Bizi Biz Yapan Değerler...

Yönetim erbabı müthiş bir hızla vites yükseltirken, bildik ve klişe cümlelere karnımızın tok olduğunu unuturken, her konuda ve her koşulda hala “ben yaptım oldu” mantığını öncelerken hayret duymamak, kaygılanmak, gülmeyi unutmak, geleceğe dair hayal kuramamak o kadar arttı ki!

Neşe Doster Yazar nesedoster@yahoo.com

Zeytin konusunda çıkan yazılarıma gelen iletiler, yorumlar ve konunun güncelliği nedeniyle bugün yine ilk sözümüz zeytin olacak. Neden derseniz? Zeytinin yağını yiyoruz, yeşilini-siyahını kahvaltı masamızdan eksik etmiyoruz, sabununu temizlikte kullanıyoruz, çekirdeğiyle ısınıyoruz, barış çubuğu olarak zeytin dalı uzatıyoruz. Sonrada ranta teslim ediyoruz. Başına bunca iş açtığımız zeytincik daha ne yapsın?

Ülkemizde 400 bin aile zeytincilikle geçiniyor. 205 milyon zeytin ağacı var, 167 milyonu aktif halde. Bu alanda en büyük rakiplerimiz olan İspanya’dan 25 milyon, Yunanistan’dan 35 milyon daha fazla ağaca sahibiz. Buna karşın üretimimiz İspanya’nın üretiminden 321 bin ton daha az. Dünya markası olmak ya da piyasada bir numara olmak varken bu inat ve ısrar niye?

Ya da mera orman, çevre, zeytincilik, toprak, tarım, su kanunu gibi düzenlemelerle bu yıkım niye? Yabancı şirketlere yol açarak, zeytini bitirmek, yeşili tüketmek, özel yasalarla, hesaplı kitaplı planlarla, sırada bekleyen emirlerle yeni patronlara yol açmak neden?

Sonuç ne mi olur? Gözlere yaş, evlere yas dolar…

Adrese teslim, kişiye özel ihalelerle son yıllarda kömür yatakları, termik santraller, maden sahaları, enerji dağıtım derken ihale kanunu 150 kez değiştirilerek “kalkınma ve yatırım” adı altında; ülkemizin ormanı, ağacı, suyu, havası, yamacı, vadisi, deresi, zeytini, tarım alanı, merası, otlağı adeta yağmalandı bir…

Adına bazen mera kanunu, bazen orman, bazen çevre, bazen zeytincilik, bazen maden, bazen toprak, bazen tarım, bazen su kanunu diyerek aslında kanunsuzluk yapıldı. Böylece tarım arazileri, ormanlar, bağlar, bahçeler, talana, yıkıma, açıldı iki…

Bu gidişle pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kabiliyet ve kapasitesi belli olanlarla, takdirden çok taklide meyyal olanlarla, şimdilik ve uzun bir süre ne şansımız var ne de çaremiz ne yazık ki üç…

Bazen inanç, kimi zaman gelenek ve toplum yararı gibi kılıflarla ortam yumuşatılıp, olaylar perdelense de depresyon, kaygı, kabus, korku halkın yakasını bırakmıyor. Biriken öfke, artan açlık ve işsizlik, ortalarda görülmeyen adalet insanların yalnız meydanlara akmasını sağlamıyor, yıkılması gereken duvarları, açılması gereken kapıları da zorlamalarına yol açıyor dört…

Çünkü! Açılmayan telefonlar var, çözülmeyen sorunlar var, yanıtsız kalan sorular var, hak edilmeden bol kepçe dağıtılan sanlar, sıfatlar, makamlar var, görmezden gelinen ve yok sayılan gerçekler var, eğitimli gençliğin işsizlik sorunu var, eğitimin başına gelenler var, geçenler var, getirilenler ve getirilecek olanların açık net işaretleri var. Tüm bu nedenlerden ötürü ürkütücü ve kaygı verici bir ortam var beş...

Emeksizler tok, emekliler aç…

Dolayısıyla derdini anlatamayan, sessizce acı çeken, yokluk içinde kıvranan pek çok insan var. İster varsıl olsun, ister yoksul üreten, düşünen, okuyan, yazan, araştıran kimsenin yüzü gülmüyor. Suratlar asık, gözler endişeli, yüzler gergin, ruhlar mutsuzsa bunun pek çok nedeni var. Ve insan tüm bu yakınmaları duyan var mı diye sormadan edemiyor…

Soru notu: Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda başta ailelerimiz ve her branştan hocalarımız bizlere toprak- vatan- memleket gibi biz biz yapan değerleri anlatıp dururlardı. Ben ve kuşağım bu alt yapı ve bağlılıkla büyüdük. Doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklar, çocukluk, öğrencilik ve gençlik yıllarımızın geçtiği yerler, anılarımız, özlemlerimiz, arkadaşlıklarımız, ailemiz, çevremiz, komşuluklarımız, kültürel, yöresel, aidiyetlerimiz bugün bile burnumuzun direğinı sızlatıp, gözlerimizi dolduruyor. Sonra da akla şu soru geliyor? Bizi doyuran, bir baltaya sap eden toprağımıza ve memleketimize bu acımasızlık, bu kıyım, bu ranta teslim niye?

Bitirme notu: Bugün 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü. Lozan heyetinde bulunan Ali Naci Karacan İsmet Paşa’nın konuşması üzerine der ki; “Bu bir konuşma değil, Türkiye’nin çektiği acıları yansıtan bir iddianamedir.”

Tarihin ve takvimin yaprakları arasında yer alanları kısa sürede tanımak ve tanımlamak kolay değil kuşkusuz. Anılarına saygıyla…

Tüm yazılarını göster