ilan eden diğer bölge ülkeleri oldu. Bu ülkelerde hükümetlerin resmi terör listesinde İhvan’a yer vermelerinden sonra Dini açıdan da İhvan hakkında çıkartılan fetvalarla İslamiyet dışı terör örgütü yönündeki dini yorum tescil edilmiş oldu.

İhvan’ın ruhani lideri olarak bilinen Yusuf El Kardavi Mısır'da ömür boyu hapis cezasına çarptırıldıktan sonra kaçarak Katar’a sığındı. Halen Katar’da bulunduğu belirtilen Kardavi hakkında Fransa ve İngiltere’de de İhvan’ı yasaklama ve yakalama kararları çıkartılmış durumda. Geçtiğimiz aylarda Fransa ve Avusturya’da gerçekleşen cihatçı terör saldırıları ve ölümler sonrasında Fransa ve Avusturya da İhvan’ı terör örgütü ilan ederek yasaklama kararı aldı. BAE ve Suudi fetva konseylerinin kararlarında ‘İhvan Müslümanlar arasında tefrika (ayrılık) yaratmaya, İslam saflarını bölmeye ve kan dökülmesini alevlendirmeye çalışan bir terör örgütüdür’ denildi.

İktidarın Katar ile birlikte İhvan’ı sahiplenmesi başta Mısır olmak üzere pek çok bölge ülkesi ile ilişkilerimizi olumsuz etkilerken, İhvan’a verilen bu desteğin dış politikadaki ve ekonomi üzerindeki ağır hasarı da her geçen gün büyüyor. İhvan’ın terör örgütü ilan edilmesi yönünde bölge ülkelerinin ve bazı Avrupa ülkelerinin art arda aldıkları kararlar önümüzdeki yakın gelecekte Türkiye’yi uluslararası alanda ve bölgede ciddi sıkıntılarla karşı karşıya bırakacaktır.

CB Erdoğan’ın Suudilerin ve ardından BAE Fetva Konseyi’nin kararları ile eş zamanlı olarak uzun bir süredir ilişkilerimizin gergin ve kesik olduğu Suudi Arabistan Kralı ile telefon görüşmesi gerçekleştirmesi bu açıdan bir değişim işareti olarak görülebilir. Anlaşıldığı kadarıyla iktidar, İhvan’a destekte geri adım atmak, İhvancıları sınır dışı etmek konusunda İhvan liderleri ve bölgedeki diğer İslamcı grupların tepkisinden, Türkiye’ye dönük bir kampanyanın ve cihatçı terör saldırılarının başlatılmasından tedirginlik duymaktadır.

Arap medyasında Türkiye ile Suudi Arabistan arasında gerçekleşen telefon görüşmesi büyük yankı yaratırken, Mısır’ın da Suudi Arabistan’ın atacağı adımları ve tavrını yakından takibe aldığı buna göre bir yaklaşım sergileyeceği dile getirilmektedir. Diğer yandan da Türkiye-Katar ilişkilerine dikkat çekilerek, bu aşamada güncel ekonomik sorunlar ve Katar sermayesine bağımlılık nedeniyle, Türkiye’nin Katar karşıtı diğer Körfez ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirme adımı atmasının güç olduğu yorumları öne çıkmaktadır.

İktidarın ağır ekonomik ve dış politika sorunları nedeniyle bir politika değişikliğine gitme ihtiyacı içinde olduğu, Suudiler üzerinden diğer körfez ülkeleriyle de diyalog kurmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. İktidar İhvan konusunda radikal bir politika değişikliğine gidemediği takdirde, yakın gelecekte Türkiye’nin çok daha ağır siyasi, diplomatik ve ekonomik hasarlarla karşı karşıya kalması şaşırtıcı olmayacaktır.

BU ÖNERİLERİN BÜYÜK BÖLÜMÜ TÜRKİYE AÇISINDAN KABUL EDİLEMEZ NİTELİKTEDİR!

8.NATO'daki işleyişte yaşanan bazı sıkıntılar nedeniyle geçen yıl alınan reform kararı sonrasında uzmanlar kurulunca hazırlanan 140 maddelik reform önerileri listesinde AB-NATO ilişkilerinin güçlendirilmesi, NATO üyesi olmayan AB ülkelerinin NATO toplantılarında yer alması, NATO üyelerinin kararlara yönelik veto haklarının kısıtlanması gibi öneriler yer alıyor. Bu önerilerin büyük bölümü Türkiye açısından kabul edilemez niteliktedir!

Geçtiğimiz yıl Suriye, Doğu Akdeniz ve diğer bazı bölgelerdeki gelişmeler üzerine NATO bünyesinde bir reform planı hazırlanması önerisi gündeme getirilmişti. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın girişimiyle bu konuda çalışmaları yürütmek üzere oluşturulan uzmanlar heyetinin 140 maddeden oluşan bir tavsiye listesi hazırladığı ve bunların 1 Aralık Salı günü yapılacak NATO Dışişleri Bakanları toplantısında görüşülmeye başlanacağı açıklandı. Üye ülkelere gönderilen NATO Reformu Taslağı’nda NATO-AB ilişkilerinin güçlendirilmesi, üye ülkelerin veto haklarını kullanmalarının kısıtlanması ya da zorlaştırılması gibi öneriler yer alıyor.

Bu tavsiyeler arasında en dikkat çekenlerden birisi NATO üyesi olmayan AB ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarının da NATO zirveleri çerçevesinde yapılan görüşmelere davet edilmesi, ortak stratejik karar toplantılarında yer almaları.

Bu öneri Kıbrıs sorunu nedeniyle Türkiye-Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasındaki sorunların göz ardı edilerek GKRY’nin NATO çatısı altına alınması anlamına geliyor. GKRY’nin Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında AB üyeliğine alınmasına yönelik Türkiye’nin uyarı ve itirazlarını dikkate almayan AB şimdi GKRY’yi NATO içinde etkin kılmayı hedefliyor.

GKRY’nin yanı sıra AB içerisinde sürekli şekilde Türkiye aleyhine yürütülen girişimlere katkı veren ve NATO üyesi olmayan Avusturya da bu tavsiyenin kabulü halinde NATO toplantılarında ve faaliyetlerinde yer almaya başlayacak. İrlanda, İsveç, Malta, Finlandiya gibi AB üyesi ülkeler de NATO’ya üye değil ve söz konusu değişiklik bu ülkeleri de kapsayacak. Türkiye daha önce de 2017 yılında Anayasa Referandumu kampanyası çerçevesinde Avusturya ile yaşanan siyasi gerilim sonrası Avusturya’nın NATO ortaklık programlarında yer almasını veto ederek engellemişti. Muhtemelen iktidar Dışişleri Bakanları Toplantısında ve daha sonra gerçekleşecek NATO Savunma Bakanları toplantısında ve nihayet NATO liderler zirvesinde bu tavsiye doğrultusunda gündeme getirilecek reform girişimlerini ve atılacak adımları veto edecektir. Doğrusu da budur.

İKTİDARIN AKILCI BİR YAKLAŞIMLA BU TAVSİYEYE DE İTİRAZ EDECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM.

AB’den ayrılma kararı alan İngiltere’nin, NATO-AB ilişkilerinin genişletilmesi ve NATO üyesi olmayan AB ülkelerinin NATO toplantılarında, karar süreçlerinde yer almasına itirazını bildirdi. Türkiye ile İngiltere büyük olasılıkla söz konusu tavsiyeye karşı birlikte hareket edeceklerdir.

Ayrıca listede yer alan bir başka tavsiye üye ülkelerin ittifak kararlarını veto etmesinin zorlaştırılması, bazı konularda veto hakkının kısıtlanmasını öngörüyor. Veto hakkının kısıtlanması durumunda örneğin yukarıda ifade ettiğim GKRY’nin NATO toplantılarında yer alması durumunda Türkiye bu hakkını kullanamayacak.

Büyük ihtimalle iktidarın akılcı bir yaklaşımla bu tavsiyeye de itiraz edeceğini düşünüyorum.

NATO-TÜRKİYE KRİZİ YAŞANABİLECEĞİ İLERİ SÜRÜLÜYOR.

Geçmişte Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın darbesi sonrasında Yunanistan NATO üyeliğinden çıkartılmıştı. Ancak daha sonra darbecilerin devrilmesi ve Yunanistan’ın yeniden NATO’ya üye olma başvurusu gündeme geldi. Türkiye uzun süre Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne karşı vetosunu kullandı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise dönemin askeri yönetimi NATO’ya bağlılık bildirirken, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünün yolunu açtı ve vetoyu kaldırdı. Şimdi Kıbrıs’ta, Ege’de, Doğu Akdeniz’de karşı karşıya kaldığımız gerginlikler, Yunanistan ve GKRY’nin AB ve NATO içinde Fransa ve Avusturya ile birlikte Türkiye’ye karşı yürüttüğü girişimler göz önünde bulundurulduğunda geçmişteki askeri darbe yönetiminin bu kararının bugün Türkiye aleyhine hangi süreçlere zemin yarattığı rahatlıkla görülebilir.

AB gazetelerinde NATO’nun reform planıyla ilgili yorum ve değerlendirmeler ağırlıkla Türkiye üzerinden görülerek yeni bir NATO-Türkiye krizi yaşanabileceği ileri sürülüyor.

Türkiye’yi baskı altına almaya yönelik olduğunu düşündüğüm bu yorumlara katılmadığımı, gerek AB üyesi olmayan GKRY gibi ülkelerin NATO şemsiyesi altında temsili gerekse veto hakkının kısıtlanması konularında Türkiye’nin haklarının savunulmasının ‘kriz’ olarak sunulamayacağını belirtmek isterim.

Uzmanlar Kurulu’nun Reform Tavsiyeleri raporu, NATO Dışişleri Bakanları toplantısından sonra kamuoyuna resmi olarak açıklanacak. İktidarın belirttiğim hususlarda reform tavsiyelerine itiraz ederek şerh koymasını, veto hakkını kullanmasını öngörmekteyim.

9.BDDK Mayıs ayında yürürlüğe konulan ve bankaları kredi vermeye zorlamak için yaptırımlar getiren Aktif Rasyosu düzenlemesini yürürlükten kaldırdı. Kararın 31 Aralık’ta yürürlüğe girecek olması başlı başına bir çelişki. Ekonomide “yeni dönem” adı altında uygulanan kararlar “yanlış” denilerek kaldırılırken, bu kararların yarattığı ağır tahribatın sorumluları 130 milyar dolarlık döviz rezervini tüketip, bankaların batık kredilerini büyüttüler!

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) bankaları kredi vermeye zorlamak amacıyla Mayıs ayından bu yana uyguladığı Aktif Rasyosu (AR) düzenlemesinin 31 Aralık 2020’den itibaren yürürlükten kaldırılmasını kararlaştırdı. İlk anda kararın hemen yürürlüğe gireceği algısıyla döviz kurlarında bir gevşeme yaşanırken daha sonra bu kararın 31 Aralık’a kadar hâlâ yürürlükte olduğu ortaya çıkınca dolar ve Euro kuru yeniden yükselişe geçti. Sadece bu bile ülke ve ekonomi yönetimindeki dağınıklığın, kargaşanın, karar mekanizmalarının birbirinden bihaber olduğunun en son ve somut göstergesi.

19 Kasım’da alınan 475 baz puanlık faiz artışı kararıyla politika faizinin yüzde 15’e yükseltildiğinin açıklanmasına karşılık gerçekte fiili uygulanan fonlama faizinin aynı gün yüzde 14,98 olması ve politika faizindeki artışın 0,20 puan düzeyinde kaldığının ortaya çıkması kısa süre sonra döviz kurlarını yeniden hareketlendirmişti. Anlaşıldığı kadarıyla ekonomide ‘yeni dönem’ olarak kamuoyuna sunulan süreçte Merkez Bankası (MB) ve özerk düzenleyici kurulların bağımsız karar alma alanları sınırlı ve siyasi talimat gölgesi devam ediyor. Faiz artışı kararıyla aynı gün uygulamaya konulması gereken AR düzenlemesinin kaldırılması konusunda ekonomik birimler arasındaki koordinasyonsuzluk ve siyasi otoriteden işaret bekleme yaklaşımı devam ettiği için söz konusu BDDK kararı ancak bir hafta sonra alınabildi.

MB’nin yeni yönetimi fiilen uygulanan faizi resmileştirerek aldığı faiz kararında 0,20 puanlık bir marjla hareket edince, kurlardaki olası daha sert yükselişlere müdahale edecek aracı kalmadı. Kur artışlarına müdahale için 130 milyar dolara varan tutarda MB ve Kamu Bankaları döviz rezervi tüketildiği için yeni bir hızlı yükselişte döviz satarak müdahale imkânı söz konusu değil. MB’nin elindeki yegâne araç yeni bir yüksek oranlı faiz artışı!

MB faiz artışına rağmen, inandırıcılık ve güven erozyonu nedeniyle döviz mevduatları da yine bir haftada 2 milyar dolar daha arttı. Cumhurbaşkanının döviz ve altınınızı bozdurun çağrısına rağmen vatandaşlar döviz ve altın almaya devam ediyor.

BDDK bu yanlıştan gecikmeli olarak da olsa dönüş yönünde adım attı. Ancak BDDK’nın önümüzdeki haftalarda açıklayacağı bankacılık verilerinde batık kredilerin, takibe intikal eden kredi alacaklarının ciddi ölçüde arttığını göreceğiz. Bu noktada asıl üzerinde durulması gereken konu, ülke ekonomisinin bu noktaya getirilmesinde, kaynakların hesapsızca tüketilmesinde sorumluluğu olanların herhangi bir yaptırımla karşılaşmaması.

2001 krizinde kişisel mevduatını dövize çevirerek bir gün sonra alınan devalüasyon kararından yarar sağlayan dönemin MB Başkanı, Başbakan Bülent Ecevit’in onayıyla yargı önünde hesap verdi. Öyle ki bu dövize geçiş kararıyla elde ettiği kazancı, Çağdaş Eğitimi Destekleme Vakfı’na bağışlamak istediğini yargı önünde beyan etmesine karşılık, ÇYDD yönetimi kabul etmedi.

Ülkenin, MB’nin, Kamu Bankalarının 130 milyar dolara ulaşan döviz varlığını ucuza satarak MB kasasını boşaltanların sorumluluklarının bedelini ödemesi gerektiği kanısındayım. Ekonominin tek sorumlusunun kendisi olduğunu ilan eden CB Erdoğan’ın bu dövizlerin düşük kurdan kimlere satıldığını, kimlerce alındığını millete açıklaması siyasi sorumluluğunun gereğidir!

10.İktidar, Türkiye ile Katar arasındaki 6. Yüksek Stratejik Komite toplantısında imzalanan anlaşmalar ile Türkiye’yi parsel parsel satarken, Katar da ülkenin değerli varlıklarını parsel parsel satın alıyor. Varlık Fonu portföyündeki Borsa İstanbul (BİST) hisselerinin yüzde 10’unun Katar’a satılması, iki ülke arasında herhangi bir su sınırı ya da bağlantısı olmadığı halde “Su Yönetimi Mutabakatı” imzalanması dikkat çekiyor!

Türkiye ile Katar arasındaki 6’ıncı Yüksek Stratejik Komite Toplantısı ardından CB Erdoğan ve Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad El Sani’nin katılımıyla iki ülke arasında 10 anlaşma imzalandı. Korona salgını sonrasında normalleşme sürecine geçilir geçilmez Temmuz ayında ilk yurt dışı ziyaretini Katar’a yapan Cumhurbaşkanının bu ziyaretinden dört ay sonra da Katar Şeyhi Ankara’ya gelerek adeta Türkiye’yi parsel parsel satın aldı.

Satışa çıkarttığı Ultra Lüks VIP uçağını CB Erdoğan beğenince ‘hediye eden’ Katar Emiri el Sani ile Cumhurbaşkanı arasındaki ilişkiler iki devlet arasındaki resmi ilişkilerin çok ötesine geçti. Emirin ailesi ve annesinin Kanal İstanbul projesi güzergâhındaki çok geniş arazileri, istimlak edilecek tarımsal alanları önceden satın aldığı ortaya çıktı. Eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ile babasının da bölgede geniş arsalar aldıkları ortaya çıkınca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı e-devlet kapısı üzerinden e-tapu işlemlerine girişi kapattı.

Tank Palet Fabrikası’ndan Digitürk’e, Trabzon-Sürmene yaylalarından Bodrum, Marmaris ve Antalya’daki araziler ve tatil köylerine, İstanbul’un pek çok yerindeki gayrimenkullere, kur artışlarıyla fiyatları sudan ucuz ve kelepir hale gelen çok sayıda sanayi, gıda, tekstil, konfeksiyon, önde gelen giyim markaları ve mağaza zincirlerine kadar Türkiye’de art arda satın almalar gerçekleştiren Katar yönetimi ve sahip oldukları fonlar giderek ani bir çekilme kararıyla Türkiye ekonomisini sarsabilecek bir güce kavuşuyor.

Türkiye ekonomisi ve iktidar üzerinde Katar Şeyhi ile servetinin hegemonyası giderek artıyor. Katar ile imzalanan anlaşmalarda en dikkat çekenlerden birisi de ‘Su Yönetimi’ anlaşması! Katar ile ortak kıyımız, sahilimiz yok. Irak ya da Suriye gibi ‘Sınır aşan sular (Fırat-Dicle-Asi)’ ile ilgili bir bağlantımız yok. O halde Katar Türkiye ile hangi suları yönetecek? Menba suları, su kaynakları, çaylar, dereler, sulama kanalları, tarımsal sulama vb. faaliyetlerde mi Katar’la ortak yönetilecek. Türkiye’yi böylesine aciz bir konuma sürüklemek kabul edilebilir değildir.

11.Sanayi ve Teknoloji Bakanı ‘yerli ve milli bilim, teknoloji, inovasyon’ alanında atılım yapılacağını açıkladı. Üniversitelerden binlerce bilim insanı ihraç edilip, artık neredeyse ilk 100 ya da 500 arasında dahi Türkiye’den üniversiteler yer alamaz iken, yurt dışından getirilecek üst düzey araştırmacılara umut bağlamak ne ölçüde milli ve yerli bilimdir? 1 milyon yazılımcı kampanyasına davet edilen gençler, yazılımcılar nerede?

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank bakanlığının bütçe görüşmeleri sırasında yine yerli-milli bilim, teknoloji ve inovasyon için yurt dışından 100 üst düzey araştırmacının Türkiye’ye getirileceğini açıkladı. Yurt dışından ‘ithal’ üst düzey araştırmacılara dolgun maaşlar, olanaklar, araştırma imkânları sağlanacak ise bu imkânlar neden kendi bilim insanlarımızdan, üniversitelerimizden, gençlerimizden esirgeniyor.

Her yıl açıklanan dünyanın en iyi ilk 10, 100, 500, 1000 üniversitesi arasında ne yazık ki artık ülkemizden yer alan üniversitelerin sayısı bir elin parmakları seviyesine düşmüş durumda. Daha önce ilk 100’de ya da 500’de 10’dan fazla üniversitemiz yer alırken, şimdi sıralamada sürekli geriliyoruz. Bilimsel makalelerde Türkiye’den bilim insanlarını görmek olanaksızlaşıyor. İktidar sürekli şekilde 81 ilde üniversite açmakla, üniversite sayısını 200’ün üzerine çıkartmakla öğünmesine karşılık ülkemizde bilim üreten, ses getiren çalışmalara, araştırmalara, buluşlara imza atan üniversite neredeyse kalmadı.

Açıklanan programa göre dünyanın farklı yerlerinden 100 üst düzey araştırmacı Türkiye’ye getirilecek Türk bilim insanlarının, araştırmacıların kendi alanlarındaki çalışmalarını yönlendirip, ileriye taşıyacak. Araştırma, okuma, yayın ve düşünce özgürlüğünün olmadığı, rektörlerin akademisyenlerin etek boyundan, kılık kıyafetine kadar müdahale ettiği bir akademik enkaza hangi bilim insanı sadece parasal motivasyon ile gelmeyi kabul eder? Sayın Bakanın sadece 100 üst düzey araştırmacıyı Türkiye’ye getireceklerini söylemesi bile bilim insanlarına bakış açısının, bir zihniyetin göstergesidir. Bilim insanları ithal mal ya da ürün değildir ki parasını verip getiresiniz. Tabii ki ülkemizin gelişmesine, teknolojik ilerlemesine katkı verecek üst düzey bilim insanlarını üniversitelerimizde görmek isteriz. Ancak davet edilirler, bilimsel-akademik özgürlükleri garanti edilir, çalışacakları yerel bilim insanlarıyla ortaklaşa bulunabilecekleri ortamlar hazırlanır ve tabii daveti kabul ederlerse gelirler.

Bir süre önce 1 milyon yazılımcı programı başlatılmıştı. Sonra da 600 binden fazla gencin bu programı tamamladığı açıklandı. Ancak nerede bu yüzbinlerce genç yazılımcı? Nerede istihdam edilecekler, kendilerini kanıtlamalarına, geliştirmelerine imkân sağlanacak mı?

Yerli-Milli otomobil deyip elektrik motorundan tasarımına, pilinden, mühendisliğine kadar Çin’den, Almanya’dan, İtalya’dan ithal otomobile milyarları dökenler,

Futbol takımlarının miyadı dolmuş yabancı sporcularla doldurulması, devşirme sporculara isim değiştirtip madalya tüccarlığı peşinde koşanlar,

Şimdi içini boşalttıkları üniversitelere üst düzey 100 araştırmacı ithal ederek ‘yerli-milli bilim teknoloji’ üretme programlarına, ülkenin kıt kaynaklarını tahsis etmeye hazırlanıyor.

KHK’larla üniversitelerden 5 binin üzerinde bilim insanı ihraç edilirken, yüzlerce bilim insanı ve akademik kadro, binlerce kayıtlı öğrencinin gelecekleri yok edilirken 100 ithal bilim insanına umut bağlayıp, yerli-milli bilimden söz etmek öngörüsüzlükten öte bir şey değildir.

Türkiye bu iktidarın yaklaşımlarıyla, bilime, sanata, kültüre bakış açısıyla yerli insan kaynaklarını heba etme yoluna girdi. Tıpkı tarımsal üretimde, hayvancılıkta yerli üreticiyi yok etmek pahasına ithalat kapılarını ardına kadar açan iktidar, 90 yıllık Refik Saydam Hıfzıshha Enstitüsü’nü yıllar önce kapatıp şimdi salgında aşı için Rusya’nın, Çin’in, Almanya’nın kapısında milyonlarca doz aşıya milyarlarca dolar ödeyerek alabilmek için kuyruğa giriyor.

12.TÜİK’in açıkladığı sektörel güven endekslerine ilişkin Kasım 2020 verileri, ekonomide yeni dönemin sektörlerde güven yaratamadığını, hizmetler ve inşaat güven endeksleri gerilerken, perakende ticaret güven endeksinin aynı kaldığını gösteriyor. Ucuz faizli kredi dönemi bitince kasım ayında en büyük güven kaybı inşaat sektörü güven endeksinde yaşandı. Buna paralel olarak Ekonomik Güven Endeksi de sert düşüş gösterdi!

Kasım ayında bir önceki aya göre; hizmet sektöründe yüzde 2,8 ve inşaat sektöründe yüzde 5,7 güven gerilemesi yaşandı. Hizmet sektöründe bir önceki aya göre, son üç aylık dönemde iş durumu alt endeksi yüzde 2,8 azalarak 74,8 oldu. Son üç aylık dönemde hizmetlere olan talep alt endeksi de yüzde 3,9 azalarak 71,9 düzeyinde oluştu. Gelecek üç aylık dönemde hizmetlere olan talep beklentisi alt endeksi ise yüzde 1,7 azalarak 85,8 oldu.

İnşaat sektörü güven endeksi yüzde 5,7 azalarak 79 puana geriledi. İnşaat sektöründe bir önceki aya göre, alınan kayıtlı siparişlerin mevcut düzeyi alt endeksi yüzde 10,3 azalarak 62,6 oldu. Gelecek üç aylık dönemde toplam çalışan sayısı beklentisi alt endeksi ise yüzde 2,5 azalarak 95,4 değerini aldı.

Perakende ticaret sektörü güven endeksi ise kasım ayında bir değişim göstermeyerek 95 puanda kalmaya devam etti. Gelecek üç aylık dönemde iş hacmi-satışlar beklentisi alt endeksi ise yüzde 0,3 azalarak 90,6'ya çekildi. Sektörel güven endekslerindeki bu tablo ekonomi yönetimindeki değişiklikler ve iktidarın ‘ekonomide yeni dönem’ söyleminin sektörlerde inandırıcılık etkisinin fazla olmadığını aksine güven kaybı yaşandığını gösteriyor.

Önümüzdeki aylarda hizmetler sektörü güven endeksinin daha dip noktalara inmesi sürpriz sayılmamalı. Talep beklentilerinin gerilemesi, stok seviyelerinin ciddi yükselişe geçmesi önümüzdeki dönemde perakende sektöründe de sert güven kayıpları yaşanacağını işaret ediyor.

Ekonomik Güven Endeksi’nde de (EGE) sert düşüş yaşandı. Kasım'da, Ekim'e göre yüzde 3,5 azalarak 89,5 değerine inen EGE’de bu azalış, tüketici, reel kesim (imalat sanayisi), hizmet ve inşaat sektörü güven endekslerindeki düşüşlerden kaynaklandı.

Kasım ayında Tüketici Güven Endeksi yüzde 2,2 gerileyerek 80,1 değerine inmişti. Ekonominin nabzını ve geleceğe dönük beklentileri yansıtan güven endekslerindeki bu tablo, her alanda, hemen her sektörde ve toplumu oluşturan hanelerin tüketim planları, harcamaları, tasarruf ve istihdam beklentilerinde kötümserliğin ağırlıkta olduğunu, iktidarın güven veremediğini gösteriyor!

13.İktidarın reform vaatlerine, ekonomi politikalarında şeffaflık ve öngörülebilirlik söylemlerine güven duyulmadığının önemli işaretlerinden birisi artan faizlere rağmen Türk vatandaşlarının TL’ye geçmek yerine döviz almaya devam etmeleri! Faiz artışıyla döviz kurlarındaki nispi düşüşü döviz almak için fırsat olarak gördüğü anlaşılan yurttaşların, bankalardaki döviz ve altın mevduatları 20 Kasım haftasında yine arttı!

Merkez Bankası (MB) para-banka istatistiklerine göre 20 Kasım ile biten haftada yurt içinde yerleşik gerçek kişilerin döviz mevduatı 2 milyar dolar daha arttı. Mevduat bankaları ve katılım bankalarındaki yurtiçi yerleşiklere ait toplam döviz mevduatı 254,1 milyar dolar tutarından 256 milyar doların üzerine çıktı. Her hafta rekor tazeleyen bankalardaki döviz mevduatı böylece yeni bir rekora daha ilerlerken, altın hesaplarında da 1 milyar dolar artış gerçekleşti 13 Kasım haftasında 24,6 milyar dolar olan kıymetli maden ve altın hesaplarının dolar karşılığı, 25,6 milyar dolar düzeyine yükseldi.

Yurt içi yerleşiklerin TL mevduatı ise aynı dönemde 26,7 milyar TL azalarak 1 trilyon 485 milyar TL tutarında gerçekleşti. Böylece 13-20 Kasım haftasında yurt içinde yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin toplam mevduatı içindeki döviz mevduat payı 0,3 puan daha artarak yüzde 54,1 oldu.

Bu oran 2014 yılında toplam mevduatlar içindeki payı yüzde 33 seviyesine kadar gerileyen döviz mevduatları açısından olağanüstü bir artış anlamına geliyor. Bankalar açısından bakıldığında da TL/Döviz mevduatları arasındaki makasın döviz hesapları lehine bu ölçüde açılması bankalar açısından oluşan riski her geçen gün büyütüyor.

Hepsinden önemlisi kurdaki nispi düşüşe ve MB politika faizine paralel olarak bankaların TL mevduat faizlerini artırmalarına rağmen döviz talebinin sürmesi, döviz hesaplarında iktidarın beklentilerinin aksine çözülme değil bir haftada altın hesaplarıyla birlikte milyarlarca dolarlık artış yaşanması iktidara ve ekonomideki yeni dönem vaatlerine güven duyulmadığını gösteriyor.

TÜİK’in başta enflasyon artışı olmak üzere verilerine güven duyulmadığı için vatandaşlar faiz artışına gerekçe olarak gösterilen enflasyon oranının gerçeği yansıtmadığına inanıyor. Dolayısıyla gerçek enflasyonun daha yüksek olduğu ve buna paralel olarak faizlerin daha da artması gerektiğini düşünüyor. O yüzden döviz ve altına yönelmeye devam ediyor. Bu güven ve inandırıcılık sağlanamadığı takdirde, MB’nin politika faizinde yeni artışlara gitmesi söz konusu olacaktır!

Etiketler
Erdoğan Toprak Milletvekili Türkiye Cumhuriyet Halk Partisi