Kurak Günler’i sadece izlemedik, yaşıyoruz da; Bakınız Ekrem İmamoğlu davası

Kurak Günler’de çorak bir kasabanın bile ibretlik öyküsü umutsuzlukla bitmiyor. Bu kadar alamet belirmişken güzel memleketimizden biz neden umutsuz olalım.

Haftaya senaristliğini ve yönetmenliğini Emin Alper’in yaptığı “Kurak Günler”i izleyerek başlamıştık. Film ülkemizi adeta küçük bir Anadolu kasabası ölçeğinde küçültülerek anlatmış. Yargı, güvenlik gibi iktidardan bağımsız olması gereken organların nasıl bağımlı hale getirdiğini; tarihimizde fazlaca örneği olmakla birlikte güncel bir tehdit olan “linç” saldırganlığını; “başka”, “farklı”, “öteki” görülenin maruz kaldığı insanlık dışı muameleyi; cinsel saldırıyı, homofobiyi, velhasıl çürüyen ve dibe doğru çöken bir kasabayı adeta içine girerek gördük. Hikâye tanıdık, kasaba bildiğimiz yer, kasaba esasında yaşadığımız ülke…

Yanıklar Kasabası susuzluk sıkıntısı çeken, mevcut belediye başkanının su getirme vaadiyle iktidarını sürdürdüğü bir yer. Fakat yeraltı sularından su çekilmesi obrukların oluşmasına neden oluyor ve kasaba için bu durum tehlike arz ediyor. Her an hiç beklenmeyen bir yer çökebiliyor. Başka bir çare düşünülmüyor, çünkü daha uzak yerlerden su getirmek daha maliyetli. İşin kötüsü muhalefet “kasabayı susuz bırakmak istiyorlar” ithamına karşı bir siyaset geliştiremiyor. Su meselesi iktidarın “beka” söylemine benziyor. “Kasabamızın gelişmesini istemeyenler…” gibi diyaloglar ise fena halde ülke gerçeğimizi hatırlatıyor.

Genç savcı kasabaya domuz avından dönen kalabalığın linç ayini esnasında giriş yapıyor. Kamyonet arkasına bağlanmış domuzun kanlı izini kendi akıbetinin peşinden gidercesine takip ediyor. Devletin verdiği resmi sorumlulukla kasabanın içinde havaya ateş edenlerle ilgili soruşturma başlatıyor. Topluluğun başında olanlardan biri her türlü pis işe bulaşan belediye başkanının oğlu. Savcı böylece iktidar sahipleriyle çabucak karşı karşıya geliyor.

Belediye başkanının “yemek yiyelim” davetine uzun süre bahane buluyor ama “hakime hanımın” “küçük yerlerde bunlar normal karşılanır” telkiniyle bir akşam yemeğine icabet ediyor. Yemeğe gittiğinde başkanın oğlunun ve suç ortağı arkadaşının da orada olduğunu görüyor. Hiç olmamanız gereken bir yer varsa orada olmamalısınız! Savcı gittiği yemeğin sonunda ağır bir tertibe maruz kalıyor, içkisine muhtemelen hap atıldığı için kendini kaybediyor. Akli dengesi yerinde olmayan genç bir kadına yönelen tecavüz ve şiddet suçuna karışıp karışmadığı tam açık değil ama ne kadar ilkesel davransa da çamurun içinden çıkamıyor.

Öte yandan savcının resmi sorumluluğunun dışında idealist bir duruşu var mı ondan da emin olamıyoruz. 1955’li yıllarda Yaşar Kemal’in yazdığı “Teneke” romanının kahramanı kaymakam Fikret Irmaklı gibi değil. "Mücadele. Sonuna kadar mücadele. Değil mi Resul Bey?" diyordu kasabanın ağalarına yenilip kasabadan sürülen kaymakam. Savcı Emre orta vadede nasıl davranırdı bilemiyoruz, erken bir kumpasa kurban gidiyor.

Kasabanın güvenlik güçleri, hâkimi vaziyete uyum göstermiş, suçları kapatmaya baştan meyilliler. Yerel basının çoğu yerel yönetimin sesi, muhalif gazete de en sonunda basılıyor, yağmalanıyor. Olanlara itiraz edecek bir muhalefet yok, ahali linç edecek “suçlu” arıyor.

Bütün bunlar seçimlerin hemen öncesinde yaşanıyor ve seçimlerin kazanılmasıyla kasabadaki cinnet hali yükseliyor.

Bu hafta sadece filmle ilgili dilim döndüğünce bir şeyler söylemek istiyordum. Fakat ülkemizi yönetenler sanki Yanıklar Kasabası oligarşisi. Bu yüzden süren ve içinde olduğumuz bir filmi de konuşabiliriz.

BİZİ YUTMAYA ÇALIŞAN OBRUKLAR

Umudumuzu yitirmiyoruz ama sabır taşının çatladığı noktadayız. 6 yaşındaki kız çocuğuna yaşatılan cehennem insanlığın orta yerinde çöken bir obruk değil mi? Mahkeme önünde sarıkları ve cübbeleriyle bütün ülkeye “azgın azınlık” diyenlerin cesaret kaynağını biliyoruz.

Muhalif basın, sosyal medya, seslerini eyleme dönüştüren muhalefet örgütleri suçluların tutuklanmasını başardı. O yüzden ülke hala tam olarak Yanıklar Kasabası değil. Ama ortaya çıkartılamayan, cezalandırılmayan büyük suçlar? Bu çürümüşlükten nasıl kurtulacağız?

Bunları düşünürken geçtiğimiz Çarşamba günü mahkeme Ekrem İmamoğlu hakkında, ülkemiz tarihin en rezalet kararlarından birine imza attı. Al sana başka bir obruk!

Yargının sitemden, egemenlerden ve iktidardan bağımsız hiçbir zaman bağımsız olmadığını bilmiyor değiliz. Fakat okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden 12 Eylül Mahkemeleri’nin dahi “suçu ispat” gayreti olduğunu biliyoruz. Geldiğimiz aşama yargının adaletsiz olmasının çok çok ötesinde.

İnanması güç ama olay şöyle oldu; Süleyman Soylu yerel seçimlerden sonra Ekrem İmamoğlu’na “Türkiye’yi şikayet eden ahmağa söylüyorum” dedi. İmamoğlu ise gazetecilerin konuya dair sorduğu soru üzerine “Tam da işte 31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır.” diye cevap verdi. Hapis cezası ve siyaset yasağı işte bu yüzden verildi.

Genel Başkanlarından başlamak üzere AKP’li yöneticilerin çeşit çeşit küfür ve hakaretleri orta yerde duruyor. “Sürtük” dedi hepimize, daha ötesi var mı? Üstelik “ahmak” argo bile değil sıfat, TDK anlamını şöyle açıklıyor: Aklını gereği gibi kullanamayan, bön, budala, aptal. İmamoğlu’nun ne dediğinin önemi yok, “ayıp bu yaptığınız” deseydi, ona da ceza verebilirlerdi.

“SİYASİ BİR DAVA” TESPİTİNDEKİ HEMFİKİRLİĞİMİZ VE DEĞERLENDİRME ACELECİLİĞİMİZ

Mahkeme kararının hukukla alakasının olmadığı, siyaseten verildiği konusunda iktidar cephesinden muhalefete kadar bütün kesimler hemfikir. Fakat “neden” sorusunun cevabı tam bir kakofoni. AKP’lilerin bir kısmı yargı kararına saygı duymak gerektiğini söyleyerek vasat ezberlerini tekrarlıyorlar. Bazıları da bu kararın Erdoğan’a karşı yapılmış komplo olduğunu, kararın yargı bağımsızlığını ispat ettiğini, Erdoğan’ın İmamoğlu’nu güçlendirecek bir hamleyi yapmayacağını söylüyorlar.

AKP karşıtı çeşitli kesimlerde de kararın “derin devlet” organizasyonu olarak alındığı, Ekrem İmamoğlu’nun böylece tıpkı Erdoğan gibi önünün açıldığı minvalinde değerlendirmeler gördüm. Yani bu değerlendirmeyi yapanlar da bir nevi “Erdoğan’dan bağımsız” demiş oluyorlar.

Pek çok kişi İmamoğlu’na verilen cezanın ülkenin geleceği açısından geri dönülmez bir milat olduğunu söylüyor. Yani Ekrem İmamoğlu bu mağduriyet sonucunda dolan yelkenleriyle Altılı Masa’nın kaçınılmaz olarak adayı olacak ve Tayyip Erdoğan’ın geçtiği tarihsel dönemeçlerden geçerek ülkenin bundan sonrasının kaderini belirleyen isim olacak. Bu tespitlere iktidarın kendi ayağına sıktığı vurgusu eşlik ediyor.

İmamoğlu’nun adaylığı için hamle fırsatı yakalayan Meral Akşener bütün iyimserliğiyle yargı sürecinin tamamlanmasının en az bir buçuk yıl süreceğini söylüyor. Birçok kişi Akşener’in çok başarılı bir hamle yaptığını, süreci belirleyenlerden biri olduğunu söylüyor. Fazlaca aceleyle yapılmış yorumlar değil mi?

Siyasette refleksin önemi tartışılmaz, bazı durumlarda alınan inisiyatif olayların akış yönünü ciddi şekilde değiştirir. Fakat siyaset sadece kırılma anlarından, reflekslerden de ibaret değildir. Aynı zamanda gitmek istediğiniz yöne doğru ısrarlı, sabırlı bir çabadır.

İmamoğlu geçtiğimiz aylarda yanında olmasından rahatsız olunan isimlerle geziye çıktığında, ardından oluşan tepkilere verdiği olumsuz karşılıklarla muhtemel aday isimler arasındaki gücünü ciddi oranda yitirmişti. Ama adaylık ihtimali tamamen ortadan kalkmamıştı, bu yöndeki kesin ifadeler fazla aceleciydi. Mahkeme kararı sonrası adaylığının kesinleştiği değerlendirmeleri de aynı aceleciliğin başka bir örneği.

Sürecin en başından beri, genel seçimlerde İyi Parti’nin meclise girmesi, Ankara, İstanbul başta olmak üzere pek çok büyükşehrin kazanılması, İmamoğlu’nun çok daha geriden başlayacak bir isim olmasına rağmen aday yapılması Kılıçdaroğlu’nun inisiyatifi dışında mı gerçekleşti. İyi Partililere bakarsanız hepsi Meral Hanımın işiymiş. Dolayısıyla İmamoğlu kararının verileceği gün ülke dışında olma hatasına düşen Kılıçdaroğlu’nun adaylık ihtimalinin ortadan kalktığı yorumları abartılı değil mi?

İMAMOĞLU’NA VERİLEN CEZA ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEM Mİ?

Siyasal gelişmeleri anlamak çoğu zaman çözülemez düğümlerle uğraşmak gibi algılanıyor. Belki de o kadar karmaşık bir durumla karşı karşıya değilizdir. Öncelikle Ekrem İmamoğlu gibi birisinin yargılandığı bir davanın AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın inisiyatifi dışında sonuçlanabileceğini sanmak epey safça bir düşünme biçimi. 30 Mart seçimleri hangi gerekçeyle ve amaçla iptal edilmişti? Şimdiden bakılınca “AKP açısından çok saçmaydı” demek kolay. Peki, kurduğu tezgâhı işletebilseydi, karşısındaki rakipler doğru bir şekilde hareket etmeseydi sonuç yine böyle mi olurdu? O zaman seçimlerin iptal edilmesi AKP açısından saçma olmayacaktı.

İmamoğlu davasından çıkan sonuç iktidarın yapmaya çalıştığını çok net biçimde ortaya koyuyor. Seçimi kazanmak için, rakiplerin elenmesi için elde olan yasal ya da fiili bütün imkanlar kullanılacak, yoksa da yeni imkanlar yaratılmaya çalışılacak. Ortada bilinmeyen, içinden çıkılamaz ve aklımızın yetmediği bir “oyun” yok. İktidar “vur, kır, parçala bu maçı kazan” güdüsüyle hareket edecek.

Bu ezber konusunda yaratıcı da değil, ülke tarihinde muhalefete ne yapılmışsa o da onu yapmaya çalışıyor. “Beni belediye başkanıyken cezaevine koydunuz, ben de size ceza veririm” diyor. 28 Şubatta kendilerinin maruz kaldığı muameleyi kendileri de rakiplerine uygulamaktan çekinmeyecekler.

İktidarın yaptığı her saldırı hamlesinde olduğu gibi bunun da ters tepmesi, AKP’ye yarar yerine zarar getirmesi mümkün. Ama bunun bir şartı var o da karşısındaki muhalefetin alacağı tutum ve atacağı adımlar.

Bırakalım bu yargı süresi şöyle işler, davanın nihayete ermesi şu kadar zaman sürer oyalanmalarını. Bu ülkede kırktan fazla belediyeye kayyum atandı, adalet zaten yok ama kanunlara dahi uyulmadı. Selahattin Demirtaş, Selçuk Mızraklı gibi siyasetçiler söz konusu olduğunda ışık hızıyla hareket eden yargı mekanizmaları pekâlâ Ekrem İmamoğlu için de ivedilikle sonuca gidebilir.

Elbette elinden gelen her şeyi yapacak olması iktidarın başarılı olacağı anlamına gelmiyor. Normal şartlarda seçimleri kaybetmesi muhtemel iktidara her türlü anormallikte de kaybettirecek bir halk muhalefeti ülkemizin yönünü gerçek bir demokrasiye doğru çevirebilir.

Kurak Günler’de çorak bir kasabanın bile ibretlik öyküsü umutsuzlukla bitmiyor. Bu kadar alamet belirmişken güzel memleketimizden biz neden umutsuz olalım.

Etiketler
Ekrem İmamoğlu Kurak Günler