ABD'nin dostları rahatsız!

Biden’ın iktidara geldiğinde atacağını söylediği en önemli adımlardan biri “müttefiklerle ilişkileri yeniden inşa etmek” olmuştu. Tabii ki bu bizim gibi son...

Biden’ın iktidara geldiğinde atacağını söylediği en önemli adımlardan biri “müttefiklerle ilişkileri yeniden inşa etmek” olmuştu. Tabii ki bu bizim gibi son yıllarda batıdan uzaklaşmış ülkelere tehdit niteliği de taşıyordu. Ancak ABD’nin sarsıntılı son dört yılında onlardan uzak kalmak isteyen sadece de biz değildik. Çünkü ABD ile müttefik olmak demek sadece ticari ilişkileri, askeri ortaklıklar ve istihbarat ağı kurmak anlamına gelmiyordu. Bir de ABD’nin belki de en parlak olduğu alan olan kültürel hegemonyası söz konusuydu. Böyle baskın bir hegemonyanın “müttefik” olan ülkelerde kültürel kaymalara sebep olması ihtimali bu ülkeleri endişelendiriyordu.

ABD kültürel hegemonyasının (ya da emperyalizminin de diyebiliriz) son modeli ise kimlik siyaseti temelli neo-liberal hareketti. Bu hareketin etkilerini ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyada gördük. Sabah gözümüzü açtığımız andan gece kapayana kadar maruz kaldığımız her medyada bu ideolojinin yansımalarını hissediyorduk. Geçtiğimiz hafta, bu ideolojinin sadece İngilizce değil diğer batı dilleri üzerinde de yoğun etkileri olduğunu anlatmaya çalıştım. “Dilin Cinsiyeti” başlıklı yazımda ABD üniversitelerinde üretilen “cinsiyetsiz” zorlama kalıpların topluma aktarılmada nasıl başarısız olduğundan bahsettim. Merak ederseniz diye de aşağıya linkini bırakacağım.

“Müttefikler” rahatsız!

Ancak bu ABD’nin agresif kültürel yayılmacılığı dünyanın farklı yerlerinde sürekli rahatsızlığa da yol açıyor. Fransa’da sadece muhafazakar değil aynı zamanda bir takım liberal siyasetçiler de ABD’nin ideolojik ihracatlarından rahatsızlıklarını belirtmişlerdi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuelle Macron da bunlardan biriydi. ABD’nin dünyaya dağıttığı kendi şekli olan sosyal adalet aktivizminin Fransa cumhuriyetinin birleşik yapısına zarar vereceğini söyledi. Özellikle üniversitelerde “dil terörü” olarak bile adlandırılabilecek boyutta sansür girişimleri batıda çokça konuşuluyordu. Söylediği kelimelerden ötürü işinden olan üniversite öğretmenlerinin sayısı giderek artıyordu. İşin kötüsü bu ideoloji ile yarın hangi kelimenin “cız” ilan edileceği belirsizdi.

Bu ABD kaynaklı neo liberal ideoloji ile eski başkan Trump da mücadele etmişti. 2019’da çıkardığı yasa ile “düşünce özgürlüğünü önceleyen” üniversitelere fazladan kaynak imkanı sunacağını açıklamıştı. İngiltere’de de benzer girişimler oldu. Geçtiğimiz günlerde düşünce özgürlüğünün önemine vurgu yapan ve ihlali durumunda üniversitelere ceza kesilmesinin yolunu açan yasa tasarıları gündeme geldi.

Kanada’da Quebec bölgesel başkanı François Legault “bir grup aktivistin insanların ne söyleyip söyleyemeyeceğine karar vermemesi gerektiğine” vurgu yaptı. Üniversitelerde öğrenci temelli oluşan sansür iklimi öyle noktalara gelmişti ki öğretmenler bazı öğrenciler kızabilir diye birtakım konuları işlemekten kaçınıyordu. Okul yönetimi, öğretmenleri “içinde saldırgan sayılabilecek kelimeler olan konuları geçmeleri” için zorluyordu.

“Müttefiklerin” ilk rahatsızlığı da değil!

ABD hegemonyası Netflix ve sosyal adalet aktivizmi doğmadan çok uzun yıllar önce de Avrupa kültürünü tehdit ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu hegemonyaya zorla boyun eğen Almanya özellikle sonraki yıllarda bu etkiden çıkmaya çalıştı. Hatta sinemalarda vizyona girecek ABD filmi sayısını bile sınırladılar. Aynı dönemde Fransa da farklı değildi. “Gerçek Fransız kola değil şarap içer!” sloganlı reklamlar çıkarıyorlardı. Bunlar belki sert tutumlar olarak görülebilirler. Ancak Avrupa’nın bir şekilde kültürel bütünlüğünü korumasına yardımcı oldular. Konu Fransa ve Fransızca konuşan Kanada olunca “sosyal adalet aktivizmine” karşı tepkileri biraz daha Anglosaksonlara karşı bir inat olarak da görülebilir. Ancak İngiltere ve ABD içinde de buna karşı mücadele olması sorunun şimdilik batı medeniyetini kapsadığını gösteriyor ve ileride küresel bir sorun olmaya aday olduğunu hissettiriyor.

Peki bu neden bir tehlike?

“Irkçılıkla mücadelenin ne sakıncası var?” gibi sorular da sorulabilir. Çünkü bu neo-liberal kimlik siyaset takıntısı dogmatik düşünceyi toplum gözünde norm haline getiriyor. Kendini sol bir ideoloji olarak tanımlamasına rağmen Katolik kilisesi eğilimleri gösteriyor. Sürekli cadı avlarına çıkılıyor, eleştirel yaklaşım yerine güdüsel linç kültürü benimseniyor. Kilisenin dayattığı “ahlak” normunun yerini “eşitlikçilik” alıyor. Ancak bu fikirler bilimsel bir tabana oturmadığı için siyasi ilişkiler bağlamında genişleyip daralabiliyor. Mesela x kelimesini hareketin öncülerinden birisi söylerse sorunsuz, karşıt fikirli biri söylerse “ırkçı” olarak adlandırılabiliyor. İdeolojinin fikir önderleri yapacakları etik dışı işlerin ya da rahatsızlık uyandıracak ilişkilerin önüne “çoğulculuk” adı altında bir set çekebiliyor. Eleştiriye uğradığında ise “beni eşitlikçi olduğum için ya da kimliğimden ötürü sevmiyorlar” savunmasına sığınılabiliyor. Ve hemen her seferinde de merkez medyanın desteği görülüyor. En korkuncu ise liyakat ortadan kalkıyor. Kimlik temelli insan kayırma, ideolojik ortakların kalifiye olanların yerine tercih edilmesi sıradanlaşıyor. Batının en önemli değeri olan düşünce özgürlüğü rafa kaldırılıyor. “Siyasi düşmanların” söylemleri işinden olana kadar baskıya uğramasına sonuç veriyor. Bu nedenle toplumda aksi yönde fikir belirtmek imkansız hale geliyor. Sol görüşlü insanların anti emperyalizme kayması engelleniyor. Emperyalist hedefleri başarıya götürecek kişiler “siyah, kadın, LGBT” kahramanlar olarak sunuluyor ve sol kalabalıkların enerjisi alınıyor.

Bu fikir yapısı sadece ABD’nin “yakın dostlarını” değil aynı zamanda bizim gibi “sözde müttefiklerini de” tehdit ediyor. Ülkemizin gelecek yıllarda bu sorunlarla daha fazla yüzleşeceğini biliyorum. Ancak bu ülke liyakatsizliği kendine yön edinmiş bir ideolojiyi daha kaldırabilir mi emin değilim. Batı dünyası ise Biden hükümetinin kendine rehber edindiği bu ideolojiyi benimsemek istemiyor. Benzer hareketler kendi ülkelerinde de olsa da (Black Lives Matter eylemlerinde gördüğümüz gibi) dışarıdan bir etkinin kültürlerini zorla değiştirmesi sadece muhafazakar Avrupalıları değil herkesi biraz rahatsız ediyor. Biden müttefiklerle ilişkileri pekiştirmek istiyor ancak ne müttefikler eski müttefikler ne de dünya eski dünya. Haftaya başka bir yazıda görüşmek dileğiyle, iyi hafta sonları efendim.

Geçen haftaki “Kelimenin Cinsiyeti” başlıklı yazım için : https://www.gercekgundem.com/yazarlar/sinan-hacir/3029/kelimenin-cinsiyeti