Hepimizin geçmişe özgü anıları arasında unutamadığımız resimler, fotoğraf kareleri, belgeler, notlar, kıyıp atamadığı defterler vb. vardır. Bu bir bakıma kişinin yürek galerisi, ya da anılar müzesidir.
Kişisel olarak ilginç bir yazgım var. Adı Gazi olan ilkokulu bitirmiş, adı Mustafa Kemal olan ortaokulu bitirmiş, adı Cumhuriyet olan lisede okuyup, adı Atatürk olan üniversiteden mezun olmuşum. Siz bu kadere bakar mısınız?
Tüm bu okullar ve hocalarım bende silinmeyen izler bırakmış, yaşamımı yönlendirmiş, ömür boyu unutamayacağım anıları belleğime yerleştirmiş, her okuldan pek çok dostum arkadaşımla yollarımız kesişmiş, bazen kesintili- bazen kesintisiz devam etmiş. Az şey mi?
Öğrencilik yıllarıma ait bellek müzemde herkes gibi ve herkes kadar unutulmaz güçte ve derinlikte anılarım var. O yıllarda kuşak olarak işimiz hem çok kolay hem de çok zordu. Kolaydı. Çünkü arkamızda Cumhuriyet ilkelerine inanan ailelerimiz, Cumhuriyet'in kürsülerinde bizi eğiten eli öpülesi öğretmenlerimiz, ortamı germeyen yöneticilerimiz vardı. Zordu! Çünkü bir taşra kentinin yaşam koşullarında yaşamak, mahrumiyet bölgesi olduğu için pek çok şeye ulaşamamak, hele de dondurucu soğukla baş etmek kolay değildi…
Bu zorlu yolda nasıl yürüyebildik? Yürüdükçe nasıl güçlendik? Gençlik yıllarımızı zorlayan geleneksel kodların etkisinden sapmadan-yılmadan nasıl yürüyebildik? Bu açıklanması zor bir soru olmakla birlikte, bu sorulara verilecek yanıtım şudur: Yetişme sürecine çok şey sıkıştırmaya çalışan kuşağın aydınlanmaya olan inancı ve Büyük Atatürk’e duyduğu güven ve bağlılık…
Çünkü Atatürk kurtuluş ve aydınlanma için gereken reçete idi, dermandı, ilaçtı, çözümdü. Ulusal bayramlar bizim kuşak için tarihsel, duygusal, siyasal, toplumsal, kültürel anlam ve boyutlarıyla destansı cumhuriyetimizin felsefesinin ve erdeminin yansıdığı ve yaşandığı alanlardı.
Yüreğimizin tavan arasına yerleşenler…
Geriye dönüp bakarken! Hepimizin yaşamında ne zaman aklımıza gelse anlatmaktan da, yinelemekten de bıkmadığımız, usanmadığımız, çekinmediğimiz anılar, kişiler vardır. Bu bazen rehin alan ve acısı geçmeyen olaylardır. Yitip giden bir babadır, göçüp giden bir anadır, çekip giden bir abladır, kaçıp giden bir dosttur öyle ya da böyle sizi yokluğuyla üşüten, varlığıyla ısıtanlardır. Bazen de atmaya kıyamadığımız, yüreğimizin tavan arasına hapsettiğimiz geçmişimizdir, anılarımızdır, hayallerimizdir, umutlarımızdır.
Yine ilkokula başladığımız yerdir, bitirdiğimiz lisedir, mezun olduğumuz üniversitedir, yıllar içinde özenle oluşturulan dostluklardır, inceden inceye örülen arkadaşlık bağlarıdır. Yıllar sonara vefalı bir arkadaşınızın davetiyle bir zamanlar hocalarınızın ders anlattıkları ve sizin pür dikkat dinlediğiniz kürsülerde meslektaşlarınıza ve okuldaşlarınıza seslenmektir.
Bunun o kişiye verdiği gururu, yüklediği görevi ve yüklendiği sorumluluğu hissetmesidir. Çünkü okunan ve bitirilen okullar demir-çimento-betondan ibaret değildir. Yaşamdır, ruhtur, anılar yumağıdır, kültürdür. Yüreğe düşen ilk cemrelerdir, yarınları belirleyen umutların tohumudur. Yemek yenilen, kahvaltı yapılan kantinlerdir, kaldığınız öğrenci yurtlarıdır, ders çalıştığınız kütüphanelerdir. Araya giren yıllara, yollara, işlere, eşlere rağmen kopmayan bağlardır.
Sümerbank’ın pazenini, Nazilli’nin basmasını, Beykoz’un kundurasını, Turhal’ın şekerini, SEKA’nın kağıdını unutmayan kuşağın doğduğu toprakları, bitirdiği okulları unutmamasıdır. Yazarak, çizerek, konuşarak, paylaşarak, sözü dönüp dolaşıp oralara getirme vefasıdır. Yıllar sonra buluşulan sınıf günlerinde yaşanan duygu sellerinin yarattığı mutluluğu ve heyecanı yansıtma çabasıdır.
Üniversite yıllarıma gelince…
Adından ötürü özel ve önemli olan üniversitemiz bizim eğitim ve kültür belleğimizdir. Tabii ki lisemizden belli bir altyapıyla geldik. Ancak okurken çoğaldığımız, geliştiğimiz, büyüdüğümüzü, tadı damağımızda kalan günlerimizin geçtiği yıllar üniversite sıralarıdır. Çünkü o süreç bize çok şey kattı, çünkü öğrettiklerini beynimize kazıdığımızı, küpe yapıp kulağımıza taktığımız ve asla çıkarmadığımız hocalarımız oldu.
Şimdi sanatsal ve tarihi sayfalarda dolaşalım.
1946 yılında Erzurum Öğretmen Okulu öğrencileri Sophokles’in Kral Oidipus adlı oyununu sahneye koyar önce illerinde sonra Kars’ta da sergilerler. O sırada Kars’ta turnede olan devlet tiyatrosu sanatçıları oyunu izledikten sonra derler ki; “Erzurumlu öğrenciler bu zor oyunu Ankara DTO kadar başarıyla sergilediler!” Şimdi gel de Erzurum’un kültürel ve sanatsal geçmişinin önemli göstergelerini unut…
Şimdi gel de: Biraz gerilere gidip ulus iradesini şekillendiren, katılımcıları itibariyle bölgesel, kararları itibariyle ulusal olan; Manda ve himayenin reddedildiği, ulusal bağımsızlığın koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilen (23 Temmuz- 7 Ağustos 1919) Erzurum Kongresi’nin öneminin altını çizme…
Özetle! Her kademedeki okullarımı, dönemin eğitim anlayışını, hocalarımızın sadece bilgiyi, kültürü aktarmakla yetinmeyip, nerede-nasıl kullanacağımızı anlatan bilgeliklerini, benim ve kuşağımın mezun olunca işlerimizin hazır olduğunu hatırlayıp, sonra da günümüze teessürle bakınca! Okullarını bitiren, isimleri ve adresleri değişse de sorunları aynı olan ve ülkemizin karanlık gecelerinin ayı ve yıldızı olacak gençlerin çokluğunu görünce! O günlerimi teşekkürle, tebessümle anıyor, yer yer gözyaşlarıma dur demiyor, diyemiyorum…