Deprem riski ve kentsel dönüşüm acıları

Dünyamızda 2021 yılının bugüne kadar olan en fazla can alan deprem felaketi, geçtiğimiz 14 Ağustos’ta, Haiti, Nippes’ te oldu ve 7.2 şiddetindeydi. Toplam...

Dünyamızda 2021 yılının bugüne kadar olan en fazla can alan deprem felaketi, geçtiğimiz 14 Ağustos’ta, Haiti, Nippes’ te oldu ve 7.2 şiddetindeydi. Toplam 2248 insan yaşamını kaybetti. Hasar da büyüktü. Yılın en şiddetli ve can kayıplı depremi buydu. Henüz yılın kalan süresinde ne olur bilemiyoruz ama gelecekteki olası can kayıpları hepimiz iyi biliyoruz ki maazallah olur ise ülkemizde tablo pek iyi olmayacak. “Alınması gereken gerçekçi ve hakça deprem önlemleri” ise yıllardır ancak depremler kendi insanımızın canını alınca gündeme geliyor. Bu tür coğrafyalarda malum, genelde aynı tepkiler verilir. Mesela hemen o berbat günün akşamı ekranlar bazı bildik uzmanlarla dolar; sonra aynı konuşmalar, suçlamalar, kahraman yaratmalar, heyecanlı bekleyişler …

Halk olarak ülkemizde sürekli bu resmi görmeye alışmış ya da alıştırılmışızdır… Sonra malum kampanyalar, İBAN’lar vs…

Biz bugün; “Suriye/ İdlip patlamak üzere bir bombayı” andırıyor olsa da ve de söz konusu deprem acıları haberleri henüz şu sıralar sadece çok uzaklardan gelse de bunları yaşayan bir sivil aydın sorumluluğuyla, konuya öncelik verip ülkemizin bu konuda olası depremlere karşı alınması gereken asli önlemlerle ilgili özellikle de onun itici gücü olarak düşünülen “kentsel dönüşümün” son aşamasını” açık kalplilikle sorgulayarak durumu ortaya koymaya çalışalım, dedik. Daha önce de yazdık bazı hususları (24 Ağustos 2020, Godot'yu beklerken kentsel dönüşüm, güçlendirme, yıkıp yeniden yapmak) … Ama pek değişiklik olmadı…

Önce hatırlayalım…

“Kentsel Dönüşüm”; bir büyük deprem olarak 22 yıl önce yaşadığımız 17 Aralık Gölcük-İstanbul Depremi felaketinin ardından süreç içinde büyük bir istek ve hevesle, yasası çıkartılıp bir mega iktidar projesi olarak başlatılmıştı.

O ilk yıllarda özellikle de rant getiren İstanbul’un Anadolu yakası tarafında “denize sahil/yakın olan varlıklı semtlerde” iş bilir vatandaşlar ve de bir kısım müteahhitler çok iyi çıkarlar-avantajlar sağladı, hatta varlıklı semtlerde binaların önemli bir bölümü yıkılıp yenilendi. Ama bu semtlerde çok büyük rant sağlayan o aynı Kentsel Dönüşüm, süreç içinde çok istisnai projeler hariç “yoksul semtlere” az sayıda istisnalar hariç neredeyse hiç uğramadı, bugün inatla hala da uğramıyor…

Varlıklı semt caddelerinde yıkımları bol toz toprak içinde bir “Sarı kamyonlar devri” hatta terörü yaşandı ve bu süreç çoğunlukla geçti. Aslında bütün bu olup bitenler bizce, insanların son yastık altlarını ortaya çıkartarak ekonomileri harekete geçirmeye çabalayan neo-liberal ekonomik yaklaşımın sonucuydu ki bu burada bu derin konuya pek giremeyeceğiz …

Ülkemizdeki yoksul semtleri, yaşayan gezen ve görenler bilir, bunlar genelde seçim zamanları sürekli çıkarılan imar aflarından yararlanan eğri büğrü üst üste yığılmış, yukarıya uzun paslı demirlerle uzanan, 4-5 katlı çelimsiz binalarla dolu yerlerdir. Mesela Kadıköy’ün göbeğinde bile rastlayabilirsiniz bunlara…

Varsa yoksa sadece zengin ya da rant getiren yerler ülkede özellikle de “sahil kesimleri” asıl Kentsel Dönüşüm alanlarımızdır … Bu ülkeye mesela dışardan bir yabancı gelse, bu konudaki olup bitenlere baksa ve genel durumu, yapılmış inşaatları biraz dikkatli gözlemlese, “İstanbul’da sadece Fenerbahçe ve Caddebostan vb. sahil kesimlerinde deprem tehlikesi var” sanır...

O ilk zamanlarda; kısıtlı sayıdaki bu tür varlıklı semtlerdeki bazı şanslı ve veya erken davranan bir kısım yurttaşlar, bir anda iktidar tarafından ilan edilen “çok kat çıkma izinlerini” avantaj olarak görüp, işin sonundaki yüksek rantı da hissedince, her taraftan “o taşı toprağı altın İstanbul’a” koşup gelen çoğu “taşeronluk sistemine yaslanan”, kendisi yetkin olmasa da daire sahiplerine çok avantajlar sağlayan o kurnaz göçmen müteahhitlere hiç para dahi vermeden, (bazen evleri birazcık küçülse de) sadece birkaç kat karşılığında binalarını komple yenilemeyi başardılar …

Ekonomi o ilk zamanlar dönemsel olarak daha güçlü, inşaat maliyetleri de bugünlerle kıyaslanamayacak kadar iyiydi. İnsanlar “bütün kat malikleri eşit olarak önemli maddi avantajlar yakaladığı için” genelde kolayca bir araya gelip anlaşabiliyor ve de istisnaları hariç Kentsel Dönüşüm’ ün meyvelerine oldukça hızlı uzlaşabiliyorlardı. Mesela Göztepe’de, Moda’da, Fener Yolu’nda, Fenerbahçe’de, Caddebostan’da, Suadiye’de yani varlıklı semtlerde neredeyse bütün sokaklar, apartmanlar Kentsel Dönüşüm örnekleriyle doluydu. Hatta bazı binalar en iyi yabancı markalı mutfaklar da dahil iç dekorasyonları ile hem pırıl pırıl yenileniyor hem de kat malikleri bunun üzerine, müteahhitlerden ilave para bile alabiliyorlardı. Keyifler karşılıklı olarak çok iyiydi.

Bağdat Caddesi ve özellikle de bağlı sokakları o umarsız kocaman “sarı kamyonlardan” geçilmiyordu. Buraları neredeyse her taraf, vinçler greyderler iş makinaları ile karıncalar gibi yoğun faaliyet halindeydi. Her köşede bir yeni inşaat vardı; iş bitiriciler birini yıkıp diğerini hızla yapıyorlardı.

Bankalar, ülke siyasal yönetiminin büyük teşvikleriyle bu işlere niyetlenenlere bol bol uzun vadeli ucuz kentsel dönüşüm kredileri bile dağıtıyorlardı… İş bitirici müteahhitler yıkacakları binalardaki daire sahiplerine en güzel semtlerde kaliteli kiralık daireler tutuyor, bazıları bu insanların taşınmalarını bile üstleniyorlardı. Zaten yasa teknik anlamda öyle bir şekilde çıkmıştı ki 1999 İstanbul depreminden önce yapılan neredeyse hiçbir binanın sağlam çıkması mümkün değildi (Mesela nervürlü demir ile inşa zorunluluğu). Her kim ki karar versin, binalar çürük sağlam hızla yıkılıyordu. Kentsel dönüşüm, kısa sürede acımasız bir rantsal dönüşüme de dönüvermişti artık. Ekonominin aslen inşaat sektörüne dayanmaya başladığı da iyice ortaya çıkmaya başlamıştı.

“Deprem korkusu” da kuşkusuz önemli ve haklı bir etkendi söz konusu bu varlıklı semtlerde. Bunu kabul etmek gerekir. İnsanların önemli bir bölümü o karambol dönemde, evlerini böylece yıktırıp 1-2 yıl içinde yenisini yaptırmaktan epeyce memnun olmuşlardı. Sorun yoktu.

Ama güzelim meyve ağaçlarıyla kaplı, o dört katlı mis gibi kokan güllü çiçekli bahçeli apartmanlarla dolu mesela cennet gibi özgün “Fenerbahçe” sokakları, sadece beş-altı sene içerisinde, Kentsel Dönüşüm süreci sonucu binlerce sevimsiz “on dört-on beş katlı beton yığınlarına” döndü. Artık ara sokaklardan neredeyse rüzgâr geçmiyor, güneş değmiyor. Üstelik artan nüfusa karşın yeterli park yeri de yok. Bazı saatlerde trafik akışı feci…

Ne dersek diyelim aslında o Neo-liberal fırtına Türkiye’nin varlıklı semtlerinde yapacağını yapmıştı. Denize sadece yüz metre uzaklıktaki o güzelim dört katlı evlere, kurnaz ve acımasız imar planı değişiklikleriyle “14-15 kat izni” veren belediyeler/ devlet kurumları ortaya çıkmıştı.

İktidarın silahı, “Yok kanun, yap kanun” sistemi geçerliydi artık… İşin akışında yasalar nerede duruyorsa, oraya hemen yama gibi ilave yasal değişiklikler yapılıyordu.

Ancak bunca devlet teşvikine karşın, sonra bu varlıklı semtlerdeki kentsel dönüşüm faaliyetleri, özellikle de şu son üç-beş senedir, ülke ekonomisinin giderek ters yüz olmasıyla birlikte tek tük yıkımlar sürse de kurulan o kurnaz sistem tıkanmaya başladı. Zira inşaat fiyatları ve maliyetler çok arttı, hayat pahalılığı geçen süreç içinde giderek kötüye gitti. İnsanların ceplerindeki ve yastık altındaki son paraları, bazı “paradan para kazanan” küçük azınlık hariç, hayat gaileleriyle hızla erimeye başladı.

“Biraz varlıklı” dediğimiz insanlar bile bir anda “orta sınıfa ya da onun dahi bir altına” dönüşmeye, yoksullaşmaya başladılar. Sermaye el değiştiriyordu aslında. Herkesin gözlerinin önünde oldu bütün bunlar. Son on senede döviz aralıksız iki-üç kat yukarıya doğru zıplamaya devam etti. Ama iktidar tarafından “kentsel dönüşüm” için inşaat sektörü faaliyetlerine ısrarla çaba sarf ediliyordu. Hala da bir yerlerden ele biraz para geçse, bu konuda siyaseten ısrarlı olunduğu açıkça görülüyor.

Böylelikle, varlıklı semtlerde bile “kentsel dönüşüm iştahı” ekonomideki söz konusu daralmaya paralel olarak giderek yavaşlamaya başladı. Ve en sonunda da özellikle de şu son iki-üç senedir, müteahhitlerin önemli bölümü hızla başladıkları inşaatları yarım bırakıp kaçmaya dahi başladılar. Bazıları da inşaat maliyetleri acımasızca arttıkça kentsel dönüşüm projeleri için sadece kat karşılığı değil, daire sahiplerinden (kat maliklerinden) üstüne ilave para da istemeye başladılar. Sistem tamamen değişmişti artık.

Müteahhitlerin bazıları yapmış oldukları ilk sözleşmelerden vaz geçip inşaatların ortasında kaçmak tehdidiyle vs. taviz isteme yolunu da seçtiler. Bu sarmala düşen çoğu zavallı orta gelir tabakasındaki insanların yastık altlarında bu yüzden bir şeyleri kalmadı, birçoğu konutlarını yok yere kaptırmamak için banka kredilerine hücum ederek aşırı borçlanmak zorunda kaldılar. Bazıları da bu ani değişen ekonomik koşullara uyamayarak acımasız kapitalizmin girdabında, çare bulamayarak baba yadigarı evlerini neredeyse bedavaya satmak zorunda kalmaya başladılar, üstelik bu acımasız işi en sonunda yeni yasa gereği TOKİ yapıyordu.

Siyasal İktidar Kentsel Dönüşüm ile ilgili mevzuatta inşaatlar nerde hangi maddelere dayanarak duruyorsa, bunlar çoğunlukla müteahhitlerin lehine kurnazca değiştirmeye gidiliyordu. Özellikle de 2019 yılından itibaren yapılan belki de mülkiyet hakkı konusunda Anayasa’ya ters ya da Medeni Kanun hilafına olabilecek (bizce uzmanlarca incelenmelidir) mevzuat değişiklikleriyle, bir anda apartmanda “azınlığa düşen daire sahiplerini” tümüyle çaresiz bıraktı.

Mesela şunu söyleyebiliriz: “Eskiden daire sahipleri en azından müteahhit seçiminde tek başına kalsalar bile direnebiliyorlardı”. Bu madde de sessiz sedasız bir gecede değişti; bir kentsel dönüşüm kararında 2/3 çoğunluğu teşkil eden taraf artık inanılmaz güç elde etti. Bu çoğunluk hele tanıdığı müteahhitlerle de iş birliği yaparsa, artık azınlığın (1/3’ün altı) “Vay haline!” … Zira çoğunluk artık kendi şahsi avantajlarına göre mesela kendi müteahhitlerini getirip “yıkımı” herkese dayatabiliyorlar. Eskiden olduğu gibi, artık oy birliğiyle demokratik bir uzlaşmaya gerek kalmıyor, kim güçlüyse onun dediği oluyor… Burada lütfen dikkat; varlıklı ve veya rant sağlayan semtlerdeki kentsel dönüşümden bahsediyoruz.

Aslında bu yaşadığımız yıllarda sadece güzel semtler değil her şey değişti bugün artık, komşuluk bile! Mesela “Biti kanlı” bir daire sahibi, tanıdığı bir müteahhitle anlaşıp, geriye kalan tüm diğer daire sahiplerini tek başına bile olsa “Göreceksiniz, bu binadan karot aldırıp yıktıracağım burayı! 1999 öncesi hiçbir bina sağlam çıkmıyor ki! Asla kurtulamazsınız!” diyerek tehdit edebiliyor. Kırk yıllık konu komşular adeta aralarında kanlı bıçaklı hale geldiler. İnanmayan dolaşsın, soruştursun ve gerçeği görsün. Geleneksel o güzelim komşuluklar yalap şap hazırlıklarla çıkarılan kentsel dönüşüm mevzuatıyla çoktan bitti. Eğer bir yerde rant kokusu alınmışsa kırk yıllık komşusunun “param yok” feryadını dinleyen birileri yok artık. Zira tuzu kuru olanlar bu maddi gücü olamayan zor durumdaki insanlara karşı hemen birleşip “Sat ve git o zaman aramızdan! Yoksa biz zorla sattırırız!” dahi diyebiliyorlar.

Bu son ilgili yasa ve yönetmelik vb. maddeleriyle son değişikliklerle artık “Kat maliki sayısı” üzerinden değil de “Arsa Payları” üzerinden çoğunluk yaratılıyor. Bunlar sayıca az olmalarına rağmen arsa payı üzerinden çoğunluk sağlayıp bazen uzlaşmaya gitmeye bile gerek görmeden yıkıp yeniden yapmaya yönelebiliyorlar. “Binaların altında mı kalalım yani?” kelimelerini de kullanıp bina sağlam olsun ya da çürük olsun binanızı yıktırabiliyorlar. Üstelik bazıları utanmazca dostluk kurdukları “işbirlikçi müteahhitlerle” gizliden anlaşıp kurnaz şahsi pazarlıklara bile girişebiliyorlar. Sizin ruhunuz bile duymayabiliyor bu rezaletleri. Zaten çoğu yaşlı olan mücadele etme şansı pek bulunmayan insanların mallarına mülklerine belki de paralarına dahi el konulabiliyor. İlçe belediyeleri ve inşaatlarla ilgili mazlum duruma düşenlere yardım etmiyor-edemiyor. Hatta ihbarlar alıp binaya geliyor, yasaları gösterip “ne yapalım yani, düzen böyle!” deyip, yıkımı hızlandırmak için suyunuzu gazınızı, elektriğinizi vs. bir anda kesiyorlar ve sonunda da bağırsanız da çağırsanız da binanız tümüyle yıkılıyor.

Komşulara “Yahu Allah aşkına durun, yapmayın etmeyin, aceleye getirmeyin, bak pandemi var, ekonomik durum epeyce kritik, bankalar sonra kredi veremeyebilir, müteahhitler durmak bilmeyen inşaat maliyetleri nedeniyle arada ilave paralar ister, bunlar işin ortasında kaçıp gidebilirler, eğer farkı ödeyemezseniz dairenizi elinizden zorla bile alabilirler, zira değişen mevzuat nedeniyle artık dışarıdan bile gelip bu mülkiyet hakkınızı alabiliyorlar elinizden” vs. diye istediğiniz kadar yalvarmış olun, binanız yıkılıyor...

Evet, vurguladığımız gibi bu işin omurgasını teşkil eden “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi” hakkındaki 6306 sayılı ilgili yasal mevzuat (yasa ve yönetmelik vs.) bile o kadar sık değişmekte ki, ortalama insan tarafından artık takip edilemez oldu. Her yapılan değişiklik, aslında “deprem olursa ne yaparız” maskesiyle hareket eden hayatta kalabilmeye çalışan iyice zıvanadan çıkmış müteahhitler, zar zor ev sahibi olmuş, ya da baba yadigarı evine sığınmış oturan, daralmış durumdaki biçare vatandaşları bizce zor durumlara düşürüyor. Kuşkusuz bunun istisnası olan onurlu müteahhitler de vardır. Onları hariç tutarız. Ama ilginçtir, sade vatandaşı koruyan maddelerin bulunduğu önceki yasalara sığınıp direnebilenlerin direnç noktaları (o ilgili maddeler) belli ki önce kentsel dönüşümle ilgili Belediyelerdeki-Bakanlıktaki birileri tarafından iş birliği içinde saptanıyor, hemen bir KHK ile veya ilgili yönetmelik değişikliğiyle hızla değiştiriliyor. Şipşak iş…

Tüm belediyelerin inşaatlarla ilgili bölümleri bizce bu yüzden çok dikkatli özel bir incelemeye tabi tutulmalı. Hele bazı belediyelerin kamu malı olan butik arazileri oradaki apartman maliklerine devredip bunun karşılığında “daire almak” gibi “akçeli işlere karışmaları”, bizce çok tartışmalı bir alandır. “Bunları kamu yararı için yapıyoruz, satıp kamu yararına güzel tesisler vs. yapacağız!” gibi geçersiz bahaneler bizce bu çağda ve sosyal devlet kapsamında geçerli olmamalıdır. Hem oradaki mülk sahiplerine/ şahıslara özel maddi avantaj sağlayan o butik kamu arazileri küçük olsa bile bize göre “beton yığını 15 katlı gökdelen” değil kamuya ait “yeşil alan” yapılmalıdır. “Belediyede para yok, dolayısıyla başka çaremiz yok!” bahanesiyle halkın yeşil alanlarını bu şekilde mevzuata da uydurup adeta gasp etmek ve gökdeleni bol betona dönüştürmek en azından demokratlığa uymaz! Bu konuda artık son zamanlarda etrafta o kadar çok sıkıntı olmaya başladı ki bir anda “Kentsel Dönüşüm Mağduru” tabiri dahi ortaya çıktı.

Ayrıca, Kentsel Dönüşüm yapılacak bina çevresinde hemen huzur da kaçıyor. Zira yıkım kararı alınırken-alınınca ilk önce hemen “aksilik olmasın, vaz geçilmesin” diye müteahhitler ya da yıkımın başat apartman malikleri daha belediyenin resmi yıkım ruhsatı vermesinden önce hukuksuz bir şekilde taşeronları binaya davet edip, önce dışarıdan görülmesin diye inşaatın etrafını hızla tahta vs. perde ile kapatabiliyor. Mahalle sakinleri ise gelişmelerden şaşkın … Emniyet önlemi yok, çoğu gariban görünümlü ellerinde kazma kürek balyoz olan işçilerin başlarında kask dahi yok. Sonra bir anda binada her tarafta cam çerçeve kırılıyor, kalorifer petekleri, demir borular vs. her şeyi vura kıra gümbürtülerle sökülüp 4-5 inci kattan aşağıya atılıyor, ardından da kamyonlarla gelip bunları alıp götürüyorlar. Tek bir bilgi levhası dahi yok inşaatta, muhatap da. Şikayetler için ise sadece göstermelik bir iki tedbir, o kadar…

Yıkım sistemi tüm gürültüsüyle her gün saat 07.00 de bağıra çağıra başlıyor ve 19.00’a kadar neredeyse 12 saat sürebiliyor. Oysa bildiğimiz insani çalışma süresinin 8 saat olması gerekmiyor mu? Yani buralarda “Bizim vardiyamız var” kurnazlıkları sergileniyor …

Varlıklı semtlerde Kentsel Dönüşüm durumları böyle sıkıntılı iken; açık kalplilikle söyleyelim iyi kötü bu imkanlara, o asıl ihtiyacı olan sıkış tıkış yaşanan ve oy deposu olarak görülen “yoksul bölgelerde” bir türlü ulaşılamıyor. Çok yazık. Bu felaket ani vurduğunda kimselerin ağlamaya hakkı da yok bize göre…

İşte insanların feryatlarının yükseldiği, ama maazallah eğer şiddetli bir deprem olursa durumuna karşı yaşamsal önemi olan bu halk sorunu sahipsiz alanları, bir iki istisnasının haricinde doğru dürüst araştıran haber yapan bir haberci-gazeteci-radyocu-televizyoncuyu da göremiyoruz şu sıralar…

Oysa bu çoğu perişan haldeki bazıları gecekondu türü, bazıları da 3-4 katlı ancak üzerinde her daim ve fırsatında yeni katlar çıkmaya hazır bekletilen o “demir filizleri” yukarılara doğru uzayıp giden, kırmızı tuğlalı sıvasız birbirine dayanan eğri büğrü cılız katlar, yapılar, bırakın 7,5 şiddetinde depremleri, sert rüzgâr esse iskambil evler misali maazallah peş peşe yıkılmaya namzet, hazır bekliyorlar. Halkın önemli bir bölümü adeta bu kötü gidişata alışmış, alıştırılmış hep birlikte yemek programları uçuk kaçık yaz aşkı dizileri izliyorlar yani “Kentsel dönüşüm zengin semtler için vardır, parası pulu rantı olmayan mesela İstanbul’un çoğunluğunun yaşadığı o yoksul semtlerde banliyölerde köylerde kentsel dönüşüm olamaz ki!” düşüncesine adeta ve çoktan teslim olmuşlar. Şehrin ortasında her taraftaki o göstermelik yepyeni “deprem toplanma bölgeleri levhaları” ile avunup duruyorlar…

Yani diyoruz ki; varsa yoksa mesela Caddebostan’da, Fenerbahçe’de, İstanbul’un Anadolu yakasının rant olasılığı bulunan varlıklı sahil kesimlerinde acımasız tuhaf bir “Kentsel Dönüşüm yıkım-yenileme süreci” her türlü güçlüklere karşın hızı düşse de zorla sürdürülmeye çalışılıyor.

Üstelik, binaları “yıkıp yeniden yapmak” yerine bir farklı çözüm olan “Güçlendirme” konusunu ise ne devlet ne de müteahhitler artık neredeyse hiç önermiyor, ama devlet binalarına gelince, bunların güçlendirmeleri için nedense en ufak bir sorun yok… Mevcut destek ve mevzuat da daha ziyade “yıkıp yeniden yapmanın” önünü açıyor. “Güçlendirme” yapacaksanız eğer, banka kredileri de ancak inşaat en son aşamaya geldiği zaman o da yalvara yakara destek veriliyor. Eğer ilave kat müsaadesi olmayan mesela tam kıyılarda ya da Bağdat Caddesinde ise binanız, yıkıp yeniden yaptırılması ise kesenizden. O nedenle dikkat edin, sanki oralarda oturanların canı kıymetli değilmiş gibi onlara tıpkı yoksul semtlerdeki gibi “Kentsel Dönüşüm” zorlaması hiç yok. Onlar da kuzu kuzu kaderlerini bekliyorlar. Ama yukarıda da devamlı vurguladığımız üzere, eğer ilave kat izni verilen bir yerdeyseniz veya varlıklı semtlerde iseniz, orada bir rant kokusu varsa artık kurtuluşunuz adeta yok. Peş peşe akıp giden bir mevzuat sarmalına giriveriyorsunuz.

Aslında bu “kat çıkma izni” işi bazı kurumlar arası tam bir iş birliği ya da rant pazarlığı rezaleti. Mesela sadece 25 metre karşınızdaki 4 katlı apartmanın bir anda 15 kat çıkma izni oluveriyor ve evini bedavaya yeniliyor; sizinkinin ise sadece dört kat çıkma izni var ve riskli durumu aynen böyle devam ediyor. Oysa ikiniz de denize aynı mesafedesiniz. Bu tür adaletsizlikler ayrı bir inceleme konusu bize göre. Ayrıca defalarca yapılan imar aflarıyla birçok kaçak kat yıkımdan kurtuldu. Ama uzmanlar şiddetli depremlerde en çok bu katların zarar göreceğini söylemeye başladılar. Üniversiteler neden bu tür yaşamsal konuları yeterince incelemez, niçin tezler yazılmaz ve de bunlar kamuoyuyla yeterince paylaşılmaz?

İşte ne yazık ki ülke yönetimince o büyük umutlarla başlanan “Kentsel Dönüşüm” ün en son hali bize göre budur … Biz burada asla Kentsel Dönüşüm’ ü reddetmiyoruz. Ama bunca yazdıktan sonra, Kentsel Dönüşüm ’ün neredeyse hiç uğramadığı o “yoksulu bol riskli banliyölere, illere, ilçelere, semtlere, sokaklara, binalara” vb. maazallah eğer çok şiddetli bir deprem vurur ise, çoluk çocuk hakikaten bu sefer “bu insanlara çok yazık olmayacak mı”, diye soruyoruz. İster varlıklı olsun ister yoksul bu umutsuz, suskun ve biçare halkın, her deprem sonrası duyulan, iyice açığa çıkan endişelerini ve çaresizliğini, yaşanan adaletsizlikleri acaba derhal görmek gerekmez mi?

Giderek yaklaşan bu potansiyel ve olası “çok büyük mega deprem” tehdidinden dolayı o büyük acıları kimler çekecek, kimler bedel ödeyecek? Ülke olarak gereken bütçeyi ayırıp oralarda acilen bize düşeni mi yapalım, yoksa bu çok öncelikli yaşamsal sorunu yine kadere mi bırakalım? Sizce?