Toplumsal körlük ve sağırlık için ne var bunda diyenlere…

Ülkemizde artık atamaların liyakate değil, siyasete ve sadakate göre yapıldığını, tıkanma noktalarında ve acil durumlarda eski yol arkadaşlarının...

Ülkemizde artık atamaların liyakate değil, siyasete ve sadakate göre yapıldığını, tıkanma noktalarında ve acil durumlarda eski yol arkadaşlarının unutulmadığını, bol maaşlı yeni unvanlarla taltif edildiklerini hepimiz biliyoruz.

Ülke ekonomisi düşündüğümüzden daha kırılganken; bana ne yanarsa yansın, işsizler kendini yakarsa yaksın, çarklar dönmeyip borçlar artarsa artsın ne var bunda, ben işime bakarım diyorsanız, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyenleri unutun…

Bu arada meraklanmayın! Nasılsa her daim risk hissedildiğinde çok hızlı bir şekilde konumu güçlendirecek politik hamleler, etkili önlemler bagajda hazır durduğu için acilen dolaşıma sokuluyor.

Ayrıca biz işin püf noktasını politik aktörlerden iyi mi bileceğiz? Ahkâm kesmeye gerek yok ki! Kaldı ki bizim ülkemizde siyasetin; ilkeler ve programlar üzerinden değil, kişiler ve liderler üzerinden ilerlediğini bilmiyor muyuz? O halde hakkı teslim edelim…

Başta belirttim ama açarak ilerlemeye çalışayım! Doğru stratejilerle halka dokunmak yeni bir sinerji yaratsa da; Sorunlar artıyor, yalnızlaşma, tekleşme, çizgi dışına çıkma sınırları zorluyor, hep güncel, daima yakıcı sorulara net yanıtlar alınamıyor, değil hesap sormak soru bile sorulamıyor.

Bu yazdıklarıma kızanlar olacaktır olmalı da! Ancak insanın içinden kitlelerin, halkın, okurun, zekâsını hafife alan açıklama ve demeçler için “yordunuz bizi” diyesi geliyor.

O nedenle de; Ülke aydınının kaderi gereği dünden bugüne okuryazarla pek de başı hoş olmayan, her fırsatta onların yakasına yapışanlara insanın; “bırakın onların yakasını da, okumayanların yakasına yapışın” diyesi geliyor.

Mizahın dramdan beslendiğini unutanlara; “biraz sanata, tiyatroya, konsere zaman ayırın size de topluma da iyi gelecek” diyesi geliyor.

İnsanın içinden cumhuriyetin maddi ve manevi anlamda örselenen değerleri yüzünden toplumun “barışa ve huzura susadığı gerçeğini” haykırası geliyor.

İçlerinde 86 hukuk fakültesi bulunan, 129’u devlet, geriye kalanı vakıf kuruluşu olan 206 üniversiteden; olup bitene karşı “tek bir ses neden çıkmaz?” diye sorası geliyor.

Ataması yapılan rektörlerin teşekkür konuşmalarında; bakanlardan vekillere, il başkanlarından danışmanlara, valilerden parti yetkililerine kadar hiçbir ayrıntıyı unutmadan “saygı sunmalarına!” şaşası geliyor.

Ülkemizin gerçek gündemi olan; ekonomik sıkıntıları, artan işsizliği, büyüyen borçları, batan şirketleri, çöken tarımı unutup “ille de İstanbul’u bize verin, bizi bu rant kapısından mahrum etmeyin” diyen zihniyetin sergilediği ciddi çelişkileri görünce eyvah! diyesi geliyor.

Kavakçı sülalesine aile boyu dağıtılan; vekillikten büyükelçiliğe, danışmanlıktan direktörlüğe, genel müdürlükten moda tasarımcılığına uzanan çok boyutlu, yüksek koltuklu makamlara “vay be!” diyesi geliyor.

Yargıdaki görevinin sorumluluğunu unutup, kadın avukatın etek boyuna, küpesine takılan sakallı ve kravatsız hâkimlere teslim edilen adalet sistemimize bakınca; derinlerde yatan düşüncenin ve politik çizginin nelere kadar girdiği ve nelere kadir olduğu gerçeği karşısında “derin ahlar” çekesi geliyor.

Gelelim mutlu habere! CB; “İstanbul’un çehresini değiştirdik, iki yakasına 7 bin yataklı iki dev şehir hastanesi yapıyoruz. Türkiye ve İstanbul’u 2053 vizyonuna taşıyoruz!” derken işin uzmanları; “Hastanelerin iyi ve başarılı hizmet sunmaları için gereken yatak sayısı 200 ile 600 arası olmalıdır” şeklinde açıklama yapıyor. Olup biteni anlatan, tam da budur dedirten sayılması zor örneklere bakınca; bu açıklama gereklidir, yerindedir, yeterlidir diyesi geliyor.

Hal böyle olunca insanın aklına da 2053 vizyonu denilen şeyin; İnsanlarla mücadele mi, yaşam hakkına müdahale mi, yandaşa müsamaha mı? Sorusunu sormak geliyor! Ne dersiniz?

Not: Her şeyin daha güzel olacağı günlerin başlangıcı olması dileğiyle şeker bayramınızı kutlarım…