10 Ekim: Bitmeyen acımızın, kapanmayan yaramızın yıldönümü

7 yıl geçti… “Barış” talebiyle Ankara’da on binlerce insan bir araya gelmemizin, ortamızda bombalar patlamasının, 103 insanımızı kaybetmemizin, yüzlerce...

7 yıl geçti… “Barış” talebiyle Ankara’da on binlerce insan bir araya gelmemizin, ortamızda bombalar patlamasının, 103 insanımızı kaybetmemizin, yüzlerce insanımızın yaralanmasının üzerinden 7 yıl geçti. Her yıl 10 Ekim’de meydanlarda adlarını tek tek haykırıyoruz. Omuzlarımızda, sorumlulardan hesap sormak ve yitirdiklerimizin adlarını yaşatmak için “çok daha fazlasını yapmalıyız” duygusunun ağırlığı. Evet, çok daha fazlasını yapmalıyız.

Okumuşsunuzdur ama lütfen 10 Ekim’de kalleşçe aramızdan alınan insanlarımızın hayat hikâyelerini bir kez daha okuyun. Her biri kocaman bir dünya. Onlar birer sayı değil! Onlar evlat, çocuk, anne ve baba, kardeş, eş, arkadaş… Onlar bizim güzel insanlarımız.

Yaşadığı topraklara karşı sorumluluk duygusuyla hareket eden güzel insanlara kıyılır mı? Demokrasi yoksa, özgürlük yoksa, barış yoksa, adalet yoksa kıyıyorlar. 10 Ekim Katliamı, ülkenin gidişatına katliamlarla yön vermeye çalışan kontrgerilla siyasetinin 2015 yılında tertiplediği, yol verdiği tarihimizin en büyük kitle katliamlarından birisidir.

2015 YILINA GELENE KADAR…

Hatırlayalım, Türkiye 2010 yılında yeni bir döneme girdi. Fethullah Gülen’in “İmkân olsa ölülere bile ‘Evet’ oyu verdirilmeli” sözüyle simgeleşmiş Anayasa referandumuyla, AKP’yi gizli özne olarak destekleyen “Cemaat” artık açıktan iktidar ortağı oluyor, devletin her kurumunu ele geçirmek için atağa kalkıyordu.

2011 yılında başlayan Suriye savaşıyla, “kardeşim Esad” söylemi yerini “Katil Esed’e” bırakıyordu.

Bu gelişmeler, yeni dönemin, AKP’ye verilen can suyunun emperyalist siyasetten bağımsız olmadığını gösteriyor.

Bu dönemde aynı zamanda “Çözüm Süreci” başlıyordu.

Fakat kısa süre sonra iktidar içi mücadele su yüzüne çıkıyor ve dershanelerle başlayan AKP-Cemaat tartışması MİT kriziyle kavgaya dönüşüyordu. Ancak bir süre daha saygı, sevgi çerçevesinden çıkılmadı, karşılıklı çağrılarla sulh tesis edilmeye çalışıldı.

Diğer yandan AKP’nin temel haklarımızı gasp eden; doğayı, kentleri yağmalayan politikalarına ve toplumu kuşatmayı, teslim almayı amaçlayan gerici, baskıcı politikalarına karşı yürütülen mücadeleler yükseliyordu. TEKEL Direnişi’ni, sınavlarda soruların çalınmasına karşı eylemleri, internet sansürüne karşı yürüyüşleri, 4+4+4’e karşı mücadeleleri, “ODTÜ Ayakta” eylemlerini, 1 Mayıs mücadelelerini ve elbette kadınların mücadelelerini hatırlayalım.

Gezi Direnişi parkı koruma mücadelesiyle iktidarın politikalarına itirazın iç içe geçtiği bir isyandı.

Gezi sürecinde hala birlikte hareket eden AKP-Cemaat ortaklığı ise 17-25 Aralık operasyonlarıyla büyük oranda sona eriyordu.

Bütün bunlara rağmen Mart 2014’te yapılan yerel seçimlerde AKP yine birinci parti çıktı. Sokakta yenilen iktidar, sandıkta gücünü koruyordu. Ağustos 2014’te ise ilk defa halkın oy verdiği Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve Tayyip Erdoğan %51.80 oy oranıyla Türkiye'nin 12. Cumhurbaşkanı seçildi.

2014 sonbaharında ise Kobani’ye dönük İŞİD saldırılarına karşı yapılan eylemlerde 46 kişi hayatını kaybetmişti. “Çözüm Süreci” resmen bitmemişti ama bu mesele etrafındaki gerilim bir daha hiç düşmedi, özellikle üniversitelerde çatışmalar peyderpey sürdü.

7 HAZİRAN’DA AKP SANDIKTA YENİLDİ

7 Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerde AKP sandıktan yine birinci parti olarak çıktı ama aynı zamanda yenilmiş, Meclis çoğunluğunu kaybetmişti. HDP’nin oylarını 13,1'e yükseltmesi ve 80 milletvekiliyle meclise girmesi dengeleri değiştirmişti. Engelleme girişimlerine, karalama kampanyalarına, seçim öncesi Diyarbakır’da miting alanında patlayan bombaya rağmen bu başarılmıştı. HDP, kendi tabanı dışında “AKP’yi durdurmak” amacıyla hareket eden milyonlarca insandan oy almıştı.

Koalisyon zorunluydu; Bahçeli AKP-HDP ya da AKP-CHP-HDP koalisyonu öneriyor, olmazsa erken seçim diyordu. Koalisyon önerisinin samimi olmadığını ise herkes biliyordu.

Seçim sonuçları, AKP karşıtı kesimde heyecanla karşılanmıştı. O günlerde herkes “nefes alma” ihtiyacından bahsediyordu. Derin yarıklar kapanma emareleri gösteriyor, ülkemizin demokrasiye doğru adım atma ihtimali doğudan batıya bir umut havası esmesine neden oluyordu. Bu atmosfere ilk darbe 20 Temmuz’da yapıldı. Suruç’ta 33 insanımız yol verilen caniler tarafından bombalı bir saldırıyla katledildi.

İki gün sonra Urfa Ceylanpınar’da iki polis evlerinde başından vurularak öldürüldü.

Çözüm süreci sona eriyor, PKK tarafından “öz yönetim” açıklamaları yapılıyordu.

HDP’ye dönük gözaltı ve tutuklama furyası başlamışken, “istikşafi görüşmelerle” bir süre oyalanılmıştı. 11 Ağustos’ta, erken seçimin 1 Kasım’da yapılacağı ilan ediliyordu.

8 Haziran’da soluduğumuz umutlu hava yerini ölümün kol gezdiği bir savaş iklimine bırakmıştı. Hendekler, bodrumlarda hayatını kaybedenler, yıkılan mahalleler, kentler… Savaşan taraflar arasında “barış” çığlığı duyulmaz oluyordu.

Çatışmaların en yoğun olduğu günlerde milletvekillerinden, gazetecilerden, sanatçılardan, siyasi parti ve kitle örgütü yöneticilerinden oluşan bir heyetle ben de bölgeye gitmiştim. Cizre’yi, Silvan’ı, Diyarbakır’ı, dehşet verici çatışma ortamını, yıkılan kentleri, mahalleleri, bunun karşısında halkın savaş yorgunluğunu, barış talebini ve özlemini gözlerimle gördüm.

BARIŞ İÇİN ANKARA’YA…

Emekten, eşitlikten, barış ve kardeşlikten yana milyonlarca insan “barış” diyordu. İnsan olmaktan, bu ülkenin yurttaşı olmaktan kaynaklanan sorumluluklarımız vardı. Bu ülkeyi gerçekten sevenler çatışmaların, ölümlerin son bulması için bir adım attılar. DİSK, KESK, TTB, TMMOB’un çağrısına CHP dâhil olmak üzere demokratik kamuoyu içinde sayabileceğimiz neredeyse bütün partiler, kitle örgütleri ortak oluyordu. Amacımız çok netti, barışa dair umudumuz tamdı.

Türkiye’nin dört bir yanından 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece yollara düştük. Ankara’ya gidemeyenler gidenleri güzel dilekleriyle uğurladı, sevdiklerimizle vedalaştık.

Ankara’nın Ekim’i soğuktur, ama aksine o sabah hava ne kadar güzeldi. Mitinglerin ilk toplaşma saatleri heyecanlıdır, dostlarla kucaklaşılır, sohbet edilir. Merkezi Ankara mitingleri ise biraz daha fazlasıdır. Uzun zamandan beri birbirini görmeyen, ayrı şehirlerde yaşayan dostlar buluşur. İşte o gün de öyle bir sabahtı. Garın önünde erkenden on binlerce insan toplanmıştı. Sloganlar, marşlar, şarkılar, halaylar… Kortejlerde az sonra yürüyüşe başlayacak olmanın heyecanı ve telaşı.

ONBİNLERİN ORTASINDA PATLAYAN BOMBALAR ve SONRASI

Sanıyorum 10’a çeyrek kala yürüyüş başladı. Biz yürüyüş sıramız geldiği için garın önündeki kavşaktan beş yüz metre kadar ileriye yürümüştük. Duyduğum patlama sesleriyle arkaya döndüm, “ne oldu” diye soran bir arkadaşıma “galiba büyük balonlar patladı” dedim. Herhalde öyle olmasını umarak kendime dahi yalan söylemiştim. Aynı anda geriye, patlamanın olduğu yere doğru koşmaya başladım. Kısacık ama o an bitmek bilmeyen uzun bir mesafeydi. Vardığımda gördüklerimi yazmak istemiyorum. Planlı bir kalleş saldırıydı yaşanan. Ambulanslar bir türlü gelmiyor, kimin yaralı kimin hayatını kaybettiğini bilmiyorduk. Katliamın ortasında TTB yöneticilerinin Sağlık Bakanlığı yetkililerine ulaşmaya çalıştıklarını, ulaşamadıklarını hatırlıyorum.

Ölmeyip sağ kalanlar elinden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordu. Ortamızda bomba patlamıştı ama polis bize kötü davranmaktan, insanları itip kakmaktan, yer yer gaz sıkmaktan vazgeçmemişti. Bu muameleyi orada bulunan herkes gibi unutmayacağım, affetmeyeceğim. İçişleri Bakanı Selami Altınok’un “İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna “güvenlik zafiyeti yoktur.” diye yanıt vermesini, Adalet Bakanı Kenan İpek’in gülümsemesini unutmayacağım gibi.

103 insanımızı aramızdan aldılar, 500 kişinin yaralandığı söyleniyor ve pek çok insan o günden bugüne kalıcı yaralanmalarla hayatını sürdürmeye çalışıyor.

Gidenlerimizin ardından yara almadan hayatta kalanların yaşadığı travmadan ve iyileşmeyen yaralarından bahsetmek ise insana zül geliyor.

Sonraki günlerde olanları da unutmamız mümkün değil. “Kokteyl örgüt” zırvalamalarını, cenaze törenlerinde yaptıklarını aklımızdan çıkarmıyoruz. Zulmün büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz, 11 Ekim’de katliamın yapıldığı yere karanfil bırakılmasını engellediler. O günden bugüne aynı tutum devam ediyor. Katliamda yakınlarını yitirenlerin yakınlarının yaraları her yıl iktidar tarafından dağlanıyor.

O dönem AKP Genel Başkanı ve Başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nun “şimdi, anketler geliyor… Öncesinde, beyanname sonrasında anket yaptık. Şimdi Ankara'daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var. Birçok anket var…” sözleri hep aklımızda.

ADLARINI, ANILARINI YAŞATMA ve KATİLLERDEN HESAP SORMA YÜKÜMLÜLÜĞÜMÜZ!

Hayatını yitiren insanlarımız ülkemizin dört bir tarafında, bir kardeşimiz ise anavatanı Filistin topraklarında yatıyor.

Katliamdan bugüne yaşanan hukuki süreç diğer bütün katliamlarla benzer şekilde işledi. Hiçbiri tesadüf olmayan rezillikler yedi yıldır günbegün ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan gerçeklerden anlıyoruz ki, planlı bir saldırının hedefi olmuşuz. Bununla birlikte isimler, bağlantılar, tutuklananlar var ama esas sorumlulara ulaşan yollar tıkanıyor. Tetikçilere dair çeşitli bilgiler var ama planlayanlar, yol verenlerin ortaya çıkmasına izin verilmiyor. Tıpkı 16 Mart, Maraş, Sivas katliamlarında olduğu gibi.

Bundan ne anlamalıyız? Birincisi hemen bütün katliamlarda tekrar ettiğimiz gibi bu ülkede kontrgerillanın parmağının olmadığı bir provokasyon, cinayet ve katliam olmaz. 10 Ekim’i bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

İkincisi, yakın tarihimizdeki neredeyse bütün katliamlar antikomünist siyaset doğrultusunda tertiplenmiştir. 1990 sonrası antikomünist siyasetin Kürt düşmanlığıyla harmanlandığını biliyoruz. Bir başka bildiğimiz gerçek ise bu siyasetin hedefinin yelpazesi oldukça geniştir ve bu yelpazenin içinde “sol” sayılan herkes vardır. Maraş Katliamı kimi hedefe koyduysa, 10 Ekim’in hedefinde de aynı insanlar vardır. Öyle olmasaydı Konya’da futbol maçı öncesinde yapılan saygı duruşu ıslıklarla, tekbirlerle sabote edilmezdi. Öyle olmasaydı her yıl yapılan anmalar engellenmez, yakınlarını yitirenler gaza boğulmazdı, itilip kakılmazdı.

Aklımızdan hiç çıkarmayalım müesses nizam açısından solun yükselme ihtimali kabul edilebilir bir durum değildir. 2015 yılına kadar gelen mücadeleleri, yükselen AKP karşıtlığını, 7 Haziran’ın ortaya koyduğu tabloyu ve o dönem egemenlerin AKP dışı alternatifsizliğini düşünelim. Hele hele Türklerle Kürtlerin birbirlerini anlama çabası, omuz omuza verme ihtimali egemenler açısından tam bir kâbus senaryosudur.

Gar Meydanı’nda Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkes, Ermeni… aynı amaç için bir araya gelmiş halkı bombalarla öldürmenin amacı “barış hiç mümkün olmasın”, “bu düzen böyle sürsün” diyedir.

Bu kanlı tezgaha son verecek ise halkın mücadelesidir.

10 Ekim 2015’te yitirdiğimiz insanlarımızı saygı, sevgi ve hasretle anıyorum…