Sabır tükeneli çok oldu! Hangi özür yeter…

Ülke kan ve barut kokuları içinde kurtuluş mücadelesi verirken kadını, eğitimi, gençliği cumhuriyet projelerinin, temeline oturtan, dahi ve deha sıfatlarının...

Ülke kan ve barut kokuları içinde kurtuluş mücadelesi verirken kadını, eğitimi, gençliği cumhuriyet projelerinin, temeline oturtan, dahi ve deha sıfatlarının içini tam anlamıyla dolduran Büyük Atatürk’ün biz kadınlara bahşettiği 5 Aralık 1934’ten bu yana 85 yıl geçmiş. Biz neredeyiz?

Kadın gücünün toplumsal ve siyasal yaşamın her alanında katılım ve katkısını sağlayan seçme ve seçilme hakkından bu yana bunca yıl geçmiş. Şöyle bir bakalım mı?

Cinsiyet eşitsizliğinde 140 ülke arasında 130.sıradayız. 2003 yılında 83 kadın öldürülmüş, 2018 de 438 kadını toprağa gömmüşüz. Şili’de 11 kadın öldürüldü diye yer yerinden oynadı. Biz neredeyiz?

Nerede olduğumuzu düşünürken; bu arada gündemden uzaklaşmadan, günlük gelişmelerden kopmadan, her kademede yapılan açıklamalardan esinlenerek bir şeyler yazmayı planlarken, üşenmeyip eski yazıları karıştırınca önüme güncelliğini hep koruyan, gözlem ve değerlendirmelerim çıktı. Şunu bir kez daha gördüm ki; Önceleri sadece 8 Mart, şimdilerde de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nde akla gelen kadınların eşitlik mücadelesi dünden bugüne hız kesmeden devam ediyor. Kuşaklar farklı da olsa, sorunlar artarak sürüyor. Kadınların suçlu ve kurban sayılması azalmıyor, özenle, özellikle artıyor, çoğalıyor.

Hal böyle olunca aklımıza neler mi geliyor?

Biz kadınlara önce yönetime, sonra erkeklere bize dönük bakış açınızı biraz değiştirin demek düşüyor. Örneğin yükümüzü paylaşalım; “Ya nasılmış biraz da siz uğraşın görelim” demek, bazı konuları biraz da sizler- erkekler düşünün diye çağrıda bulunmak geliyor. Günlük yaşamdaki sorunları gözlerinizin önüne getirmeye çalışırken telef olup giden kadınları biraz anlamaya çalışsanız demek geliyor…

9 günlük parayla 30 gün geçinmenin yolların arayan, günlük hayatın çarkları arasında, yoğun ev işleri içinde sıkışıp kalan, ekonomik sorunlar, alınması gereken zorunlu ihtiyaçlar ve annelik sorumluluğu içinde kıvranan, gökyüzüne bile bakmaya vakit bulamayan kadınları anlamaya çalışmak bu kadar zor mu diye sormak geliyor…

Bir yanda hayatını çantasının içine sığdıran, hiç ağırlık hissetmeden taşıyan kadınları, diğer yanda pahalı alışverişlerinin sonucu dolan bavulunun altında ezilen kadınları düşünürken! Bir yanda gelenekleri, görenekleri, doğup büyüdüğü yerler farklı da olsa biraz konuştuktan sonra aynı yazgıyı paylaştıklarını anlayan kadınları, diğer yanda “Neden şiddet görünce komşulardan yardım istemiyorsun?” sorusuna, “onlar da görüyor, kimin evinde yok ki!” şeklindeki yanıtları sizler de duyun demek geliyor…

Sevgi dolu reformlar yaparak destanlar yazdığını zannedenlere unutmayın! “Hafıza kindardır” hatırlatmasını yaparken, yediği dayaklardan bunalarak sığınma evine sığınan kadının; “en güvendiğim limandayım, devletin koruyan kollarındayım, bu gece ilk kez dayaksız, küfürsüz uyudum” şeklindeki sözlerini paylaşmak geliyor…

İran ve Kamboçya’da yıllar sonra kadınların 100 bin kişilik statları doldurmaya başladığını görünce, onların manidar mücadelelerinin pek çok ülke kadınına örnek olacağı gerçeğinden yola çıkınca; Sığınma evinde kitap yazıp, resim yapan kadınların; “O koşullarda yazmak ve çizmek bizim güvendiğimiz tek limandı, baskı ve şiddete rağmen bu alana sığındık!” Şeklindeki sözlerini yinelemek geliyor…

Kadınlara yönelik araştırmalar yaparken, geçmiş- gelecek koordinatlarında gezinirken, ağızlarından çıkanlara şaşkınlıkla, hayranlıkla bakarken sözcüklerin nehir gibi aktığını, yürekleri ve bedenleri dağlansa bile boğulmadan- batmadan nasıl yukarı çıktıklarını, hep ışığa bakarak, umutlarını nasıl diri tuttuklarını hatırlatmak geliyor…

Kadın temelli sorunların adresinde dolaşırken; erkeklerin ve sistemin çarkları arasında; anne olan, kardeş olan, evlat olan, gelin olan, nine olan ve durakların en büyüğü olan kadın gerçeğiyle yüzleşirken ataerkil düzenin ve ezberin kurbanları olan kadınların başlarından geçenler bilinsin ve unutulmasın demek geliyor…

En haklı sorunları için, yasal hakları için sokağa çıkan kadınlara; “Bir yanlışınızı görürsek dalarız!” diyen kolluk güçlerinin orantısız çıkışları keşke son bulsa, eksilen kadınlar ve çoğalan ölümler gerçeğine bu ülkeyi yönetenler daha duyarlı olsa diye dua etmek geliyor…

Bu arada umudunu yitirmeyenlere hep farklı baktığımızın, onlara hep özel bir sempati beslediğimizin, yaptıklarını hep önemsediğimizin, hayata geçirdiklerini her zaman özel bir gayretle savunduğumuzun altını çizmek geliyor. Onların bizim savunmamıza ihtiyaçları olmadığına, ama bizim durumdan vazife çıkarma gibi bir alışkınlığa sahip olduğumuzun hem altını, hem üstünü çizmek geliyor…

Konuşup yazarken didaktik ve politik bir duruş sergilemeden, dik bir duruş sergileyen, mizahla örülmüş entelektüel fikirlerle bezeli ama bu arada duygusallığını asla kaybetmeyen bakış açısını hep koruyan, izleri yaşam boyu sürecek kadınları hep ayakta alkışladığımızı itiraf etmek geliyor…

Onları sade hayat modelleri içindeki hikâyeleriyle hayatlarımızı şekillendirdikleri için çok kıymetli, çok değerli ve yaratıcı bulduğumuzu unutmadığımızı hatırlatmak geliyor…

Ancak elbette ki herkesi aynı parantezin içine koymadan, üstte olanları, yeri bazen değişenleri, ayakta kalmak için sonradan makas değiştirenleri, ideolojik, alın teri, sınıf bilinci gibi dertleri olmayanları da unutmadığımız bilinsin demek geliyor. “Hele de asılsam mı küreklere, vaz mı geçsem kürek çekmekten!” diyen kadınlara “sakın ha!” diyenleri asla alkışladığımızı da ilave etmek geliyor…

Son yıllarda yitirdiğimiz kadınların sayısı karşısındaki çaresizliğimizi, sus işaretli parmakları görürken yüzümüze yayılan şaşkınlığı, bu topraklarda büyümüş, bu toprağa can vermiş hayat vermiş sonra da lime lime edilerek hayattan kopartılan kadınların izlerinin, ruhlarının kadınlara yol gösterdiğini “bizler biliyoruz ya siz?” diye sormak geliyor…

Kadınlar evlerinde, sokak ortasında, kuytularda, çocuklarının gözü önünde bıçağı saplayan, tetiği çeken erkekler tarafından ardı ardına öldürülürken; nedenlerin, aktörlerin, yöntemlerin değiştiği ama sonucun hep aynı kaldığı Türkiye gerçeği geliyor…

Hafta 7 gün, kadın cinayetleri 16 iken, bu feryatlar duyulmazken; Mecliste, karakolda, otobüste, metroda tek tip ve aynı eril zihniyetin değişmez ve değiştirilemez değerlendirmeleri geliyor…

Bilinen, görülen ama kabullenilmeyen sancıların- acıların izini sürüp o adreslerde gezinirken, 7’den 70’e okur yazar, okumaz yazmaz, düşünür düşünmez pek çok erkeğin hedefi olan ama her şeye rağmen nefret etmemeyi seçen, nefret kolaycılığına kapılmayan, analığını, kardeşliğini, emeğini unutmayan kadınların ulaşılmaz özverisi geliyor…

Bir güzel söze dağları deviren kadınların, gördükleri her tür şiddete rağmen hayatı paylaşmayı seçen o kadınların artarak süren çilesi geliyor…

Özetle! 11 ayda 430 kadının öldürüldüğü, Kasım ayında 39 kadının hayattan koparıldığı, ayda ortalama 50 kadının toprağa verildiği bir düzende, “kalbim o viran evlere benzer” diyen kadınların kaygı dolu bakışlarını görüp, bu üç gerçeği toplayınca soluğumuzun kesildiği bir dönemden geçtiğimiz “keşke bilinse- duyulsa!” demek geliyor…

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün Bakan Zümrüt Selçuk’a: “Kalkın oradan, biz oturalım! En geç 1 yılda kadın cinayetleri sorununu çözeriz.” Şeklindeki iddialı ve inandırıcı sözleri geliyor.

Son olarak da! Her dayaktan sonra pişmanım diye açıklama yapanları bağışlayan kadınları anlamakta zorlanırken (aslında anlıyorum tabii ki!) Evet! Üzgünüz yazıp çizdik ama! Konuşup durduk ama size ulaşamadık mı diye sormak geliyor…

Not: Olup bitene bakınca; Bir köşe yazısının sınırlarını zorlayacak ne çok sözcük, ne çok duygu, ne çok düşünce, ne çok acı, ne çok özlem, ne çok hasret var. Akışı bozmamak için bu uzun yazıyı dizi yapmak istemedim. Sabrınıza teşekkürle…