Bazı ulusalcıların AKP tarafına geçmesine şaşırmalı mıyız?

Bizdenmiş, halkın tarafındaymış gibi görünen pek çok şahsın onlardan hiçbir farkının olmadığını gördük, önümüzdeki dönem görmeye devam edeceğiz. Kısa tarihimizden ve günümüzden aldığımız derslerle dostu düşmandan ayırmada mahir olacağımız günler de mutlaka gelecek…

Bildiğimiz ezber; böyle zamanlar olağanüstü dönemlerdir. “Seçim sath-ı mailine girdik” klişesiyle anlatılmak istenen artık her adım seçim sonuçlarına etki etmek amacıyla atılacak demektir. Taksim’de yaşanan saldırı, sonrasındaki hava harekâtı doğal olarak 2023 seçimiyle ilişkilendirilerek tartışılıyor. Muhalefetin bütünü açısından olası provokasyonlara, bunların iktidar lehine hamleleri beslemesine karşı geliştirilecek adımlar ve cevaplar hayati öneme sahip. Ne yazık ki hepimizde oluşan endişeyi giderecek bir hal de şimdilik görünmüyor. İktidar kendi çıkarına olacak her adımı “ülke bekası” olarak önümüze sürmeye devam edecek.

Bununla sınırlı değil, iktidarın Altılı Masa’yı hareket edemez hale getirmek, masa bileşenleri birbirine düşürmek ve mümkünse dağılmalarını sağlamak en temel hedeflerinden biri.

Aynı anda karşısındaki toplamdan yanına çekilebilir kimler varsa akıllarını çelmek için elinden geleni yapacak. Özellikle seçim süreçlerinde ilkesizlik olarak tarihe geçmiş o kadar örnek var ki saymakla bitmez. Mutlaka yine çeşit çeşit şahsiyetin iktidar saflarında yerini alma hikayelerine tanık olacağız.

AKP karşıtı kitleler iktidar tarafına geçilmesini öfkeyle karşılıyor. Siyasi, ekonomik rüşvetlerle bu kişilerin satın alındığı düşünülüyor. Böyle örnekler tarihimizde ve günümüzde çok fazla var. Ama siyasi dönüşler yalnızca bu nedenlerle açıklanamaz.

İTTİFAKLARLA SÜREBİLEN TEK PARTİ İKTİDARI

AKP, 2002’den başlamak üzere daima ittifaklarla, desteklerle yoluna devam etti. Cemaatle girdiği kavganın ve 15 Temmuz’un ardından kurduğu ittifaklarla yeni bir dönem başlamış oldu. MHP’nin Yenikapı Mitingiyle adeta açık çek vererek AKP ortağı olmasından bir süre önce ve daha 15 Temmuz olmamışken ulusalcı bazı siyasi odaklar AKP’nin yanında sıralanmaya başlamıştı. 2016 yılında Ergenekon Davası’nda Yargıtay’ın verdiği “bozma kararı” yeni dönemin ittifaklarının şekillenmesinde önemli bir aşamaydı. Ama bundan da önce 2014 yılında Ergenekon Davası’ndan serbest bırakılınca, Perinçek, ittifakın işaret fişeğini çakmıştı, “Muhafazakârlarla vatan cephesini kurduk” diye ilan ediyordu.

Şunu da ifade edelim ki AKP saflarına dâhil olma ve bu yöne doğru meyillenme sadece çeşitli odakların siyasi temsiliyetleriyle sınırlı değildir. Devletin pek çok kademesi, kontrgerilla yapılanmasının çeşitli unsurları bu sürece dâhildir.

Seçimlere yaklaştıkça beklediğimiz ve beklemediğimiz başka isimlerin iktidar saflarında yerlerini aldığını göreceğiz. Metin Feyzioğlu gibi, Mehmet Ali Çelebi de AKP’ye geçişiyle en çok tartışılan isimlerden birisi oldu. Geçtiğimiz günlerde Aslı Baykal, CHP’den istifa etti; AKP’ye katılacağı söyleniyor. Şüphesiz buradaki husus Aslı hanımın kendi geçmiş siyasi pratiğinden çok “Baykal” soyadının taşıdığı anlam.

Hemen hepsi “milli” gerekçelerle iktidarın; Tayyip Erdoğan’ın yanında olduklarını söylüyorlar. Erdoğan aynı gerekçelerle İYİ Parti’yi Altılı Masa’dan kalkmaya davet ediyor. Milliyetçi ve ulusalcı siyasetin en büyük motivasyon kaynaklarından biri ise “Kürt Meselesi”nin çözümsüzlüğü.

ULUSALCILIK TANIMLAMASI DOĞRU YERLERİ Mİ İŞARET EDİYOR

Ulusalcılıkla bugün kimlerin kastedildiği açık, ancak ülkemiz tarihinde hangi siyasi çizgiyle ve kimlerle benzeştirilmeleri gerektiği kısmı çok konuşulmuyor.

Bana kalırsa bu gün “ulusalcı” denilince akla ilk gelen kesimlerle 1980 öncesi tarihimizin Sol Kemalist çizgisini birbirinden ayırmak gerekir. AKP ile aynı “milli cephenin” unsurları ne 1932’den 1935’e kadar var olan Kadrocularla, ne de 27 Mayıs sonrası etkili olan Yön/Devrim çizgisiyle benzeştirilerek tanımlanamaz, tartışılamaz. Sosyalizmden, ulusal kurtuluş hareketlerinden etkilenen, Kemalizmi sol bir yorumla tanımlayan Yön-Devrim dergilerinin sosyalist hareketin gelişimindeki etkisi bilinen bir gerçektir.

Çoğu zaman 1960’ların sonuna doğru yükselen işçi sınıfı mücadelelerinin, gençlik hareketinin, sosyalist mücadele açısından yeni yollar açtığı, Milli Demokratik Devrim gibi pek çok tartışmayı aşarak yoluna devam ettiği, bu noktada çok önemli kopuşlar yaşadığı görmezden gelinir. Denizlerle, Mahirlerle ilgili anlatımlarda başlangıç eylemlerinden biri olan “Mustafa Kemal Yürüyüşü” anılır ama idam sehpasında söylenen “yaşasın Türk ve Kürt Halklarının kardeşliği” sözleri duyulmak istenmez.

Sosyalist hareket kendi yolunu açıp kitlesel bir devrimci harekete dönüşürken, Sol Kemalist çizgide ısrar eden bir toplam varlığını uzun süre devam ettirir. İşçi sınıfı mücadelesini merkeze koymayan, küçük burjuva özelliği baskın bu çizgi pek çok konuda sosyalistlerle birlikte yol yürür.

Orduda, devlet bürokrasisinde, aydınlar içinde karşılığı olan bu fikri hat önce 12 Mart, en nihayetinde 12 Eylül askeri faşizmiyle tasfiye edilir.

Atatürkçülüğü antiemperyalist, bağımsızlıkçı bir yorumla anlama duygusu ise halkın geniş kesimlerinde, solun tabanında günümüze kadar var olmaya devam eder.

90’LARDA ORTAYA ÇIKAN ULUSALCILIĞIN ANLAMI

90’lar sonrası zuhur eden ulusalcılığın bahsettiğimiz tarihin devamı olmadığı, fikri olarak aynı yere denk düşmediği bilinmelidir. Sol Kemalizmi tasfiye eden darbelerin bakiyelerinden biri olarak ortaya çıkan bu türden ulusalcılığı ideolojiden çok reaksiyoner bir tavır olarak anlamamız gerekir.

Bununla birlikte uzunca bir süredir “Ulusalcılık” tanımıyla çerçevesi çizilebilir bir ideolojik akımdan söz etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Sovyetlerin yıkılmasıyla oluşan dünya siyasi ortamında sıçrama yapılabileceğine inanan, emperyalist bir hayal dünyası oluşturan bu anlayış Avrasyacılık gibi söylemlerle kentli orta sınıfları, askeri-sivil bürokrasinin bazı kesimlerini, çeşitli “aydınları” kapsamayı başardı. Bu kesim antiemperyalizmin içini boşaltarak “bölünme” fobisinin kaynağı olarak Batı’yı işaret etti. “Kürt Meselesi”ne dair tavizsiz bir tutum takındılar ve devletin resmi-gayrı resmi Kürt politikasının en büyük destekçisi ulusalcılar oldu. Laikliği de, aydınlanmayı da elit, ayrıcalıklı bir devletli topluluğun “devleti koruma” sınırlarında ele alarak iki ilerici değeri halk düşmanı bir forma sokmayı başardılar.

Kendisini devletin, rejimin sahibi olarak gören bu anlayış ilk şoku Milli Görüş’ün yerelden başlayan iktidara gelme sürecinde yaşadı. 2000’li yıllar ise yıkım ve tasfiye anlamına geldi.

AKP’nin kapatılmaya çalışılması, Cumhuriyet Mitingleri başarısız oldu. En önemli mevzi gördükleri ordunun itibarsızlaştırılması ise artık konumlarına geri dönemeyeceklerini gösteriyordu.

Ta ki cemaatle girilen malum süreç sonlanıncaya kadar...

Diğer yandan Siyasal İslam, Kürt Meselesi, ayrıcalıklarını kaybetmeme çabası gibi ortak tutumların dışında ulusalcılığı ortak bir düşünce sistemi etrafında toplanmış bir hareket olarak tarif etmek zor. Fakat izlerine, bu tutumu sürdüren kişilere CHP dâhil olmak üzere pek çok yerde rastlamamız mümkün.

Bu nedenle ulusalcılığın son yirmi yılda izini sürmek de kolay değildir. Mesela 2007’deki Cumhuriyet Mitinglerini organize eden bileşenler şimdi ne yapmaktadır? Kimi şahsiyetler çok daha erken AKP’ye kapağı atmış, kimleri daha sonraki süreçlerde AKP tarafına geçmiştir. Pek çoğu ise hala AKP karşısında tutum almaya devam etmektedir.

Solun değerlerine sahip olmayan bu çizginin sol kitleleri etkileme ve maniple etme aracı olduğu bir başka gerçektir.

Bu anlayışı Sağ Kemalizm olarak da tanımlayabiliriz. Peki, bu çizginin ve alınan tutumun tarihsel izine rastlamak mümkün mü?

FEYZİOĞULLARININ ANTİKOMÜNİST GELENEĞİ

Günümüzün ulusalcılığının tarihsel izdüşümüne Turhan Feyzioğlu’nun siyasi hattını takip ederek ulaşabiliriz. Feyzioğlu ülkemiz siyasi tarihi açısından çokça incelenmiş isimlerin başında gelir. Torunu Metin Feyzioğlu’nun hukuk fakültesi dekanlığından baro başkanlığına, şimdilerde ise Kıbrıs Elçiliğiyle süren macerası ve AKP karşıtlığından AKP saflarına geçişi Turhan Feyzioğlu’nu da tekrar tekrar gündeme getirdi.

Dede Feyzioğlu’nun siyasi hayatı bugünü anlamamız açısından da önemli verileri önümüze koyuyor. 1922 Kayseri doğumlu Feyzioğlu CHP’li bir ailenin çocuğudur. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra eğitim için Fransa’ya gider. Türkiye’nin çok partili hayata geçişi sürecini heyecanla karşılar. Zaten çalışma alanı batı tarzı demokrasi, çok partili hayat ve siyasi partiler üzerinedir. Başlangıçta pek çok aydın gibi Demokrat Parti’ye (DP) teveccüh gösterir fakat DP’nin aydınlara karşı tutumu pek kısa süre sonra muhalefet saflarına geçmesine neden olur. Benzer gerekçelerle DP’de yer almış ama umduğunu bulamamış kişilerin kurduğu Hürriyet Partisi de benzer bir arayışın sonucudur. Hem Hürriyet Partisi hem de Feyzioğlu ve arkadaşları bir süre sonra CHP’de yerlerini alacaklardır.

1954 yılında yayınlanmaya başlayan Forum dergisi, DP karşıtı muhalefet açısından önemli bir yayın organıdır. Feyzioğlu; Turhan Güneş, Bülent Ecevit, Cahit Talas, Muammer Aksoy, Şerif Mardin, Mümtaz Soysal, Sadun Aren bu derginin yazarları arasındadır. 27 Mayıs Anayasası’nın oluşmasında derginin önemli bir rolü olur. Feyzioğlu 50’ler sonrası hür ve demokratik bir rejimi, insan haklarını, basın ve üniversite özgürlüğünü savunmaktadır. 1956 yılında SBF dekanıyken yaptığı konuşma yüzünden bakanlık emrine alınınca istifa eder. 27 Mayıs sonrası üniversite hocalarını tasfiye eden 147’likler olayına karşı da tutum takınır, ODTÜ Rektörlüğünden ve Milli Eğitim Bakanlığı görevinden istifa eder. Bu tavrı 12 Eylül ve 12 Mart’ta sürmeyecektir.

Feyzioğlu’nun değişmeyen en sabit düsturu antikomünistliğidir. Bunu her zaman açıkça beyan eder, yazılarında anlatır. 1957’de katıldığı CHP’de çok önemli pozisyonlarda görev alır. Fakat sola o kadar tahammülü yoktur ki (aynı zamanda sosyalist hareketin yükselmesine karşı baraj işlevi görmesi hedeflenen) “ortanın solu” çizgisine karşı çıkar. Ona göre "Atatürk milliyetçiliği geleneğine ve hür nizam içinde kalkınarak sosyal adaleti gerçekleştirme" ilkesi çiğnenmektedir. Feyzioğlu ve onun gibi düşünenleri bu noktaya getiren şey sosyalist hareketteki yükseliştir. 1967’de 47 milletvekili “sosyalizmin suyuna girme”, “sosyalizm heveslilerini teşvik etme” suçlamasıyla CHP’den ayrılır.

Güven Partisi böyle bir antikomünist motivasyonla, “Atatürkçü” bir söylemle kendisini var eder. “Milli” vurgusu her kelimenin başına getirilir. Turhan Feyzioğlu ve Güven Partisi vekilleri Denizlerin idamına “evet” oyu verir. Parti kurucularından Ferit Melen ve daha sonra partiye katılan Nihat Erim, 12 Mart Faşizminin başbakanlarındandır.

Güven Partisi’nin CHP’den kopuşu son değildir. 1972’de Bülent Ecevit’in genel başkan seçilmesine karşı çıkan 58 vekil CHP’den ayrılır ve Cumhuriyetçi Partiyi kurar. Bu iki parti kısa süre sonra birleşir ve Cumhuriyetçi Güven Partisi adını alır.

Parti, 1969’da yüzde 6,5, 73’de 5.2, 77’de 1.8 oy oranıyla kitle desteği azalarak yola devam eder. Ama antikomünist siyasete dâhil olma hali partini kıymetini egemenler nezdinde azaltmaz. Sistemin selameti açısından oluşan bütün iktidarların destekçisidir: 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nde yer alır. 78’deki CHP Hükümetinin ilk sekiz ayında da vardır, sonrasındaki Demirel azınlık hükümetini de destekler. Rejimin devamı, devletin bekası desteğin sebebidir.

12 Eylül bu sadık düzen bekçiliğine karşı boş değildir. Kenan Evren milliyetçi ve İslamcı güçlere nazaran Feyzioğlu’na çok daha fazla güvenmektedir. Milli Güvenlik Konseyi’nin aklına ilk gelen başbakan adayı Metin Feyzioğlu’dur. Ancak kitle desteğinden yoksun böyle bir siyasi unsur kullanım için çok uygun görülmez. 12 Eylül’ün solu tamamen bitirmeye odaklı siyaseti için geleneksel milliyetçi muhafazakâr siyaset daha kullanışlı bir çizgidir.

12 SONRASI SÜREN SAĞCILAŞTIRMA HAMLELERİ

12 Eylül rejimi, siyasi partiler yeniden açılmaya başladığında CHP’nin temsil ettiği kitleyi Halkçı Parti adresiyle Feyzioğlu çizgisine hapsetmeye çalışır. CHP kitlesi bunu kabul etmeyerek SODEP’i kurar ve amaçlanın tersine Halkçı Parti SHP içinde erir. Fakat bu defa SHP’den kopan toplam Ecevit önderliğinde DSP’yi kurar. Bu defa DSP, partinin sosyal demokrat çizgiye oturmasına itiraz ediyordur.

1990’ların siyasi ikliminde SHP’nin yeniden kurulan CHP’ içinde erimesi ve Deniz Baykal’ın genel başkan olması da sosyal demokrat kitleyi Güven Partisi çizgisine getirme hamlesi olarak görülebilir. Bunu düzenin başarılı bir hamlesi olarak değerlendirebiliriz. Solun tabanına şovenist histerinin zerk edilmesi, sosyal demokrat kitlelerde Kemalizmin sağ yorumunun hâkim kılınması gibi başlıklarda Baykal, Feyzioğlu çizgisine fazlasıyla yakınıdır.

Hasılıkelam, bizdenmiş, halkın tarafındaymış gibi görünen pek çok şahsın onlardan hiçbir farkının olmadığını gördük, önümüzdeki dönem görmeye devam edeceğiz. Kısa tarihimizden ve günümüzden aldığımız derslerle dostu düşmandan ayırmada mahir olacağımız günler de mutlaka gelecek…