Kıyıdan köşeden…

Bugün kafamın, gerisinde, ortasında, arkasında, önünde olanları, bilgisayar ekranından akanları, televizyonlara yansıyanları, basından okuduklarımı, e.postama...

Bugün kafamın, gerisinde, ortasında, arkasında, önünde olanları, bilgisayar ekranından akanları, televizyonlara yansıyanları, basından okuduklarımı, e.postama düşenleri, mesaj olup yağanları, sohbet arasında konuşulanları ve bizzat tanık olduklarımı dile getirerek içimi dökmek istedim.

İlk olarak insanın asabını bozacak kadar uygar, medeni, nazik insanların yaşadığı Paris’ten bir anı! Gittiğim dernekte duvardaki yazıya takılıp kalmıştım. “Hangi nedenle olursa olsun ülkemizde bulunmanızdan mutluluk duyduk. Unutmayın yardım kutusuna atacağınız her kuruş, bir insanı mutlu edecek kadar önemlidir. Teşekkür ederiz!” Yazılanları okuyunca içimden gelerek iyi bir para bıraktığımı unutamıyorum…

Yine ABD’de ve pek çok batı ülkesinde okul aracını görünce hemen durarak, öğrencilerin inmesini bekleyen araç sürücülerine önce şaşarak bakıp, sonra hayranlık duyup, en sonunda da derin ahlar çektiğimi unutamıyorum.

Ayrıca yayalara yol vermek için sabırla bekleyen, kuyruklarda homurdanmadan sırasını bekleyen, garsondan şoföre hizmet aldığı herkese teşekkür ederek gülümseyenlere gıptayla baktığımı unutamıyorum.

Ülkemize dönünce de bazı şeyleri neden hayatımıza sokmuyor, niçin önemsemiyor, ya da neden ıskalıyoruz diye kendime sorular sorduğumu unutmuyorum.

Hele de oralarda eskiye, geçmişe, tarihe, tarihi eserlere verilen değeri, gösterilen saygıyı görünce; Cumhuriyetin maddi ve manevi mirasını bitirenlere, eğitimden yargıya, fabrikadan tesise yerle bir edenlere içim yanarak baka kalıyorum.

Birbirini suçlayanları, aşağılayanları, tehdit edenleri dinledikçe ekran başında öfke nöbetleri geçiren, dinlememek için kanal değiştiren, başında akademik sıfatları olanların yanlışları cansiperane savunmalarını anlamakta zorlananlara hak veriyorum…

Kayıtlara geçen ya da geçmeyen ama belleklerde korkunç bir leke olarak kalan kadın cinayetleri, doğa katliamları, ekranlardan taşan suçlayıcı ifadeler, birbirini karalayan gömen hakaretler, bundan medet uman tv kanallarına “yayıncılık bu mudur?” diye sormak istiyorum…

İyiliğin kökünü kazımak için varını yoğunu ortaya koyanlara, kötülüğü beslemek- kökleştirmek için durmadan bağırıp çağıranlara baktıkça ülkesinden çekip gidenlere, kopup gidenlere, bıkıp gidenlere kızamıyorum…

Doğa, adalet, kadın hakları, eğitim, hayvan hakları, sağlık sorunları, ekonomik kriz, işsizlik gibi konular üzerinde hiç durmayanlara bunca umarsızlık ve ilgisizlik nasıl başarılıyor diye sormak istiyorum…

Yaptıkları işlerle, değindikleri konularla “biz ne ara bu kadar duyarsız olduk?” sorusunu sorduracak kadar etkili olanları, en tembellerde bile harekete geçme isteği uyandıracak kadar başarılı olanları; umut veren, cesaret aşılayan, çarpıcı çıkışlarından ötürü ellerim kızarıncaya kadar alkışlamak istiyorum…

Politik çağrışımlar, siyasi göndermeler konusunda örtük bir dil tercih edenleri, “benden uzak dursun, benim derdim bu değil, bana değmeyen yılan…” diyenleri, sorunlarla arasına kilometrelerce mesafe koyanları anlamakta zorlanıyorum…

Tamda burada kendimce kenara not edilecek bir kaç şey geldi aklıma!

Benden ve benim istediğim gibi değilsen sana yer yok diyen, bana ayak uydurursan sana yaşam hakkı tanırım diyenlerin çığ gibi arttığı bu sonsuz egemenlik ortamında, kendisini toz zerresi gibi görenlerin arttığı bu kaosta bir şeyler yapmak gerekmez mi?

Kilit makamlara ancak aile bireylerinin layık ve uygun görüldüğü, hısım akrabanın el üstünde tutulduğu, liyakatin rafa kaldırılıp, fanatik taraftarın sahaya helikopterle indiği “ailevi siyaset” ortamında sesi biraz daha yüksek perdeden çıkarmak gerekmez mi?

Toplumsal cendereler içinde sıkışıp kalmamak için, daha iyi bir yaşam umudunu beslemek için yazan, paylaşan, konuşan ve toplumsal sorunları odak noktasına koyarak dert edinenleri destekleyip, arka çıkmak gerekmez mi?

Bekleyip göreceğiz demeden önce inanmak isterdim…