Utanç günleri 6-7 Eylül

“Galiba dozu kaçırdık”… Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 6-7 Eylül’ün ardından İstiklal Caddesi’nin halini gördüğünde, İçişleri Bakanı Namık Gedik’e böyle...

“Galiba dozu kaçırdık”… Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 6-7 Eylül’ün ardından İstiklal Caddesi’nin halini gördüğünde, İçişleri Bakanı Namık Gedik’e böyle diyordu. En yüksek resmi makamın sorumluluğu gayrı resmi olarak üstlenmesi denilebilir mi?

11 yurttaş hayatını kaybetmiş, 450 kişi ağır yaralanmıştı. İstanbul’da; 4 bin 214 mağaza-dükkân, 1004 ev, 73 kilise, 26 mektep, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 1 mezarlık, 21 fabrika, 2 sinema, 10 kuyumcu talan edilmişti. Toplam 5 bin 622 mekânın saldırıya uğradığı kayıtlara geçiyordu.

Pek çok kaynakta 60 kadının tecavüze uğradığı yer alıyor. Fakat böyle bir saldırıya maruz kalan pek çok kadının şikâyette ya da başvuruda bulunmama ihtimali çok kuvvetli. Bu nedenle cinsel saldırıya maruz kalanların sayısının çok daha fazla olduğuna ne yazık ki emin olabiliriz.

1955’in Eylül ayı işte böyle bir utançla başlamıştı. Bütün katliamların, linçlerin, pogromların, provokasyonların olduğu gibi 6-7 Eylül’ün de amacı, planlayanları, tetikçileri, failleri vardı. Tabii ki bir tarihsel zemini ve bu zemin üstünde hareket edecek bir toplumsal yapı.

Yakınım olan gençlerin geçtiğimiz aylarda yayınlanan “Kulüp” dizisiyle konudan haberdar olduğunu gördüm. Sizin gözleminiz nedir bilmiyorum. Yaşı biraz ileride olanların çoğu, yaşananları bilse de hafızasının arkalarına atmıştı. Zaten benzer bütün hadiselere karşı genel gerçeğimiz bu değil mi? Olanlardan haberi olmayanlar, unutanlar ya da hatırlamak istemeyenler, inkâr edenler ve “Devletimiz ne yaptıysa en doğrusunu yapmıştır” diyenler.

Elbette kimsenin hakkını yemeyelim; sayıları çok olmasa da unutturmamak için çaba harcayanlar, mücadele edenler…

Bir zerrecik bile olsa unutulmamasına, anlaşılmasına, ders çıkartılmasına faydası olması dileğiyle 6-7 Eylül’e dair birkaç kelam edelim.

KIBRIS MESELESİ

6-7 Eylül saldırılarının arka planında Kıbrıs’a dair yaşanan gelişmeler vardı. Kıbrıs 1877-78 Osmanlı Rus Harbi sonrasında 2. Abdülhamit tarafından İngilizlere bırakılmıştı. Balkanlar büyük oranda kaybedilmişti ve Rusların Kars, Ardahan ve Batum’dan çekilmesi için baskı yapması amacıyla ada İngiltere’ye kiralanıyordu. 1878’de hukuki olarak himayesine aldığı bu stratejik yeri İngilizler 1. Dünya Savaşında işgal ettiler ve sömürgeleri haline getirdiler.

Kıbrıs uzun süre Türkiye açısından mesele olmadı. 1928 sonrası Türk-Yunan ilişkileri bir daha hiç olmayacak kadar iyiydi. Daha iyi anlaşılsın diye bir örnek verelim, 1934’te Venizelos Mustafa Kemal’i Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriyordu.

1954’te ise ilişkiler bir daha düzelmeyecek şekilde bozuluyordu. Yunanistan, Birleşmiş Milletler’e Kıbrıs’a dair “kendi kaderini tayin hakkının” tanınması için başvuruyor, başvurusu reddediliyordu. Hemen ardından faşist EOKA örgütü adada İngilizlere ve Türklere dönük terör eylemeleri başlattı.

İngiltere bunun üzerine Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da bir konferansa davet etti. 29 Ağustos’ta başlayacak konferans 7 Eylül’e kadar sürecekti.

KIBRIS BAHANESİ

“Kıbrıs bahanesi” demek “Kıbrıs sorunu yoktur” anlamına gelmiyor. 1954 yılından itibaren yaşanan gelişmeler Kıbrıs’ı Türkiye’nin de dâhil olduğu “uluslararası sorun” olarak gündeme getiriyordu. Ancak Kıbrıs meselesi olmasaydı da başka bahanelerle saldırılar tertipleneceğine emin olabiliriz. Bu yüzden Kıbrıs Meselesini bahane hanesine yazarsak, esas neden hanesine ülkeyi Müslüman olmayanlardan arındırma çabası yazabiliriz.

Bilindiği gibi 1914-1923 arasında Anadolu’da Hristiyan nüfusu mümkün olabilen en az sayıya indirildi. 1934’te Trakya’da yaşanan saldırıların ardından Yahudilerin büyük bölümü ülkeyi terk ettiler. 1942’de çıkartılan Varlık Vergisi kanunu da bu adımların en önemlilerinden birisi olarak zikredelim.

Tüm bunları Osmanlı’nın son döneminden cumhuriyet dönemine devredilen “sermayenin Türkleştirilmesi” hedefiyle beraber yapıldığını düşündüğümüzde 6-7 Eylül’ü daha iyi anlayabiliriz.

“Sermayenin Türkleştirilmesinin” ise Türk işçisinin, köylüsünün, emekçisinin değil Türk sermaye sınıfının çıkarına olduğunu ise aklımızın köşesine iliştirelim.

SALDIRILARIN ZEMİNİ HAZIRLANIYOR

1955 yılının ilk aylarından itibaren mecliste Rumlara karşı bir hava estirilmeye başlamıştı. DP, CHP ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin bazı vekilleri Rumlara dönük öfkeyi tetikleyecek konuşmalar yapıyorlar, önergeler veriyorlardı.

Meclis ayağının yanına “sivil” oluşumları, Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nu ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ni ekleyelim. KTC Başkanı Hürriyet gazetesi yazarı Hikmet Bil iktidarla iç içeydi. Ayrıca derneğin yönetim kurulunda MAH (Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti, MİT’in öncülü) üyesi olduğu ortaya çıkan başka isimler de vardı. Yönetim kurulu üyesi bazı isimler ise CHP’ye yakındı.

KTC Başkanı Hikmet Bil Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün “adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair” mektup aldığını söylüyor, mektubu tüm şubelerine gönderiyor, kamuoyuna duyuruyordu.

Diğer bir “sivil” ayak basındı. İstanbul’da yayımlanan Hürriyet, Yeni Sabah, İzmir’de yayımlanan Gece Postası gibi gazeteler uzun süre Kıbrıs meselesi üzerinden Rumları hedef haline getiren yayınlar yaptılar.

Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs hakkında Yunanlılara ve Rumlara karşı “sert” konuşuyordu.

İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportu olan Rumların derhal ülkeden çıkartılmasını talep eden bildiri yayınlıyordu.

Ağustos’un son günlerine doğru gazetelerde üç Rum casusun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gösteri yaptı, üzerinde “Kıbrıs Türk’tür’” yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Bir Rum genci “bayrağa laf etti” diyerek dövüldü. Eylemciler Rum gazetelerini parçalıyor, yakıyordu.

SALDIRILAR BAŞLIYOR, UTANÇ TARİHE YAZILIYOR

6 Eylül sabahı İstanbul uğursuz bir güne uyanmıştı. Beyoğlu gibi Türklerin, Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin iç içe yaşadığı yerlerde tedirgin bir hava vardı. Bazı Türkler Müslüman olmayan dostlarını, komşularını uyarıyor, dışarı çıkmamalarını, eşlerini ve çocuklarını evde tutmalarını öğütlüyordu. Bildikleri, duydukları bir şeyler vardı.

Saat 11’de, İstanbul Radyosu, Anadolu Ajansı’nı kaynak göstererek, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı düzenlediğini duyuruyordu. Pek bir tirajı da olmayan Ekspres adlı gazete, daha önce hiç yapmadığı şeyi yapıyor, öğleden sonra ikinci baskısını yaparak “haberi” duyuruyordu. Ne hikmetse 20 bin basılan gazete 300 bin basılmıştı.

Akşam saatlerine doğru İstiklal Caddesi’nde toplanan kalabalık Rumlara ait dükkânları taşlamaya başladı. Çeşitli fabrikalardan toplu halde getirilen işçiler, üniversite öğrencileri, işsiz bir takım topluluklar organize biçimde saldırı için Taksim’e getirilmişti.

100 bin civarı insanın katıldığı söylenen saldırılar Beyoğlu’yla sınırlı kalmadı; Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy ve Adalar gibi ilçelere yayıldı.

Makarios’a ölüm!”, “Kıbrıs Türktür!” sloganlarıyla yürüyen kalabalıkların ellerinde tek bir yerden basılmış Atatürk ve Bayar resimleri vardı. Sopaların hepsi aynı boyuttaydı, sanki tornadan çıkmışlardı. Tanıklara göre saldırganlar 20’şer, 30’ar kişilik gruplara ayrılmışlardı. Önceden tespit edilmiş evler ve iş yerleri yağmalanıyor, yakılıyordu. Polis ise yapılanları sadece izliyor, birçok tanıklığa göre bazı polisler bizzat saldırılara katılıyordu.

İzmir’de de saldırılar yaşandı. Yunan Konsolosluğu ateşe verildi, altı Yunan NATO subayının evi yağmalandı. İngiliz Kültür Enstitüsü de saldırıya maruz kaldı. Limandaki iki İngiliz gemisinin mürettebatına saldırıldı.

Ankara’da Müslüman olmayan nüfusun azlığı nedeniyle fiziki saldırı yaşanmadı, bir kısım üniversite öğrencisi eylem yaptı.

Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu Lefter Küçükandonyadis Adalar’da maruz kaldığı saldırıyı şu sözlerle anlatıyordu: 15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar.

SALDIRIDAN SÜNNETLİ OLDUĞUNU İSPAT EDEREK KURTULMAYA ÇALIŞAN MÜSLÜMAN

Müslüman halk da korku içindeydi, ev ya da dükkânlarına Türk bayrağı asarak kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Dilek Güven’in “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 EYLÜL OLAYLARI” isimli çalışmasında aktardığı şu tanıklık, yaratılan şiddet ve korku ortamını anlamamıza yardım edebilir: Tünelde Cevat Bey'e ait bir kumaş dükkânı vardı. Adam Türk’tü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamları durdurmaya çalıştı.

Yukarıda da ifade ettim, komşularını korumaya çalışan Müslüman komşular vardı. Bazı yerlerde saldırganları durduran, dükkânlara, evlere dokundurtulmayan örnekler de yaşandı. Ama bu tür kışkırtmaları, saldırıları “iyi insanların”, “iyi komşuların” önleme ihtimali yoktu. Örgütlü bir toplum yoksa bu tür saldırıları bertaraf etme ihtimali ne yazık ki mümkün olmuyor.

Ayrıca tanıdığı Rum komşularını koruyan, tanımadığı Rumların dükkânlarına, evlerine saldıranlar da görülüyordu.

Kısacası 6-7 Eylül’ün karanlık İstanbul’unda “olmaz” denilen pek çok şey oldu.

Yaygın kanaate göre saldırılar öldürmeye dönük değildi. Bu yüzden küçük direnişler saldırganların geri çekilmesini sağlıyordu. Amaç başta Rumlar olmak üzere Müslüman olmayanları korkutarak ülkeden kaçırtmaktı.

7 Eylül’de, geç saatlerde sıkıyönetim ilan edilerek “olaylar son buldu.”

YALAN NE BÜYÜK SİLAH

DP iktidarı 8 Eylül’de yaptığı açıklamada yaşananlardan üzüntü duyduğunu, özür dilediğini, zararların tazmin edileceğini söylüyordu.

“Atatürk’ün doğduğu ev bombalandı” nasıl bir yalansa, saldırı sonrasında suçu sosyalist aydınlara atmaları da büyük bir yalandı. Bakan Fuat Köprülü “Komünistler hareketin arasına karışıp gençlerin vatansever gösterisini kullanarak, yıkıp yağmalamışlardır… Saldırıların hedefleri doğru incelenirse, burada söz konusu olanın yalnızca komünist bir komplo olduğu görülecektir" diyordu. Menderes olayların komünist kışkırtıcılar tarafından tertiplendiğinin görülmesi gerektiğini söylüyordu.

7 Eylül 1955'te 48 sosyalist aydın “tahrik ve tahrip” suçlamasıyla gözaltına alınarak Harbiye'ye getirildi. Sosyalist aydınların saldırılarla alakalı olmadıklarını bildiklerini, sorgulara katılan bazı polisler yıllar sonra itiraf ediyorlardı. Tutuklananlar arasında, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Müeyyet Boratav, Can Boratav, Nihat Sargın, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo gibi isimler vardı. Bu isimlerin dışında gözaltına alınacaklar listesinde ölmüş ya da askerde olan isimler de yer alıyordu.

Tutuklanan sosyalistler en küçük bir delil üretilemediği için Aralık ayında serbest bırakıldılar ve beraat ettiler.

“6-7 EYLÜL ÖZEL HARP İŞİYDİ, MUHTEŞEM BİR ÖRGÜTLENMEYDİ”

Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış Sabri Yirmibeşoğlu bir röportajında, “6-7 Eylül muhteşem bir örgütlenmeydi” diyerek kontrgerillanın esas başrol olduğunu açık ediyordu.

Daha sonra söylediğini tekzip etti. Kabul ettik diyelim, ortaya çıkan bütün gerçekler saldırıların kontrgerilla tarafından tertiplendiğini ortaya koymuyor mu?

Osmanlı’nın son yüzyılından İttihatçılar’a, onlardan cumhuriyet dönemine evrilen, 45’li yıllar sonrası emperyalizmin güdümünde şekillenen, devletle iç içe varlığını sürdüren bu yapılanma tarihimizdeki bütün saldırıların baş aktörü değil mi?

27 Mayıs Darbesi sonrasında yapılan Yassıada yargılamalarında 6-7 Eylül’ün suçu tamamıyla DP iktidarına yıkılıyordu. Fatin Rüştü Zorlu, Adnan Menderes, Kemal Hadımlı 6-7 Eylül sebebiyle ceza aldılar. Bu, suçu darbeyle indirilmiş hükümetin üzerine atarak devleti aklamaya çalışma çabasıydı.

Kontrgerilla unsurlarının gördüğü muamelenin simgesi olarak, Selanik’teki bomba hadisesinin sorumlusu olduğunu gerekçesiyle Yunanistan’da hapis yatan, ardından Konsolosluk tarafından ülkeye getirilen Oktay Engin’in yükselişini örnek verebiliriz. Engin, ülkeye gelince hukuk bitirdi, sonra kaymakam oldu ve kısa süre sonra Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Müdürlüğü’ne getirildi.

Kısacası hesabı sorulmayan, yargılanmayan, hukuk önünde cezalandırılmayan kontrgerilla yapılanması emperyalist siyasetin ve Türkiye egemenlerinin ihtiyacı doğrultusunda faaliyetlerine devam etti. Maraş, Çorum, 16 Mart, 1 Mayıs 77, Sivas Katliamı, “faili meçhul” cinayetler, linçler, pek çok provokasyon aynı siyasetin günümüze kadar uzanan örnekleri.

6-7 EYLÜL SON MUYDU?

Ne yazık ki son değildi. Bu büyük saldırıya, yağmaya rağmen Rumlar ülkenin hayatından tamamen söküp atılamamıştı. 1963’te Kıbrıs’ta sular tekrar ısınıyordu. Türkiye Yunanistan’la yapılmış bazı anlaşmaları feshetti. 1964’te tapu dairelerinde, Yunan vatandaşlarına dair işlemler durduruldu. Yunanistan uyruklu Rumların gayrimenkul hasılatları anayasaya aykırı biçimde bloke edilmeye başladı. Sonra sürgün kararı geldi, yalan yanlış ifadelere imza attırılıyor, insanlar zorla göç ettiriliyordu. Sürülenler yanlarına bir bavul ve çok cüzi bir para alabiliyorlardı.

Kısa sürede 10 binden fazla Yunan uyruklu Rum ülkeyi terk etti. Aileler parçalandı, sürgün acısını yalnızca gidenler değil kalanlar da derinden yaşadılar. Bitmeyen politika yüzünden daha sonrasında endişeli on binlerce Rum “gönüllü” olarak göç ettiler, anayurtlarını terk ettiler.

BUGÜNÜMÜZE VE YARINLARIMIZA GÜVENLE BAKABİLİYOR MUYUZ?

Ne yazık ki hayır!

Gerçek failleri yargılanmayan, ilişkiler ağı ortaya çıkartılmayan her saldırı sonrakilerin de habercisi oldu.

Bu tür saldırılara bindirilmiş kıtaların dışında sıradan halk da ortak edildi. Yüzleşilmeyen, hesaplaşılmayan her utanç toplumsal yaşamımızı telafisi mümkün olmayan bir karanlığa sürükledi.

Bilindiği gibi Siyasal İslam ve sivil faşist hareket, kontrgerilla organizasyonuyla pek çok saldırıda sahaya sürüldü, kullanıldı. Maraş Katliamı, Sivas Katliamı bunun en acı örnekleri. Ama 6-7 Eylül’de toplumsal yapımızın çok daha karma bir toplamının olaylara dâhil olduğunu gösteriyor. Olaylar esnasında ve sonrasında çekilen fotoğraflardan bile bu net olarak anlaşılıyor. “Atatürk’ün evi bombalandı” yalanının neden seçildiği açık değil mi?

Kendisini yelpazenin solunda görenler, demokrasinin tarafında olanlar, laikliği savunanlar bu yüzden çok dikkatli olmalı, önümüze sürülen pek çok meseleye bu hassasiyetle yaklaşmalı.

Bu meselelerin başında da sürekli kışkırtılmak istenen mülteci düşmanlığı geliyor. Bazı “haklı” bulunan öfkeli söylemlerin kimler tarafından söylendiğine bu gözle bakalım derim.