Erbabı bilir, meraklısı öğrenir!

Derler ki; Bunca çözülmemiş sorun ve bunca yanıtı alınmamış soru arasında insan bazen kendine yaşam alanları yaratmak zorundadır. Bunları yapmazsa, kendini daha mutlu hissedeceği güzelliklere doğru kanat çırpmazsa, hayata tutunmanın yollarını aramazsa, mutsuzluğunun katlanarak artmaması, içine birikenlerin kök salıp büyümemesi için kabullenmek ve boyun eğmek yerine meşguliyetler yaratmazsa, ona ilham veren, enerjisini yükselten yollara girmezse korkularını yenemezmiş. Doğru mu? Yazılıp çizilenlere bakılırsa evet! (biraz kişisel gelişim gibi oldu ama!)

Sizin de yanıtınız evetse yola devam! Öncelikle öneriye ya da ev ödevimize(!) dostları görmenin mutluluğuyla başlamaya ne dersiniz? Çünkü kendimden bilirim! Ne zaman sevdiğim bir dostumla buluşsam güneş gibi yayılır sevincim yüzüme. Bakışlarımda açan binlerce gülle gülümseyip bakarım çevreme! Çünkü yaşam insanın sevdikleriyle geçen zamandır aksi halde yemek de, sigara da, gezi de eksik kalır diyenlerdenim!

Yine “Ceza bazen bitmez, sadece biçimi değişir” derler ya! Buna bir de yaşanacak son belli de olsa tanıklık etmenin acısını, tahammül etmenin zorluğunu da ilave etmek gerekir. O halde koşullar ne denli zorlarsa zorlasın, üzerimize yağan ve yağmur gibi akıp giden yıllara teslim olmamak, direnmek, kendimize nefes alanları yaratmak gerekir. (kendim uygulayamasam da derslerimde ve eğitimlerimde bunu savunur dururum)

Şimdi bu gizemli öneri paketini açma zamanı!

Sevgili Köşemin Sık- Sıkı- Sayın Okurları! Bizler eskiden daha çok okumuyor muyduk? Yepyeni şeyler öğrendikçe birbirimizle paylaşmıyor muyduk? Gittiğimiz yerler bize bazı şeyleri çağrıştırdığında duygulanmıyor muyduk? Hayatımızda yeniliklere yer yok muydu? Bizi üzen, ezen, üzerimizden silindir gibi geçen olaylar karşısında diklenip ayağa kalkmıyor muyduk? Yanıtınızın evet(!) olduğunu biliyor, nefes alanı açma egzersizi için bugünlük bu kadar yeter deyip sözü burada keserek, gündemimizin esas maddelerine geçiyorum!

Ankara’nın belediye başkan adayı; “Arkamızda ağamız var, sadece biz seçilirsek projeler hayata geçer” dedi! Seçmeni yola getirmeye çalışan, ona gözdağı veren, halkı ötekileştiren, ayrıştıran, düşmanlaştıran, kutuplaştıran, bölüp parçalayan bu söyleme “ağanın!” bir sözü oldu mu olmadı mı?

Ülkemizde resmi rakamlara göre 3 milyon, gerçekte 6 milyon kişi iş beklerken, bu insanlar; “ne iş olsa yaparım yeter ki bir gelirim olsun!” derken, bu sayıya başta 4 milyona yakın Suriyeli olmak üzere Özbekler, Tatarlar, Türkmenler, Afganlar, Afrikalılar da eşlik ederken gelecek adına kaygı duymalı mı bir? Yurdunu bırakmak zorunda kalanları bağrımıza basarken, bu sorunu biraz da bizim inşa ettiğimiz kaleler, kendi elimizle açtığımız gedikler olarak görmeli mi iki?

Büyük ve görkemli salon toplantılarında bindirilmiş kıtalara bağırarak ve bol alkış alarak, piyasaya gözdağı vererek, ayar çekerek, zabıta ve aspirin tedbirlerle ekonominin ateşi zor düşer diye hatırlatmalı mı üç?

Ülkesini, memleketini bırakmak zorunda kalmanın büyük acısını zaman zaman hissederek, nefesimizin donduğu tipili günleri bile özlemle anarak, yurt ya da memleket insanıyla, doğasıyla, aşıyla, taşıyla, toprağıyla, deresiyle, gölüyle, çamuruyla, tozuyla, boranıyla, kışıyla, çilesiyle bir bütündür diyerek, adına kitaplar yazıp, uzaktan da olsa selamladık diye övünmeli mi(!) dört?

4 bölümlük sorudan sonra gelelim işin bir başka can alan ve can acıtan noktasına! Yapılan araştırmalara göre ülkemizde yüzde 85’i ruhsatsız olmak üzere 25 milyon silah varmış. Bu durumda şu soru kaçınılmaz olarak geliyor gündeme! Merkezi yönetim bitip tükenmeyen vaazlarında bu soruna ne diyor? Gelinen bu noktayı temel politikalarının neresine oturtuyor? Varsa yoksa seçim mi diyor? CB’na göre; “Dünya yansa umurum değil” diyen Kadıköylüler(!) gibi mi düşünüyor? Yoksa bu konuyu da yüzde 150’ye varan zamlarla füze gibi yükselen sebze fiyatları için damat bakanın dilinden düşürmediği; “spekülasyon ve spekülatif” olarak mı değerlendiriyor?
Siyasi dile hâkim olan ve yeri gelsin gelmesin bol keseden dillendirilen esip gürlemelere biz halk olarak artık alıştık da! Dası şu; “Perişan ettik, fırtınalar estirdik, yumruğumuzu masaya vurduk, dünyayı ayağa kaldırdık, yanardağ gibi patladık, doğduklarına pişman ettik, kriz masası kurduk, misliyle karşılık verdik, gök kubbeyi başlarına yıktık, Osmanlı tokadını yapıştırdık, feleklerini şaşırttık, sabrımızı test etmesinler daha fena olur!” diye haber saldıklarımız acep gerçekten bizden korkuyorlar mı?

Sadece bir örnek! Ne diyor ABD Başkanı; “Rahip Brunson’u bırakmalarını söyledim. Onlar da bıraktılar.” Ne diyor Adalet Bakanı Abdülhamit Gül; “Türk yargısıyla dalga geçilemeyeceğini tüm dünya görecek!”

Bu örnekten yola çıkarak; Hem iç piyasada olup bitenin sandığa nasıl yansıyacağını, hem dış ilişkilerde estirilen rüzgârların ezeli ve ebedi dostlarımızı (!) ne kadar korkutacağını yaman merak ediyorum…