Solun iç savaşı

Eylül ayında yapılacak Almanya seçimleri yaklaşırken sol içi bir takım gerginlikler tüm dünyada olduğu gibi Almanya’da da kendinden söz ettiriyor. Buradaki kastım tarih boyu fraksiyonlara bölünmüş sol gruplardan ziyade daha temel bir ayrımla ikiye bölünmüş ve muhtemelen yakın gelecekte dünya siyasetini derinden etkileyecek bir mücadeledir.

Bahsettiğim bölünme Türkiye’de de mevcut. Küreselci politikaları önceleyen, anti emperyalist ya da anti kapitalist ajandası bulunmayan, sınıf yerine kimlik siyasetine odaklı, muhtemelen de “Amerikancı” bir sol yapısından bahsediyorum.

İşte Almanya’da bu tanıma en uygun parti “Yeşiller Partisi”. Seçime kısa bir zaman kala sosyal demokrat SPD’ye ilgi düşerken Merkel’in koltuğu Armin Laschet’e bıraktığı CDU’nun en ciddi rakibi Yeşiller olacak.

Bir de bu Yeşillere ciddi muhalefet eden Die Linke yani “Sol Parti” var. Bu parti Yeşilleri “sınıf bilincini umursamamakla ve burjuva sorunlarına odaklanmakla” suçluyor.

Oy oranı %5’lere kadar gerilese de bu Sol Parti Yeşillere uzun süredir rahatsızlık vermekten geri durmadı. Özellikle son dönemde eski başkanlarından Sahra Wagenknecht yazdığı “Kendini Beğenmişler” isimli kitapta ABD kaynaklı yeni model “solun” sahteliğine vurgu yapması çeşitli sol gruplarda büyük tepkiye yol açmıştı.

Aynı ABD’de olduğu gibi, ANTIFA ve benzeri gruplar Wagenknecht’e faşist damgası yapıştırmış, aşırı sağcı söylemlere sahip olduğunu belirtmişlerdi. Mültecilere karşı sert tutumundan ötürü yabancı düşmanı, İsrail’e yaptığı ciddi eleştirilerden dolayı ise Anti Semit ilan edilmişti. Bu gruplar Wagenknecht’e saldırıda bulunmaktan bile çekinmediler.

Bunları anlatırken amaçladığım Die Linke ya da Wagenknecht’i savunmak değil. Çünkü uluslararası alanlardaki tüm sol gruplarda olduğu üzere Die Linke de dünyadaki en büyük CIA aparatlarından PKK’nın en ateşli savunucularından. Bu tarz bir kakafoniye rağmen Die Linke başta olmak üzere NATO ve tüm batı temelli emperyalist planlara (dediğim gibi PKK hariç ) karşı çıkan bir grubun sol içinde duymaya alıştığımız “ırkçı” gibi etiketlerle karşılaşmaları hem ABD’den hem de bizim ülkemizden tanıdık geliyor.

ABD’de Demokratların bir kısmı, Almanya’da Yeşiller gibi gruplar yaklaşık 10 sene içinde gençlere çekici gelebilecek neo-liberal bir ideoloji inşa ettiler. Bu yolculuklarına katılmayan ve olduğu yerde kalan daha geleneksel sol diye tabir edilecek gruplar ise asla yan yana gelmeyecekleri aşırı sağcılarla bir tutuldular. Bu dönemde ortaya çıkan ve finansal ya da yaşamsal manada ciddi sorunlarla karşılaşana kadar apolitik olan genç nesilin önüne sadece iki seçenek çıkabildi.

Bu gençler ya semavi dinlerin bıraktığı ruhsal boşluğu doldurmaya aday neo-liberal kimlik siyasetini benimseyeceklerdi ya da Trump ile daha aşina olduğumuz aşırı sağcı populist siyasete kendilerini teslim edeceklerdi. Sol içi mücadele ise galibi belli bir savaşa dönüştü. Çünkü medya araçlarının tamamına hükmeden ve iletişim kaynakları baştan başa modernize olmuş neo-liberalizme karşı sınıf bilincini önemseyen fakat çağın gereklerine kendini adapte edememiş bir sol duruyordu. Her bir eski tip solcunun yazdığı 36 sayfalık akademik makaleye karşı 5 tane propaganda dolu Netflix dizisi çekilebilirdi. İlgisini 15 saniyeden fazla bir şeye veremeyen genç neslin hangisine yöneleceği pek tartışmaya açık bir konu değil.

Solun asıl hedef kitlesi çalışan sınıf bu şekilde aşırı sağa teslim oldu. Eğer Trump Covid-19 sürecini biraz iyi yönetseydi bugün hala rahatça başkanlık koltuğunda oturuyordu. İngiltere’de Boris Johnson herşeye rağmen İşçi Partisini rahat yenebilmişti. Fransa’da Macron liberal bir siyasetçi olsa da anketlerin düşmesiyle mülteci karşıtı ve ABD nüfuzunu rakip gören politikaları benimsemek durumunda kaldı.

Emperyalizmin yarattığı mülteci sorunlarına karşı sol sahici bir alternatif üretemedi. ANTIFA gibi gruplar batıdaki hiç bir güç odağını tehdit etmedikleri gibi muhafazakar işçi sınıfıyla ettikleri kavgaları faşizmle mücadele olarak nitelendirdiler. Solun tamamı birbirinin sırtını sıvazlama etkinliklerine dönüştü.

Medyaya bakarsanız batıda her karar merci solcuların elindeydi. Hollywood başta olmak üzere batılı liberaller tüm iletişim kaynaklarının başına geçmişti. Ancak bu dönem zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasına engel olmadı. Taze başkan Biden’ın emperyalist müdahaleler yapmasındaki en büyük engel ideoloji değil teknik başarısızlıklardı.

İşte tüm bunlar bize dünyaya hızla yayılan sol bakış açısının aslında bildiğimiz manada bir sol olmadığını gösteriyor. Dünyanın heryerinde olduğu gibi Almanya’da da bu fikir yapısı baskın güç haline geldi. Alman seçmen diğer ülkelere nazaran daha akışkan bir yapıya sahip. Mayıs’taki anketlerde birinci parti olarak görülen Yeşiller şu sıralar CSU’nun 10 puana kadar arkasında gibi gözüküyor.

Yeşillerin başını çektiği bir koalisyon ABD’yi epey memnun edecektir. Ruslar ise SPD’yi tercih ediyorlar ancak CSU’nun birinci parti olması durumunda dünyanın iki kutbu da bu partiyle iyi ilişkiler kurmaya sıcak bakacaklardır.

Bizim için ise CSU’nun galibiyeti pek bir değişim getirmez. Merkel’in koltuğunu bıraktığı Armin Laschet Türklere biraz daha sıcak bakıyor. Yeşiller ise tam tersi konumda. Kim kazanırsa kazansın sol için her hangi bir kazanım olası gözükmüyor. Bakalım neler olacak, haftaya başka bir yazıda görüşmek dileğiyle, iyi hafta sonları efendim.