Sayın Emine Erdoğan'a açık mektup

(*Bu mektup Emine Erdoğan'a Çevre Ajansı Başkanlığı Himayedarlığı münasebetiyle yazılmıştır. Başka bir makam ile ailevi bağı hassasiyet konusu yapılmaması...

(*Bu mektup Emine Erdoğan'a Çevre Ajansı Başkanlığı Himayedarlığı münasebetiyle yazılmıştır. Başka bir makam ile ailevi bağı hassasiyet konusu yapılmaması açısından bu not başlangıca konmuştur.)

Bu mektubu yazmaya karar vermem nesli tükenmiş bir kuşu yüzük olarak taşımanız oldu.

Çok güzel ve anlamlı. Çok beğendim gerçekten. Ben de kendi imkanlarımca dünyayı gezmeyi seven, gittiğim yerlerdeki doğal yaşamı, doğal yaşam tarihini, kültürü, hayatı algılayışı tanımak isteyen biriyim. Benim de kendi aksesuar dolabımda benzer hayvan ya da bitki figürlerinden çeşitli takılar bulunur. Kimi yerel halkın el emeği, kimi bu kuş gibi sembolik. Hatta eve döndüğümde konuları yeniden okur araştırır anlamını iyice kavramaya çalışırım.

Zira, tıpkı son tanıttığınız kitabın adı gibi: "Dünya Bizim Evimiz."

Hawaii'de nesli tükenen Kauiai ö-ö Kuşu'nun hikayesi üzücü. Tıpkı ülkemizin Yakalı Toy Kuşu gibi. Dünya evimiz olduğu ve dünyadaki bütün gelmiş geçmiş insanların hepsi ırk, dil, din, yaşam tarzı ayrımı gözetmeden ailemiz ve tüm canlılar da bizim can yoldaşlarımız olması gerektiği için Hawaii'de yok olup gitmiş bir can için üzülmek gerek zaten.

Kitap tanıtımındaki konuşmanızı okurken aklıma TBMM 24. Dönem Milletvekili olduğum dönemde, üyesi bulunduğum Çevre Komisyonu'ndan bir anı geldi. Anlatayım:

23 Şubat 2012 Perşembe günü idi. Ne yazık ki pek de sık toplanmayan (ah bu durum ne üzücü, zira biliyorsunuz hala tali komisyon olarak görev yapıyor) Çevre Komisyonu gündeminde Balinacılığın Düzenlenmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme ile Protokole Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı görüşülmesi vardı.

Dönemin Komisyon Başkanı Erol Kaya gündemle ilgili bilgi verirken şu ifadeleri kullanmıştı:

"... Diğer konu ise balinacılıkla ilgili, nesli tükenmekte olan balinalarla ilgili bir çalışma. Bizim Komisyonumuzu veya ülkemizi belki direkt ilgilendirmiyor ama bir prestij katılım söz konusu olduğu için ve Avrupa ülkelerinde tüm balina türlerinin en üst derece koruması gereken türler arasına alındığından dolayı da bununla ilgili bir sözleşme."

HASSASİYET Mİ SİYASİ KAZANÇ BEKLENTİSİ Mİ

Bugün olduğu gibi, o gün de hayata "Dünya bizim evimiz" kabulüyle bakan ben, itiraz cümlelerimi oluşturmaya başlamıştım kafamda. "Bir de Gerekçe'yi dinleyim" dedim. Daha Gerekçe'nin girişinde sözleşmenin imzalanması (özet olarak) şu ifadelerle savunuluyordu:

"... Bu Sözleşme'ye taraf olmamızın, kendi coğrafyası dışındaki çevre sorunlarına da duyduğu ilgiyi ve yapabileceği katkıyı göstermesi açısından başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslararası platformlarda Ülkemize siyasi kazanç sağlayacağı değerlendirilmektedir... Ülkemiz, bu Sözleşme'ye taraf bir ülke olarak kamuoyunun bu konudaki hassasiyetlerine cevap vermiş olacak ve saygınlığını artıracaktır." Belli ki konunun gerçek önemi ikincil durumda idi; siyasi kazanç, uluslararası saygınlık açısından önem veriliyordu. Zira konunun esas amacı olan ekolojik boyut ise, bu siyasi gerekçenin ardına belli ki bir uzman tarafından heyecansız sıralanmıştı.

Sıra bu konu ile sunumu yapan bürokrat, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Balıkçılık ve Su Ürünlerı̇ Genel Müdür Vekı̇lı̇ Dr. Duralı̇ Koçak'a geldi. Koçak böyle bir sunum yapmaktan çok mutluydu. Zira komisyondaki muhalif milletvekillerinin bile itiraz edemeyeceği bir konuydu. Tebessümle anlatmaya başladı:

"Ülkemizin Uluslararası Balıkçılık Komisyonuna üyeliğine ilişkin gerekçelerinde de belirtildiği gibi bu doğrudan bizi ilgilendiren bir husus olmamakla birlikte, uluslararası camianın saygın bir üyesi olarak ve AB üyelerinin çoğunluğunun burada üye olması, siyasal bakımdan bizim de saygın bir ülke olarak uluslararası camiada, bu kurulda yer almamız gerektiğini düşünüyoruz."

Çok canım sıkılmıştı. Hadi, Komisyon Başkanı siyasi idi, ona diyeceğim yoktu ama bürokratın hele ki balıkçılık ve su ürünleri bürokratının konuyu siyasete indirgemesi, en azından girişi böyle yapması canımı sıkmıştı. Belki de 24. Dönem Çevre Komisyonu toplantılarının bu en mutlu ve itirazsız olması gereken anlarından birini bozmuştum, ama dayanamadım ve itirazımı (özetle) şu sözlerle ilettim:

"Zaten burada karşı görüş bildirilmez. Yalnız, şu noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi ülkemizde bir tür olmadığı zaman onu korumak daha kolaydır... Şimdi, ben bir yaklaşımla ilgili uyarı demeyeyim ama naçizane görüşümü dile getirmek istiyorum. Bu tip şeyleri saygınlık gerekçesi olarak almamak gerekiyor. Yani biz uluslararası alanda saygın olacağız diye böyle bir imza atmayı ilk gerekçe olarak uygun bulmuyorum, bir. İkincisi: Bu türlerin yani dünyadaki hiçbir türün bizi ilgilendirmediği yani bizim işimizin olmadığı yönünde bir görüşe de katılmıyorum. Bu bir ekosistemdir, yani bunu zaten değerli arkadaşlarımız da bilirler, ilk gerekçede bunun yer alması her zaman için daha doğru bir tavır."

İtirazımı bu şekilde dile getirirken, aslında çevre duyarlılığı, hatta yalnızca çevre de değil, genel olarak hak mücadelelerindeki duruş olarak çok önemli bulduğum bir konuyu da ilave ettim: "Son bir şey söyleyeceğim. Ben sayın yetkililerden bir sonraki aşamada kendi türlerimizle ilgili ne yapıyoruz? ... Bunu da öğrenmek istiyorum, çünkü biz eğer bizim denizlerimizde olmayan balinayı korumaya çalışırken bizim derelerimizdeki kırmızı benekli alabalıkla, su samuruna kötü davranıyorsak o zaman ikiyüzlülük etmiş oluruz."

KENDİ ÜLKEMİZDE YOK OLAN DOĞAL YAŞAM

Sayın Emine Erdoğan,

Sorunlar ülkemizden ve komşu coğrafyalarımızdan ne kadar uzak olur ise o kadar kolay kucaklanır ve savunulur hale geliyor maalesef. O yüzden kendi ve komşu coğrafyamızda doğal yaşamı, florayı, faunayı ve insan yaşamını tehdit eden her türlü insan yapımı (hani man-made dediklerinden, bakın bu terimde de erkekler tanımlanmış, o yüzen kadınlara çok iş düşüyor) faaliyeti önce durdurmak, sonra denetlemek ve olumsuz etkilerinden arındırmak gerekiyor. Bunun da yasal dayanakları ülkemizde kapı gibi mevcut. 1982 Anayasası'ndaki en anlamlı maddesi olan 56. Madde. Yani "herkes sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptir."

Bu komisyonun ardından 22 Mayıs 2012 günü, yani, Dünya Biyoçeşitlilik Günü bir konuşma yapmaya ve tehlike altındaki türlere dikkat çekmeye karar verdim. WWF'in katkıları ile o dönem çalışmaları yürütülen Yunus Koruma Programı'ndan tüm 24. Dönem Milletvekilleri için bir yunus sahiplendirdim ve herkese sertifikalarını ilettim. Doğrusu hem iktidar hem de muhalefet milletvekillerinden aldığım telefonlar beni çok mutlu etmişti. Herkes memnundu. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu da bizzat aramış teşekkür etmişti. Ayrıca o gün gündem dışı söz alarak Genel Kurul'a hitaben bir konuşma yapmış, konuşmada, Allah bağışlasın, sizin torunlarınızdan da şöyle söz etmiştim:

“Çevre konusunu bir çiçek, böcek, bir grup beyaz yakalının oyalanma aracı olarak mı görüyorsunuz? Geçtiğimiz günlerde Çevre Komisyonu olarak — burada da arkadaşlarım var- uluslararası bir sözleşme imzaladık balinaların korunmasına dair. Bürokrat arkadaşlar çok mutluydu, çünkü bu çok önemli bir konuydu, biz imzalarsak koruyan taraf sayısı öne geçiyordu. Bir tanesi “Gerçi bizim sularımızda balina yok ama bizim için prestij meselesi” dedi, prestij… Oysa uzak denizlerde doğal olmayan koşullarda bir balina ölürse Türkiye’nin bir köyünde bir küçük çocuğun geleceğine, yaşam hakkına gölge düşer. Bizde yetişmeyen türleri korumak çok kolaydır, oysa Uzundere’deki nehir santrallerinde kapana kısılan kırmızı benekli alabalıklar yok olup gittiğinde, Ahmet Akif ve Ömer Tayyip’in de geleceğinden bir şeyler yok olur gider. Tortum’daki Ödük Çayı’nda bir su samuru ölür, bir meyve ağacı kurursa, bu Leyla’nın da geleceğinden kayıptır. Kozak’ta fıstık çamları soludukları havayla kururken, aynı havayı soluyan insanlara ne olur? İklim değişikliği sadece kutup ayılarının sorunu değildir.”

Hawaii'de Kauiai ö-ö Kuşu'nun nesli Amerikan işgali sırasında tükenmiş demişsiniz. Ne acı... ve daha kim bilir dünyanın hangi işgallerinde, hangi savaşlarında, hangi çatışmalarında ne türler, ne nesiller tükeniyor her saniye. Hele ki bulunduğumuz coğrafyada savaş amaçlı bırakılan her bir postal izi yeni bir karbon ayak izi değil mi? Zaten savaşlar, çatışmalar ve işgaller de man-made değil mi?

Tabii yokoluşun tek sebebi bu da değil. Malum her gün sizler de himaye ettiğiniz kurum gereği bu konudaki yayınları ve haberleri tarıyorsunuzdur. WWF'in verdiği rakamlara göre bugün 401 tür, sözde kalkınma faaliyetleri, kentsel yayılmalar, çevresel kirlilik, katı, sıvı ve gaz atıklar, iklim krizi, izinli-izinsiz avlanma gibi nedenlerle tehlike altında. Bu yüzden coğrafyamızın türleri de birer takıya dönüşmeden önlem almak şart. Ben de sözü fazla uzatmadan, en azından tanıklığımdan yola çıkarak, birkaç konuya dikkatinizi çekeceğim.

SU SAMURLARI DA YÜZÜK OLMASIN

Yukarıdaki konuşmamda da adını andığım Tortum'un Bağbaşı Köyünde yaşayan Leyla Yalçınkaya, 2011'de, 5 köyün yaşam suyu olan Ödük Çayı'na HES yapılmaya kalkışılması üzerine direnen köylü kadınların arasında hedef olup hakkında bir sürü dava açılan genç kız. Leyla bir hayli sıkıntı çekti ama çevreciliğin de beyaz yakalı şehirlilikten ibaret olmadığını gösteren önemli bir aktivist figür oldu. Sizin de kendinizi aktivist olarak tanımladığınızı okumuştum, o nedenle Leyla'yı örnek verdim. Bu sürede sık sık gittiğim Bağbaşı'nda birgün Ödük Çayı'nın akışını izlerken dönüp bana "Melda Abla bu derede alabalıklar var, su samurlarımız bile var, bazen görürüz" demişti. Sonra dikkatle yüzüme bakıp "Bu ne demek biliyor musun" diye sordu. Yanıtımı beklemeden "çünkü suyumuz çok temiz, su samuru temiz suda yaşar" dedi.

20 Haziran 2021 günü Anadolu Ajansı bir haberi şöyle verdi: "Nesli tükenme tehlikesi altında olan ve koruma altında bulunan su samurları Küçükçekmece Gölü’nde görüntülendi. Sahildeki bulunan biri, 3 su samurunun yiyecek bulmak için bir tekneye çıktığını gördü ve bu anları kaydetti." Su samurları bir gün yakamızda broş, parmağımızda yüzük olmasın diye bunu dikkatinize sundum.

Yine Tortum'un Bağbaşı Köyünde bir yandan direniş, bir yandan HES faaliyetleri sürerken, biz de köylülerle toplantı yapmıştık. Bir köylü yanıma yanaşıp karşı tepede HES inşaatı için yol açan kepçeleri gösterdi ve dedi ki: "Bakın sayın vekil, şu kepçe yol açayım derken yamaçtaki bitkileri söküyor. O bitkiler orada yıllardır var ve toprak kaymalarını önlüyor. Bunu biz köylüler biliyoruz ama gelenler bilmiyor, dinlemiyor." Tortum'da o gün HES'e direnen ve dava açılan köylülerin hepsi beraat etti. HES faaliyetleri ise tüm durdurma kararlarına rağmen halen sürüyor. 26 Mayıs 2022 tarihli Erzurum Pusula Gazetesi "Sabıkalı HES" manşeti ile çıktı. HES barajı borularının su sızdırması nedeniyle heyelan meydana gelmiş, 3 işçi yaralanmış, bölgedeki köprüler ve yollar ciddi zarar görürken, 10 ev tedbir amaçlı boşaltılmıştı. Gazetenin haberine göre şirketi dava eden yöre halkının hukuk mücadelesinde en son Danıştay vatandaşları haklı bulmuş ve inşaatı durdurma kararı vermişti. Firmaya defalarca verilen para cezasına usulsüz çalışma devam ediyordu.

Bazı bitkilerin yerinde korunması gerekir. Hatta daha da ileri gidersek bir bölgenin doğal florası ile oraya sonradan yapılan rekreasyon aynı şey değildir. HES yaparken doğanın tahribatını, "bakın bitince burası şöyle güzel olacak" diyerek rekrasyon animasyonları ile savunmak, doğaya ilk yağmurda akacak bir makyaj gibidir. Kentlerinde yıllarla birikmiş doğal parklarını, bahçelerini dönüştürüp yerine süslü rekreasyonlar yapmak, evimizin bahçesine beton döşeyip saksıda ağaç yetiştirmeye benzer.

Yine bu HES Barajlarından devam edeyim; Elazığ'da Ilısu'da yapılan baraj Arduç ailesinin yolunu kesmiş ve ulaşımsız mahsur bırakmıştı. Aileye, yaşadıkları cennet coğrafyadan taşınmaları salık verilmiş ama aile köprü için direnmişti. Sonunda kazandılar köprüleri yapıldı, taşınmadılar. Ama orada beni en çok acıtan, yıllardır o bölgede salıyla nehir taşımacılığı yapan bir vatandaşın sözleri oldu. "Bu barajı yaptılar da baraja kış günü su verdiler, o su tuttu ama hayvanlar kış uykusunda yakalandı, kaplumbağalar, yılanlar boğuldu, biz gördük" demişti. Ama vahşi sermaye HES kuracağı bölgeyi gidip görmeden inşaata başlıyor. Tıpkı Manavgat Ahmetler Kanyonu'nda olduğu gibi. Ahmetler HES’in, valilikçe uygun görülen proje dosyasında "alanının bakir olması nedeniyle proje hattı boyunca ÇED inceleme çalışmaları yapılamamıştır. Sadece santral yeri ve regülatör yapısı yeri incelenebilmiştir. Topoğrafik şartlar yüzünden iletim hattı boyunca ilerlenememiştir" deniyordu.

Oysa ÇED'ler önemlidir ve çoğunlukla alınan "ÇED gerekli değildir" kararları hani "dünyamız olan evimizde" çocuklarımızı olası kasıtla öldürmek demektir.

FOTOĞRAFLARDA KALAN ANADOLU PARS’I

Zaman zaman kamuoyunun gündemine kota ile av izni verilmesi gündeme geliyor. Bu da ‘türün fazlasının avlandığı, bu yolla devletin para kazandığı’ savunusu ile yapılıyor. Bunun dışına çıkanlara ceza verildiği söyleniyor. Canlı yaşamın popülasyonunu insan yayılmacılığına bağlamanın her zaman "haklı" açıklamasını yapan birileri olacaktır. Ceza vererek yaşamlar geri alınmaz. Örneğin 2020 yılının Temmuz ayında Tarım ve Orman Bakanlığı, Türkiye genelinde 784 yaban hayvanı, Tunceli'de 17 dağ keçisinin avlanması için ihale açmıştı. Merkez Av Komisyonu’ndan ise nesli tehlike altında olan kuş türlerinin avlanmasına izin çıkmıştı. Bu gidişatın sonucu, Toy Kuşu'nun ya da Yakalı Toy Kuşu'nun da bir gün bir yüzüğe dönüşmesidir. Dağ keçileri kolye olmasın diye anlayışımızı değiştirmek gerekir. Zira mesela Anadolu Pars'ı siyah beyaz fotoğraflarda kalmıştır. Anadolu Vaşağı görülebildiğinde haber olmaktadır.

Tabii yaban hayatın yok oluşunun nedeni yalnızca devlet teşvikiyle ve denetimsiz avcılık değil. ÇED raporu aranmayan ve salt kalkınma odaklı, insana, yaşam alanına rağmen yapılan faaliyetler türlerin yok olmasına sebebiyet veriyor. Öncelikle girişilecek her faaliyette yalnızca ÇED de değil SED yani Sosyal Etki Değerlendirmesi ve hatta daha bütüncül bir bakış açısıyla EED yani Ekolojik Etki Değerlendirmesi gerekiyor. Bu nedenle mesela kuşların göç yolları, deniz canlılarının üreme alanı ya da bazı göçmen kuşlar ya da yaban hayatın konuşlanma alanının hiçe sayılmaması gerekiyor. Örneğin leyleklerin göç yollarının, İstanbul Havalimanından kalkan uçaklar tarafından kesilmesi ve hem hayvan hem de insan yaşamının tehdit etmesi; termik santrallerin salınımlarının yaban hayata etkisi, mesela fıstık çamlarının ülkerlerine zarar vermesi ve fıstık çamlarının yavaş yavaş ölmesi; Kelaynak, Mezgeldek, Dikkuyruk gibi türlerin ortam kirliliğinden ötürü yok olmaya yüz tutuşları biyolojik çeşitliliğin önemli sorunlarıdır.

Son olarak sokak hayvanları ile bitirmek isterim. Sahiplendiğiniz engelli köpek Leblebi hepimiz için mutluluk kaynağı oldu. Ama unutmayın, bugün aynı canlı haklarıyla doğan ama acımasız ellerde köpek dövüşleri için vahşileştirilen bazı cinsler, örneğin pitbull gibi köpekler de korunmaya muhtaç. Leblebi nasıl bir trafik kazası nedeniyle engelli kaldı ise, pitbullar da, yasak olmakla birlikte facebook'ta bile sayfaları olan köpek dövüşlerinde yüzlerini, ağızlarını, yanaklarını parçalanmak suretiyle kaybedip sokağa aç bilaç bırakılıyorlar. Oysa onlar da çok sevimli yavrular olarak doğuyor. Birçok yavru da anasının sütünden erkenden koparılıp çuvallarla sınırlardan kaçak ülkeye sokuluyor. Kalan sağlar da heba oluyor. Bu nedenle biz Beyaz Türkler hayvanlarımıza elbet sahip çıkalım ama devlet de sınırlara sahip çıkıp bu akın akın gelişleri engellesin değil mi?

Sayın Emine Erdoğan

Anlatacak çok şey var. Ama bugünlük bu kadar yeter zira mektup çok uzadı.

Ama ajandalar dolu ve yükümüz ağır. Sizin de öyle. Kolaylıklar diler bu vesile ile Dünya Çevre Gününüzü kutlarım.

Melda Onur

TBMM 24. Dönem Milletvekili

Çevre Komisyonu Üyesi