Büyük Taaruzda Reşat Bey'in intiharı: “O gün Çiğiltepe’de neler oldu?” (Tarihi Araştırma Yazı Dizisi- 4)

Havada patlayan korkunç bir şarapnel mermisi, siyah dumanı peşinde, ansızın binlerce kurşun ve çelik parçasını her tarafa doğru şemsiye gibi açmış, etrafında nereye vurduysa orayı param parça etmişti.

Şarapnel patlamaları arasında şaşkın, hayalle gerçek arasında sıkışmış kalmıştı. Siperlerin üzerinde ve düşmana karşı açıkta, ayakta durduğunu fark etti. Yani herkes siperlerde, o dışardaydı. Etrafından vızır vızır mermiler geçiyordu.

Gözlerini ovuşturup iyice kendine gelmeye çabaladı. Bir anda, Büyük Taarruz’un içinde, hatta cehennemin tam ortasında olduğunun farkına vardı. Hatta bir anlığına da olsa, Nurettin Paşa’yla aralarında geçen o uğursuz konuşma kulaklarında tekrar çınladı.

Birden, dün gece yarısı yapılan gece taarruzunun da tam olarak muvaffak olamadığı aklına geldi. Oysa dün sabah başlayan taarruz, hemen hemen her tarafta zaferle sonuçlanmıştı. Çiğiltepe’de ise 1,5 gün geçmesine rağmen hala çok ağır ilerliyordu.

Hâlâ ayaktaydı ve siperlerin arasında sakınmadan yürümeye devam ediyordu. Üzerinden, sağından, solundan aralıksız mermiler geçiyordu.

Mehmetçikleri, kendisine aşağıdan siperlerin içinden devamlı “Kumandanım, vurulacaksınız, içeri girin! Kumandanım, bu yaptığınız çok tehlikeli! Yapma yalvarırım Kumandanım! Vurulmak mı istiyon kumandanım? Yapma, ne olur sipere, içeri gir” diye canhıraş bir şekilde bağırıyorlardı. Kimisi de hayret dolu gözlerle, siperin dışına çıkıp yürüyen ve dakikalardır kurşunlardan hiç sakınmayan gözü pek kumandanlarını şaşkınlık ve hayranlıkla izliyordu.

Bir anda Nurettin Paşa’nın, “12.00’ye kadar hedefi alamazsanız, ben sizin yerinizde olsam yaşamam” cümlesi tekrar aklına geldi. Hemen ardından da kendi verdiği tokat gibi cevabı zihninde şimşek gibi çaktı: “Sizin benim yerimde olmanıza lüzum yok, ben zaten yaşamam!”

Bu bir taahhüt sayılırdı. Saatine baktı. 12.00’yi geçiyordu. Yani vakit tamamdı. Bir söz vermiş ve bunu gerçekleştirememişti. Oysa “söz namus” demekti, hep böyle duymuştu. Üstelik Ordu kumandanına “Tepeyi zamanında alamazsam ben zaten yaşamam” demişti. O da buna hiç itiraz etmemişti; yani bir nevi onaylamıştı. Herhalde bunu yapamaz sanıyordu. Onurun nasıl bir şey olduğunun âdeta kanıtlanması istenmişti.

Etrafından geçen mermilere kayıtsız, telaşsız, dalgın gözlerle siperlerin arasında ilerlemeye devam ediyordu. Bazı askerler, tümen kumandanları böyle aslan gibi siperlerin dışında, kendileri ise fare gibi içerde bulunmaktan rahatsızlık duymaya başlayınca, birçoğu, dayanamayıp siperlerinden dışarı fırlamaya kalktı.

Reşat Bey eliyle hemen, “Sakın ha” der gibi, keskin işaretlerle siperlerini terk etmelerini engelledi. İleri gözetleyicilerin yanına sürünerek gelmiş bulunan Tümen Topçu Kumandanı Yüzbaşı Seyfi Bey’in vurulma riskini göze alıp kendisine doğru hamle yapmasına da fırsat vermedi. Hâlâ çok kararlı bir şekilde açıkta yürüyordu.

Şimdi de dimdik duran vücudunu ve göğsünü düşman kurşunlarının ve şarapnellerinin geldiği istikamete çevirmişti, hedef büyütmüştü; hatta kısa bir süre öylece bekledi. Bu bekleyiş siperlerdeki bütün Mehmetçiklere, onu çok seven genç zabitlerine, “seneler kadar uzun” geliyordu.

Neyi gözlüyordu, neyi bekliyordu? Bunu kimse bir türlü anlayamıyordu. Başka da hiçbir şey söylemiyordu. Sadece güler gibi bir çehreyle, düşmanla alay edercesine siperlerin arasında sanki etrafında yüzlerce mermi vınlamıyormuş gibi, sakin bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Kendi komuta yerine doğru ilerliyordu. Büyük turunu hiç vurulmadan tamamlamak üzereydi.

Karmakarışık düşünceler içinde, tekrar kendinden geçmeye başlamıştı. Siperlerin arasında dolaşırken geçen şu son on beş dakika, on beş asır gibiydi. Artık bu uzun; ama çok uzun hayatta, çok yorulduğunu daha da fazla hissediyordu ve aklında sadece, ağzından çıkan bir “söz” vardı.

Evet, başaramamıştı. Tutamadığı bu sözle, hayatta ilk kez böyle bir şeyi başaramıyordu. Ama neden kendisine hiç mermi gelmiyordu? Neden etrafından geçmekte olanlardan biri, etten kemikten bedenini parçalamıyordu? Mermi yağmuru neden şimdi istemesine rağmen onu ıslatmıyordu? Neden hayatını bir düşman kurşunuyla sonlandıramıyordu? Rabbi, hayatıyla ilgili vermiş olduğu bu kararına “Olmaz” mı demişti? Yoksa bunu kendisi mi gerçekleştirmeliydi? Yani Ordu Kumandanının istediğini mi yapmalıydı?

Az önceki heykelsi görünüşünün yerini, artık yorgun ve kamburumsu bir siluet almıştı. Artık işin sonuna geldiğini hissediyordu. Mevzilerin arasından yürürken, gördüğü askerler ve her şey giderek daha da çok puslanıyordu. Boydan boya sakınmadan gidip geldiği siperler arasında beklediği mermi hâlâ bir türlü gelip de ona rastlamıyordu. 27 yıldır mücadele edebilmek için bu mermi vınlamalarından sakınmıştı.

Artık hiç sakınmıyordu. Neden 19. mermi veya keskin bir şarapnel bu kadar kıskançtı? Sanki Allah bile şu anda şehit olmasını istemiyor gibiydi. Büyük bir teessür içindeydi. Zafere olan isteğiyle ortaya çıkan bu olumsuz durumu bir türlü birbiriyle bağdaştıramıyordu. Duygu yoğunluğundan dolu dolu olmuş puslu gören gözlerle, az önce ani bir hamleyle yanından ayrıldığı ve turunu atıp sonunda tekrar geri döndüğü kum torbalarının arkasındaki çukurlukta bulunan Kurmay Başkanı Şemseddin Bey’i gördü. O da tümen gözetleme yerindeki bu siperden dışarı fırlayıp tam kendisini içeri çekmek üzere hamle yapıyordu ki Miralay Reşat Bey buna fırsat vermedi; bir anda siperin içine atladı.

Kurmay başkanı, Reşat Bey’in ellerini tutmuş, nasıl heyecanlandığını anlatıyor ve büyük bir heyecanla bir sürü şey söylüyordu. Oysa Reşat Bey artık onu pek duyabilecek bir halde değildi.

Etrafındaki sesler neredeyse tamamen durmuştu. Siperdeki tabureye bedenini bir külçe gibi bırakınca, diğer karargâh zabitleri kendisinin sakinleşip durumun düzeldiğini sandı; şiddeti devam eden muharebeden kopmamak için oradan tekrar görevlerine ayrıldılar. Fakat hepsi çok şaşkındı. Tümen kumandanları siperlerin arasında dakikalarca elini kolunu sallayarak gezmiş ve inanılmaz bir risk alıp âdeta düşmanla alay etmişti.

Gören herkesin aklında, “Neden?” sorusu belirmişti. Askerlerin tamamı, o siperin içine girince derin bir “Oh” çekmişti. Reşat Bey’in muharebe şokuna girdiği sanılmış, “Şimdi geçer” diye, yanına da bir karargâh zabiti bırakılmıştı. Kurmay başkanı da yanındaydı. Ancak başkan, yan taraftan diğer siperlerdeki bir telefon sürekli çalınca, bulunduğu çukurdan ayrılıp o tarafa, telefona doğru gitti.

Siperler arasındaki karşılıklı ateş teatisi, patlama ve makineli tüfek tarakaları artarak devam ediyordu.

Miralay Reşat Bey kararlılıkla tekrar ayağa kalktı. Ancak bu kez kum torbalarının arkasında ve siperin içindeydi. Palabıyıkları, giderek solgunlaşan yüzünde iyice belirginleşerek ortaya çıkmıştı.

Ayaktaki bu görünüşüyle, tekrar heybetli bir hal almıştı. Yanında bırakılan karargâh zabiti, sevgili tümen kumandanının artık iyice kendine geldiğini sanmıştı. Reşat Bey, hemen oradaki bir evrakı aldı ve kararlı bir şekilde karargâh zabitine uzattı. “Bunu kurmay başkanına götürün” dedi. Zabit önce kuşkulandı, ama Reşat Bey’in ısrarlı bakışları karşısında selam verdi ve o çukurdan ayrılıp evrakı 20 adım mesafedeki yere götürmek üzere irtibat hendeğine girdi. Bir anda da gözden kayboldu.

Etrafta kimse kalmamıştı, yalnızdı Reşat Bey. Bir türlü ulaşamadığı Çiğiltepe istikametine doğru göz ucuyla şöyle bir baktı ve “İşte bak seni alamadım” diyerek hırsla söylendi. Gözlerini kısmıştı. Ter içindeydi. Kalp atışının aşırı hızlandığını hissediyordu. Kalbi göğsünden çıkıp dışarı fırlayacak gibiydi. Mermi seslerini bile bastıracak kadar yüksek sesle güm güm diye atmaya başlamıştı.

Oradaki sehpa üzerinden bir küçük kâğıt parçasını aldı ve titreyen eliyle üzerine aceleyle, “Muvaffakiyetsizlik beni hayatımdan bizar etti” yazdı. Katlayıp üst cebine koydu. “Acaba suçlu muyum?” diyerek hâlâ kendini yemeye devam ediyordu. Sahra telefonunun hemen yanındaki toprak sete doğru sendeleyerek ilerledi ve külçe gibi yere oturdu. Kendisini 100 yaşında gibi ihtiyar ve çok yorgun hissediyordu. Boynu âdeta omuzlarının arasına çökmüş, kamburu iyice çıkmıştı. Yanık cildine rağmen yanakları biraz kırmızılaşmıştı. Dalgınlaşmıştı...

Yakınlara düşüp toprağı havaya fışkırtan topçu mermi infilaklarını görüyor, ama toprak çukurun içinde hiçbir sesi duymuyordu. Artık bu ortamla işini bitirmişti. Ağzı çok kurumuştu. Sadece kalp atışlarının yüksek tempolu vuruşlarını duyuyordu. Hayatın anlamsızlığını düşündü, “Peki ne yaptım ben bugüne dek ne kadar işe yaradım?” diye aklından geçirdi. Zihni durmuştu. Kaşları, palabıyıkları, hata dudaklarının uçları hep aşağıya düşüvermişti. Suratındaki bedbaht çizgiler aşırı derinleşmişti. Görüşü çok puslanmıştı.

Yine de sakin ve kararlı bir şekilde Revolver’ini deri kılıfından çıkardı, horozunu geri aldı. Sağ şakağına dayadı, tetiği istinada getirdi ve bir süre öylece bekledi. Sonra af diler gibi güneşli ve masmavi gökyüzüne son kez baktı. İçinden son duasını etti; gözlerini kapadı. Ve “27 yıllık vatan savunmasını ve 43 yıllık çetin geçen çok şerefli bir hayatı” bir anda bitirecek şekilde, hiç tereddütsüz tetiği çekiverdi...

Olaydan hemen sonra orada bağıra çağıra bir koşuşturma başladı, siperin içinden feryatlar yükseldi. Karargâhta çok büyük bir şok ve acı yaşanıyordu. Bu sonu hiç kimse tahmin edememişti.

Sonra bir süre şaşkınlık oldu. Emir komutayı kurmay başkanının haber vermesi üzerine o saatlerde topçuların yanına gitmiş bulunan Tugay Kumandanı Kaymakam İbrahim Hakkı Bey koşup karargâha gelerek yarı şokta devraldı.

Korkunç haber kısa bir süre askerlerden gizlendi ve taarruza aynı şiddette devam edildi.

Saat 17.30’da Çiğiltepe ve üzerindeki siperler, inatçı ve dünden beri takviyeler almış kuvvetli Yunan direnmesine rağmen, 57. Tümen tarafından çok şiddetli son bir taarruzla en sonunda ele geçirildi. Sanki Reşat Bey’in hayata gözlerini yumması, şanssızlıkların bitmesi için kâfi sebepti. Zira topçu mermileri bile henüz gelmişti...

Onu, canı kadar çok seven zabitleri ve Mehmetçikleri, olayı duyar duymaz na’şını büyük bir saygıyla en zirveye kadar hızla omuzlarında taşıdılar. Hepsi, tek bir sözüne canlarını vermeye hazır oldukları, asil kumandanlarına gözyaşı döküyordu.

Zirveden aşağı bakınca bir anda, uzaklarda tepsi gibi dümdüz gözüken, hâlâ ara sıra patlama sesleri duyulan yer yer dumanların yükseldiği Sincanlı Ovası’nı gördüler. Silah arkadaşları, hayattayken ne yazık ki bir türlü ulaşamadığı, bu serin rüzgârlar esen ve sonradan adını alacağı tam zirve noktasına, onu sanki ovayı görecekmiş gibi itinayla yan yatırarak yerleştirdiler.

Orada bulunan bütün zabitleri onun naaşı önünde, “düşmanı yakında denize dökeceklerine ant içerek” Reşat Bey’in derin şarapnel yara izli pak alnını eğilip saygıyla öptüler.

Palabıyıklarıyla meşhur, o heybetli çehresi, biraz da olsa rahatlamış gibiydi. Ela gözlerini, hedefi gösterir gibi aşağıdaki ovaya dikmişti.

Yaveri Selim oğlu Mülazım Refik Efendi başının ucunda “Ah be Kumandanım, nasıl da kıydın kendine? Canına hiç değer miydi? Çok yazık oldu, çok! Bak geceye bile kalmadan zaten alıverecektik şu melun tepeyi... Keşke şu anı birlikte yaşayıp kutlayabilseydik ya” diye hıçkıra hıçkıra dövünüyordu. Bir yandan da “Acaba mâni olabilir miydim?” sorusu içini kemiriyor, gözyaşlarını bir türlü tutamıyordu...

Yukarıdan bakınca aşağıda ve uzaklarda görünen Sincanlı Ovası insanda sanki “Birkaç adım atsan ulaşabilirsin” hissi yaratıyordu. Yani büyük zafere artık o kadar çok yaklaşmış durumdaydılar.

Reşat Bey o muhteşem manzarayı hayattayken ne yazık ki görememişti. Ama askerlerinin hepsi bu duygu içindeydi. Reşat Bey’e saatlerce kök söktüren Yunanlılar ise ateş etmeyi de bırakmış, kurtulabilenler can havliyle ovaya doğru kaçmaya çalışıyorlardı.

Silah arkadaşları, itinayla yan yatırdıkları zirvede onu sert esen rüzgâra bırakıp zafere hiç sevinememiş bir halde hıçkırıklarla ağlıyorlardı... (1)

Hem resmi kaynaklardan hem ailesinden hem de görgü tanıklarının aktardıklarından, işte Büyük Taarruz’ un 26 ve 27 Ağustos 1922 günlerinde böyle olmuştu. Ama keşke o trajik olay hiç olmasaydı ve Reşat Bey aksine yaşasaydı da Atatürk’ün o çetin süreç içinde Cumhuriyet devrimlerini yaparken de aynı sadakati ve desteğiyle onun tekrar yanında yer alsaydı diye düşündüğüm de çok olur o muhteşem piyade zabitinin…

Bizlere düşen ise o günleri hak etmektir…

“Başta Mustafa Kemal Atatürk ve Silah Arkadaşları olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran aziz gaziler ve şehitler, bugünümüze can ve kanlarıyla katkıda bulunanlar!

Rahat ve huzur içerisinde uyuyun. Zira alternatif tarih yaratmaya çalışanlar, gerçek milli tarihimizi bütün maddi manevi gayretleriyle unutturmak için ne kadar fazla çaba gösterirlerse göstersinler, sizleri unutmayanlar hâlâ o kadar çok ki...”

Dr. Cihangir Akşit

İstanbul, 2018

Not: Bu 4 bölümlük Tarihi Araştırma Dizisi, Cihangir Akşit’in “Çiğiltepe” adlı biyografik romanından alınmış özettir. Doğan Kitap, 2009.

1) Miralay Reşat Bey’in vefatından sonra üzerinden, 27 yılın karşılığı olarak sadece biraz şahsi malzeme ve eşyalarının da satışından sonra bununla cenaze masrafları ödenmiş ve o zamanki düşük zabit maaşıyla birkaç maaş tutarında cüz’i miktarda nakit para çıkmıştır (MSB’deki şahsi dosyasında bulunan 11. 12. 1338 tarih ve Şube 4, 2532 sayılı 57.Tümen kumandanı imzalı, MSB Genel Evrak, 60/10525 numaralı evrak)