Sanatın evrensel dili…

Haftanın bu son yazısında siyasi iklimden uzaklaşarak sanatsal ve kültürel iklime doğru kanat çırpmaya var mısınız? O halde sayfalar sizin…

Bu yazının yazılma nedeni; “Sanatı görmezden gelinen toprakların yüreği işgal altındadır” sözünün verdiği ilhamdır. Yüksek okul ve üniversitelerde dönem ödevi veriyorsunuz, önünüze; google’den indirilmiş, emeksiz, tek düze, dip notsuz, kaynaksız, ruhsuz, aynı tip ödevler geliyor. Baka kalıyor, şaşa kalıyorsunuz. Çünkü kitabı seven, sayfalarını keyifle çeviren, beğendiği yerleri işaretleyen, tümcelerin altını çizen, yanlarına notlar düşen, etkilendiği sayfayı kıvıran, aralara ayraç koyan bir kuşağa bu tutum ve kolaycılık o kadar ters ve yabancı ki!

Konu sanat olunca daldan dala atlanır ya! O hesap sürdürelim yazıyı…
Sanat hayata değer katıyorsa, yasaklar ve engellere baş eğip “evet!” denilir mi? Yasaklar dinlenir mi? Yüzyıllara meydan okuyanlardan bir çırpıda vazgeçilir mi? Pişekar’dan Kavukçuya, Prometeus’dan Antigone’a, Romeo Jülyet’ten Zilha’ya, Nazım Hikmet’ten Genco Erkal’a kadar önümüze açılan aydınlık pencerelerin ardındaki isimler unutulur mu? ASLA….

Başarılı sanatçı; icra ettiği sanatın doruklarında gezinen, evrenseli yakalayan, herkesi kendine hayran bırakan, sanatseverleri peşinden sürükleyen, örnek alınan kişi diye tanımlanır. Bu tanımdan yola çıkınca; Günümüzde adına sanat denilen, kendilerine sanatçı denilen kişileri görüp, tokat yemişe, cin çarpmışa dönüyoruz!
Dünya çapındaki sanatçılarımızı, insanlığın onur listesinde yer alan, ülkemiz ve dünya insanına sanatsal doyumlar yaşatan, sanatsal yolculuğun her durağında ve her alanında sanata emek veren, temel taşlarını döşeyen ustalarımızı o nedenle önemsiyor, önemsemek gerektiğini düşünüyoruz…

Bu tür sanatçıların; aradan yıllar geçse de, kuşaklar değişse de her kuşağın notasında, paletinde, kulağında, yüreğinde, gözünde, beyninde yer aldığını, örnek alındığını unutmuyoruz…

Tam da burada iç acıtan bir örnekle yazıyı sürdürelim! Hatırlayacaksınız! Birkaç yıl önce resim ve heykel müzesinden 400’e yakın eserin kaybolduğu açıklandığında, yani; Hikmet Onat’lar, Fikret Mualla’lar, Hoca Ali Rıza’lar, Osman Hamdi Bey’ler, İbrahim Çallı’lar, Adnan Çoker’ler, Bedri Rahmi’ler, Nuri İyem’ler uçup gittiğinde, toz olup uçtuğunda, müze müdürü; “Ben yeniyim daha 1.5 yıllık müdürüm” diye dört dörtlük (!)bir açıklama yaparak yüreklerimize su serpmişti…

Evet! Resim, heykel, müze! Bizim bu üç kavramı geç ve güç tanıdığımız doğrudur. Bilinçli olmadıkça ve sahip çıkmadıkça eloğluyla nasıl yarışırız sorusunun ucu açıktır. Bir ülkenin sadece dağlarıyla, denizleriyle, ağaçlarıyla, toprağıyla var olmadığı bilinmektedir. Ülkeler, dünyada aranan, anılan sanatçılar çıkarıyorsa o ülkede çağdaşlaşmadan- aydınlanmadan söz edilebileceği kanıtlanmıştır.
Yine ülkelerin sanatçılarıyla, ressamlarıyla, bestecileriyle var olduğu, insanların sanatçıların açtıkları uçsuz bucaksız şemsiyenin altında kendilerine barınak bulup, çıkış yolları aradığı bilinmektedir.

Ayrıca sanatçıların, insanlığa bazen oh, bazen ah dedirttikleri, onların gidişlerinin insanların yüreklerinden de bir parçayı götürdüğü, derin ayrışmaların, saflaşmaların yaşandığı toplumlarda onların referans noktasında durduğu, sanatsal etkinliklerin insanları kaynaştırdığı değişmez bir gerçektir.

Ve de sanatçıların; hayatı değiştiren, güzelleştiren, insana cesur olmayı öğreten, kendi olmayı öğreten ustalar olduğu, emeği de, yaşamla dalga geçmeyi de, bohem olmayı da, yaşamdan zevk almayı da onlardan öğrendiğimiz bir başka gerçektir.
Özetlemek gerekirse; Onlar özlemimizdir, övünç madalyalarımızdır. O nedenledir ki sanat bayrağını yükselten sanatçılar gidince sadece insanlığa değil, notalara, renklere, kâğıda, kaleme, sahnelere de başsağlığı dilemek gerekir. Yat borusu değil, kalk borusu üfleyen, sarsan, dürtükleyen, uyaran, uyandıran sanatçılara sahip çıkmak sadece ülkeler adına değil, dünya adına da borçtur.

Son yıllarda kabul görse de; Bizim kültürümüz sadece turistik mekanlar, plajlardan ibaret değildir. Biz kendi kültürümüzün derinliklerinde; müzikten tiyatroya uzanan o ışıklı yolda, yaratıcılarımızı, kahramanlarımızı, geniş kültürümüzü sanatımızın inceliklerini, dünya çapındaki santçılarımızın varlığını anlatabildiğimiz zaman hem dünya bizi tanır, hem biz kendimizi dünyaya tanıtırız.

İşin teselli boyutuna gelince; Şu anda İstanbul’da pek çok tiyatro grubunun varlığı, hepsinin seyircisi bulması, salonlar küçük olsa da bazen yer bulamamak, konserlere ilginin olması, yaşadığımız iklime rağmen gençlerin her şeyle dalga geçen hallerinin mizahlarına yansıması, müzik- tiyatro- konser izlemeleri gün ve gelecek adına önemlidir, kıymetlidir.

Hele de sanat ve kültürün horlandığı “tehlikeli, sakıncalı, belalı” bulunduğu, özgür ve eleştirel düşünen yazarların yok sayıldığı, cehaletin yüceltildiği bir ortamda sanata ilgi duyanların varlığı çok değerlidir. Özellikle de sanatın birleştirici, güçlendirici niteliğine inananların ve o yolda ilerleyenlerin sayesinde sınırların ortadan kalkacağı bilinirken ve kanıtlanmışken…

Uzun yazımı kişisel örneklerle sürdürürsem! Yazarlığımı; okurluğuma ve seyahatlerime borçluyum der, yeni yerler görmenin, yeni insanlar tanımanın yazarlık yanımı beslediğinin altını çizer, uzun uçak yolculuklarında okuduklarımın, aldığım notların, gözlem ve izlenimlerimin çok işe yaradığını özellikle belirtmek isterim. (MSM yazarlık sınıfının dikkatine!)

Yazarlık yolculuğumda hep; “İnsan neden yazmak ister sorusuna yanıt bulmaya çalışırken neden yazmak ister de okumak istemez?” sorusuna da cevap bulmaya gayret ettim. Yine gece gündüz emek verdiği, alın teri akıttığı işinden apansız kapı önüne bırakılanların, keskin çaresizliklerini, bundan sonra ne olacak sorusunu sık sık gündemime aldım.

Yazmanın ve okumanın bazen çıldırmamak için insanı motive ettiğini, bazen iyi zaman geçirme aracı olduğunu, bazen zamanı doldurmak adına işe yaradığını hiç unutmadım. İyi okur yaşam boyu okuyandır, her kitabın bir başkasına yol açtığını bilendir, “Edebiyattan öte ne var ki?” diyendir. İyi yazar artık benden üstünü yok demeyen, bu iş benden sorulur havasına girmeyen, yazma hakkı bendedir, herkes yazar olamaz, olmamalı demeyendir vb gibi söz kalıplarına hep katıldım.
Herkesin yaşamında kayıt altına almaya değer anların- anıların var olduğunu kabul ederken, tek paragraf yazmayan, iki kitabın kapağını açmayan birinin de roman yazmaya kalkmasını şaşırtıcı buldum. Bu konuda kimsenin kimseye verecek sihirli formülü yok ki, alıp uyguladıktan sonra yazar olunsun diye düşündüm!
Hoş; “Cahil kesime güveniyorum, okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor.” diyenlerin YÖK’e yönetici olduğu bir dönemden söz ederken bunları dile getirmek gereksiz ve garip ama…