Komşunuzun evini yağmalayıp sonra nasıl yüzüne baktınız?

Cumhuriyet tarihinin en meşum günleri hangisidir? Yanıt öyle çok ki… İsyanlar, katliamlar, haksız yargılamalar, idamlar, bombalar, ölüm ve acılar… hangisini...

Cumhuriyet tarihinin en meşum günleri hangisidir? Yanıt öyle çok ki… İsyanlar, katliamlar, haksız yargılamalar, idamlar, bombalar, ölüm ve acılar… hangisini ilk sıraya koyarsınız ki… Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Her isyanın, katliamın, yargılamalar, idamlar ve acıların sahipleri var. Mağdurlar o meşum günleri anarak, toplumsal hafızayı canlı tutar. Biliriz ki ‘sabahın sahibi’ onlardır. Biliriz ki yaşanmışlıklar unutulmayacaktır. Biliriz ki o yaşanmışlıkların tanıklığı bize ders diye okutulmayacaktır.

Benim ‘acılar tarihi’ sıralamamda 6-7 Eylül 1955 ilk sırada yer alır. Zira neredeyse 40 yıl boyunca doğru dürüst hatırlayan, acıyı sahiplenen ve ibret alan bir hafızanın varlığı söz konusu değildir. Tabii ki 6-7 Eylül vandalizmini[1] yaşayanlar açısından hiç unutulmayacak izleri ihmal etmiyorum. Benim meramım; toplumsal refleksin, duyarlılığın, ülke kamuoyu açısından sahiplenmediği vurgusuydu.

RUMSUZ İSTANBUL TAHAYYÜLÜ

6-7 Eylül vandalizmi azınlık karşıtı bir eylemdi. Rumların bu topraklardan kadim aidiyetini ortadan kaldırarak, ‘Rumsuz İstanbul’ tahayyülünün radikal bir müdahale ile hızlandırılması süreciydi. 1955’e kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin azınlıklara bakış açısı “Türkçe konuşabilen”, asimile edilebilecek ve dolayısıyla Osmanlı Millet sisteminden giderek uzaklaşabilecek cemaatler öngörüsüydü. Bu nedenledir ki Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Genel Sekreteri Recep Peker’in tarihi “ülkü birliği, dil birliği ve kültür birliğine sahip kişilere Türk denir” minvalindeki sınıflandırması azınlık yurttaşları da kapsayacak şekilde “düzeltilmişti.”

Zira Peker’in “Türkçe konuşmak ve Cumhuriyetin geleceğine inanmak” yani ülkü birliğini sahiplenen yurttaşlar meselesinde üçüncü ayak olan “kültür birliği” şöyle tanımlanıyordu: “Geçmişin acı tatlı olaylarını birlikte yaşamak” yani ortak bir tarihe sahip olmanın da önemi vurgulanıyordu. Ancak gerek 1. Dünya Savaşı’ndan itibaren 1923’e kadar giden süreçte Ermeni ve Rum Osmanlı yurttaşları ile yaşanan çatışma, ihanet ve kırımlar “ortak tarih şuuru” önermesini ortadan kaldırıyordu. Peker de bu olgudan hareketle azınlık yurttaşlarda “kültür birliğini” aramayacaklarını belirtiyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Cumhuriyet elitleri azınlık yurttaşların asimile olamayacağını ve kendi, kültür, inanç ve değerlerini korudukları gerçeğini kabullenmişti. Yani dönem tarihçilerinin bir bölümü tarafından gayrimüslim azınlıkların “Türkleştirme politikalarını” işe yaramadığı gerçeği itiraf edilmişti. Müslüman ama “gayrı Türk” azınlıklar (Arnavut, Çerkes, Boşnak vb.) ise “Türkleşebilecekler” olarak kategorize edilmişti.

VATANDAŞINI REHİNE OLARAK GÖRMEK

Artık gayrımüslim azınlıkların “Türkleşemeyeceği” ön kabulü zaman içinde bu cemaatlerin “dış politikanın rehini/kozu” olarak kullanılabileceği gibi yeni bir politikanın oluşturulmasını da beraberinde getirecekti. Nitekim ‘6-7 Eylül Olayları’nın yargılandığı Yassıada Duruşmaları’nda bir silahlı kuvvetler mensubu general, gizli oturum isteğinde bulunuyor ve NATO toplantısına gitmeden önce Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kendisine “git Amerikalılara söyle, Yunanistan Kıbrıs için Türk tezlerini dikkate almazsa, İstanbul’da yaşayan Rumlar zarar görür’ dediğini anlatıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu yöneticileri kendi yurttaşlarını dış politikadaki hedefleri doğrultusunda kullanarak onlara rehin muamelesi yapmakta beis görmüyordu.

VEFA DUYGULARININ ORTADAN KALKMASI

6-7 Eylül vandalizmine katılan iki vandal grup vardı. Anadolu’nun farklı şehirlerinden İstanbul’a taşınmış ve “ganimete gidiyoruz” diyen lümpen güruhlar yani “bindirilmiş kıtalar” ve diğerleri de işaretlenmiş Rum ve azınlıklara ait evlere saldıran komşularıydı. Komşusunun evini tahrip eden, yağmalayan ve onların yaşamlarını, güvenlik ve vefa duygularını ortadan kaldırmaya tasallut eden komşularıydı.

Belki de çocukları arkadaştı. Belki de karşılıklı dini günlerini kutlayan insanlardı. Belki de kimi akşamlar birbirlerine misafirliğe gidenlerdi. Belki de birlikte çeşme ve fırın kuyruğuna girip sohbet edenlerdi. Belki de aynı taşıtta giderken sohbet edenlerdi. Belki de duygu dünyalarında, müzikte, tuttukları takımda aynı şeyleri hissedenlerdi.

Peki nasıl oldu da komşusunun evini yağmalayan, kadınlarını taciz eden, mallarını tahrip eden ve çocuklarının korku dolu bakışını önemsemeyen o “komşular” böylesi bir tasarrufta bulunmuş ve düşmanlığı böylesine yaşamıştı.

Aynı soruyu yaptığım bir Maraş Katliamı belgeselinde mağdurlardan biri gündeme getirecek ve evlerine girip katliam yapanların komşuları olmasından söz edecekti.

Tarihin bu 67. yıldönümünde belki de en insani soru budur: Vicdanlarda hala yanıtlanmayan o sorudur: “Siz komşunuzun evini yağmalayıp, sonra nasıl yüzüne baktınız?”

[1] Bilerek ve isteyerek, kişiye ya da kamuya ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eylemi