İdlip’in Geleceği ve Moskova Ateşkes Sonrası bir 'Beyin Fırtınası'

“16 Şubat” tarihli yazımızda (İdlip Çıkmazı ve 'Milli Farkındalık') gidişatın şiddetli bir çatışmaya dönüşebileceğini, “perşembenin gelişinin çarşambadan...

“16 Şubat” tarihli yazımızda (İdlip Çıkmazı ve 'Milli Farkındalık') gidişatın şiddetli bir çatışmaya dönüşebileceğini, “perşembenin gelişinin çarşambadan belli olmaya başladığını”, yaklaşan tehlikenin ve gerginliğin İdlip kırsalında eskiye kıyasen iyice birikmeye başladığını görünce, endişemiz de kaçınılmaz olarak büyüdü.

“4 Mart” tarihinde editöre gönderdiğimiz ikinci İdlip yazımız ise (Bir Ulusal Güvenlik Analizi: "İdlip Nereye-Önce Ateşkes) artık Suriye ve veya Rusya ile kesin bir sıcak çatışmaya doğru gidildiğini “Nereye böyle?” diyerek adeta haykırmıştık.

Bu konudaki söz konusu ilk iki yazımımız 6 Mart gece yarısı başlayan “ateşkes anlaşması öncesi” kaleme alınmış yazılardı. Bu yazımız ise, İdlip ile ilgili üçüncü ve bir “ateşkes sonrası” yazısı oluyor. Amacımız, “beyin fırtınası” yaparak ülkemizdeki tartışmalara, yazına çoğu tam teyit edilmemiş bilgilerle de olsa biraz olsun “yaratıcı katkı sağlamak”.

Yorum yapabilmek için bugün itibarıyla İdlip’de gelinen son aşamadan başlayalım…

Halen ateşkes anlaşması sürüyor. Sputnik 13 Mart itibarıyla İdlib’de yeni oluşturulan Gerilimi Azaltma Bölgesinde, Türkiye kontrolündeki “yasadışı silahlı oluşumların” ateşkese uymaya devam ettiğini; ancak Nusracıların (HTŞ) ve Türkistan İslam Partisi örgütlerinin son 24 saatte İdlip geneli dahil altı adet saldırı yaptıklarını resmi kaynaklarına dayandırarak yazdı. Bu haber ilk bakışta söyleyelim ki “Türkiye’nin İdlip’deki yasa dışı bazı silahlı örgütleri kontrol ettiğini” artık kamuoyuna daha net olarak ilan etmiş oluyor. Muhtemelen Türkiye’nin, kontrol ettiği açıklanan söz konusu örgüt ÖSO olmalı (Türkiye’nin verdiği yeni ismiyle “Suriye Milli Ordusu”). Buradan Türkiye’ye bizce net mesaj var; “Desteklediğiniz ÖSO örgütü yasa dışıdır, bu ateşkese dahil değildir ve artık hedefimizdedir!”

Öncelikle 5 Mart günü şiddetli çatışmalar sürerken Türkiye olarak en üst düzey bir heyetle rica minnet Moskova’ya gidilmişti. Orada gördüğümüz muameleyi, karşılamayı, samimiyeti, dostluğun derecesini, havayı uzaklardan tam anlamak tabi ki imkansızdır. Bu durumları daha sonra nasılsa o günü yaşayanlar ileride yazacak ve anlatacaklardır. Çok da iç açıcı bir ortam olmadığını hissettik ekranlardan…

Ama sonuç itibarıyla yapılan iş yani o ateşkes anlaşması, konuya pragmatist bakarsak eğer, gayet normaldi ve iyi oldu; zira savaş çok ciddi olarak kapımızdaydı… Dolayısıyla o kritik durum geçici olsa da en azından “şimdilik kaydıyla önlenmişti”. Ancak daha uzun bir yol olduğu kanaatindeyiz. Ateşkese rağmen bizim gibi İdlip ile ilgili endişe duymaya devam edenler, bizce mevcut verilere bakıldığında bunda haklı görünüyor olabilirler. İşte sonraki satırlarda bunları ortaya koymaya çalışacağız.

Her şeyden önce, son “Ateşkes anlaşması” metnine bakınca 2017 Astana ve 2018 Soçi süreçlerinin “hatırda tutulması” vurgusu yapılsa da bunların artık yıprandığı, metne de adeta isteksizce eklendiği intibaı oluştu bizde. Hele bazı hükümlerinin ise zaten son bulduğu anlaşılıyor.

Öncelikle Soçi’ye kıyasen en büyük fark olarak Türkiye, Moskova’da imzalanan bu söz konusu ateşkes metninde Suriye Arap Cumhuriyeti’ni ve de ülkenin “bağımsızlığını, egemenliğini, birliğini ve toprak bütünlüğünü” artık ister istemez ve de resmi anlamda da tanımış olmaktadır. Zira iki Dışişleri Bakanı da (Çavuşoğlu ve Lavrov) bu ateşkes mutabakat metnini karşılıklı olarak ve resmen imzalamışlardır.

Metindeki dikkati çeken diğer bir önemli husus ise, söz konusu ateşkes mutabakat metninin, garantör sıfatıyla nedense sadece Türkiye ile Rusya arasında imzalanmış olmasıdır; Suriye Arap Cumhuriyeti, İran gibi sahadaki diğer önemli aktörler söz konusu metne imza atmamış durumdadırlar. Bizce, özellikle de “Suriye’nin eksikliği” düşünüldüğünde gelecek için huzursuz edici bir durumdur bu. Onları biz mi istemedik yoksa bunca olandan sonra onlar mı bizle masaya oturmak istemediler? Yoksa buna Rusya mı karar verdi? Bunu şimdilik bilemiyoruz.

Bu koşullar ortalama her insanın aklına ilk anda “süreç içinde Esad o halde bu metni dinlemeyebilir. Bir süre sonra, ya tekrar tahrikler sonucu şiddetli çatışmalar başlarsa ne olacak”, sorusunu getiriyor.

Anlaşma metnindeki bir diğer önemli konu ise Türkiye’nin kontrolündeki eski adıyla “İdlip Çatışmasızlık Bölgesi” olan ibarenin değiştirilip “İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi” diye yeni bir tanımın oluşturulmasıdır. Haritadan analiz ettiğimizde muhtemelen 45 x 70 km. ebadında, merkezde İdlip şehri, güneyde M4 (doğuda M5) yolu, kuzeyde Afrin güney sınırı, batıda Türkiye Hatay hududu ile sınırlanan öncekine kıyasen Türkiye için oldukça küçük bir sorumluluk bölgesi oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır. Bu küçülen yeni bölgenin sınırlarının net olarak bu metnin içeriğinde ortaya konmamış olması, bizce dikkat çekici olup, hele burasının Suriye Arap Cumhuriyetinin toprağı olduğuna özel vurgu yapılması ve de bu metnin Türkiye tarafından da onaylanmış olması sanki Türk Ordusunun oradaki varlığını iyice dayanaksız hale getiriyor gibi de algılanabilir. Bunun tesadüfi olmadığı söylenebilir.

Bir diğer cümlede ise; “Suriye ihtilafında ‘askeri çözümünün olamayacağının ve ihtilafın yalnızca Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde, BM.’in kolaylaştırıcılığında, BM. Güvenlik Konseyi'nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğinin”, net bir şekilde altı çizilmiştir. Bu açık ifadelerin amacı, eğer iyi okunursa, yanılmıyorsak, bizce orada an itibarıyla sadece ve sadece “askeri çözümün dibine kadar batmış” durumda bulunan Türkiye’ye belki de nazikçe İdlip’den artık “Güle Güle!” deniyor anlamına da gelebilir.

En kritik konulardan birisi olan “mülteciler meselesi” için ise ülkelerine geri dönüşleriyle ilgili metin içinde “Yerinden edilen kişilerin güvenli ve gönüllü olarak Suriye'deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin kolaylaştırılması” şeklinde bir cümlenin bulunması bizce yaşamsal önemdedir, genelde olumludur. Ama bunun da “nasılı” içerikte yoktur; muğlaktır ve hele “gönüllülük esası geri dönüşün” vurgulanması Türkiye’ye adeta bir uyarı niteliğindedir, huzursuz edicidir.

Başlangıçta yapılan hatalarla içeride neredeyse 4 milyon Suriyeliye ulaşan rakam için “Hadi size geçmiş olsun! Gelsinler de görelim” tehdidi anlamına da gelebilir. Zaten gördüğümüz kadarıyla Türkiye bu konuda somut bir şey yapmayarak iç kamuoyunun adeta bu duruma alıştırılmasına neden olmaktadır. Oysa bu insanların hiç değilse “eli silah tutanlarının” orada onların kendi vatanlarında süren yaşamsal mücadele içinde olmalarını, bizim memleket evlatlarının ise o bilmedik yerlerde kan ve can vermelerine kıyasen, daha tercih ederdik.

Anlaşmadaki bir diğer konu ise, ateşkes anlaşmasının ana metninde ve ek protokolde, M5 ana yolundan hiç bahsedilmiyor. Zira geçen hafta önceki yazımızda da vurguladığımız üzere, hem bu ana yolun hem de de iki anayolun birleştiği yerleşim merkezi olan Serakip’in kontrolü, zaten HTŞ ve ÖSO’nun yaptığı karşı taarruzlarla birkaç kez el değiştirmesine rağmen ateşkesten hemen önce tam da Esad’ın Ordusunun elinden çıkmak üzereyken, Rusya Askeri polisinin (MP) bir anda kasabaya girip bayrağını açmasıyla son anda tekrar Suriye Arap Ordusuna geçmişti.

Böylece o gün Esad’ın ya da onu destekleyen Rusya’nın “ateşkes için” masaya daha avantajlı olarak oturmasının sağlandığı görülüyor. Suriye ordusunun ateşkesten hemen önce ele geçirdiği “M5 anayolunda” Sputnik haberine göre dün itibarıyla tek başına Rusya motorlu devriyelere başlamış durumda…

Türk Ordusu’nun o ateşkes öncesi ansızın topçu ateşi açarak ve de İHA’larıyla Suriye birliklerini havadan vurması nedeniyle ileri harekâtı yavaşlayan Esad’ın Ordusunun dolayısıyla ele geçiremediği, doğudan batıya Lazkiye’ye doğru uzanan “M4 ana yolunda” ise, yeni anlaşma metnine göre, yolun etrafında 6 X 6 km.’lik genişliğinde şerit şeklinde uzunca bir “Güvenli Koridor” ilan edilmektedir. Bu ana yol güzergahında 15 marttan itibaren Türk-Rus ortak motorlu devriyesine başlanacağı da belirtilmektedir. Detayların tartışıldığı önceki günkü askeri heyetler arasındaki toplantıda uzlaşıldığı da MSB tarafından dün açıklanmıştır.

Son birkaç gündür de açık medyadan kuzeydeki Türkiye hududuna yakın diğer bazı emniyetli yollarda Türkiye-Rusya ortak motorlu devriyelerinin peş peşe dolaşmaya başladığı da görülmektedir. Eskiye kıyasen şimdilik müşterek bir kararlılık göze çarpmaktadır. Bunlar bizce olumlu gelişmelerdir.

Aynı anlaşma metninde “Terörizmin tüm tezahürleriyle mücadele ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların ortadan kaldırılması yönündeki kararlılıklarını yinelerken” ifadesi de yer almaktadır. Söz konusu bu paragraf, okuyanda; İdlip’de sayıları 20-30 bini bulduğu iddia edilen HTŞ ve bununla hareket eden benzeri terör örgütlerinin normal olarak Türkiye- Rusya sorumluluk alanlarında, “ortadan kaldırma/ imha etme” sorumluluklarını da taraflara yüklediği intibaını vermektedir.

Rusya için bu konuda aslında hiçbir sorun yoktur, zira tam destek verdiği Esad’ın Ordusunun amacı zaten bu yasa dışı radikal cihatçı gurupların imha edilmesidir. Ancak Türkiye ile girdiği son çatışmalarda yıpranan Suriye Ordusu ve başındaki Esad bunların daha ziyade Türk birliklerince savaşılarak temizlenmesini istiyor olabilir.

Bu maksatla da zaten kendi bölgelerinden aylar önce başlattığı, bu unsurların Türkiye’nin İdlip yeni sorumluluk bölgesi sınırlarının içine yani “Gerginliği Azaltma Bölgesine” doğru sürülmesi harekâtına, kaldığı yerden tekrar devam da edebilir.

Ateşkes, içerik itibarıyla mantıken aslında Türkiye ile Suriye Arap Cumhuriyetleri arasındadır. Arada ise adeta büyük abi ve hakem olarak demir yumruğuyla (Rusya Hava kuvvetleri ve İHA’ları + Spetsnaz özel kuvvetleri) artık Rusya’nın bulunacağı anlaşılmaktadır.

Türkiye ise birçok vatansever aydının ve muhalefetin çok uzun süredir ısrarla süren uyarılarına, tavsiyelerine rağmen Esad’lı Suriye ile karşılıklı oturup mevcut sorunları direkt olarak birebir konuşup anlaşmak fırsatını, bunca olup bitenden ve bu anlaşmadan sonra bizce en azından şimdilik kaydıyla, kaçırmış görünmektedir.

Ayrıca şu an uygulanması güç olsa da Suriye tarafından “benim anlaşmada imzam yok, ateşkesi tanımıyorum” denmesi riski bizce vardır. Dolayısıyla İdlip’de bunca emeğe rağmen asıl tedirgin olan bundan böyle sanki Türkiye olacak gibidir… Nitekim Türkiye dün itibarıyla en üst seviyede, ateşkes ihlalleri olduğunu mecburen Rusya’ya şikâyet etmeye başlamıştır. Türkiye için Suriye’de Fırat’ın batısında tek muhatap bizce artık Rusya’dır.

Türkiye gibi “bölgesel güç olmak iddiasındaki” bir ülke için, oldukça prestij kaybettirici, tamiri zor bir durumdur bu.

Söz konusu anlaşma metni dikkate alındığında ateşkes, kuşkusuz HTŞ ile ilgili değildir. Dolayısıyla, Rusya ve İran’ın desteğindeki Suriye Ordusunun, kendi egemenlik bölgesindeki bu yasa dışı unsurları süratle temizlemeye devam edeceğinden de bize göre kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

Türkiye’nin desteklediği eğitip donattığı, hatta maaş bağladığı ÖSO unsurlarıyla ilgili müşterek metin içeriğinde gördüğümüz kadarıyla, özel bir madde bulunmamaktadır. Yani Rusya ve veya Suriye bunları hala eğer “cihatçı terörist örgüt” olarak görüyorlarsa (ki yukarıda yazdığımız dünkü Sputnik haberinde bu ima vardır) bunlarla da savaşı devam ettirebilirler.

Üstelik ÖSO sadece İdlip’de değil hem Afrin’de hem El Bab’da hem de Fırat’ın doğusunda sahada düzeni sağlayan silahlı güç olarak dolaşmaktadır. Dolayısıyla zaman içinde Hizbullah silahlı milisleri ile takviye edilen, Rusya destekli “Suriye Ordusu”, Suriye sınırları içinde her tarafta ÖSO silahlı unsurlarıyla da savaşa tutuşabilir, diyoruz. Dikkat!

Hele zaman geçip de Esad azıcık daha toparlanırsa bu durum bizce kaçınılmaz olarak Türkiye’nin karşısına, biz oralarda bulunduğumuz sürece ciddi bir karşıt olarak tekrar çıkabilir. Esad artık Türkiye’nin kabul edip imzaladığı bu anlaşmadan sonra, bütün yaptıklarını-yapacaklarını ülkesinin “birliğini, bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü” sağlamak için yapıyor durumunda olacaktır ki Türkiye’nin imzaladığı bu son metinde bunlar, zaten kelimesi kelimesine aynen yer almaktadır.

Şu ana kadar aylardır, Suriye Ordusu, karadan ve havadan Türkiye’nin desteklediği ÖSO unsurlarıyla zaten çok şiddetli çatışmalar içindeydi. Bizce ateşkese rağmen bu durum değişmeyebilir; durulsa da bir küçük bahaneyle her an çatışma başlayabilir, diyoruz.

Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’de “vekalet savaşları” kapsamında kullandığı iddia edilen, savaş deneyimli ve cihatçı olduğu söylenen ÖSO unsurlarının; ateşkes gereği eğer o tarafa doğru yönlendirilse, yani Türkiye’nin isteğiyle, BM.’lerde terörist ilan edilen HTŞ örgütü ile karşılıklı olarak bir çatışmaya zorlanırsa, bu silahlı örgütün buna girip girmeyeceği bizce kesin değildir.

Türkiye bunu yapar mı, yapmalı mıdır sizce? Bu, cevabı oldukça zor bir siyasi sorudur. Zira şu ana kadar zaman zaman bu iki unsurun Esad’ın Ordusuna karşı birlikte saldırılarda bulunduğu haberleri doğru-yanlış, özellikle de yabancı medyada yeterince mevcuttur. Bunun bir anda bir kenara bırakılıp iki örgütün birbirinin can düşmanı haline getirilmeleri, yani birbirlerine düşürülmeleri kimilerine göre sonuçları itibarıyla Suriye’deki iç savaşı, farklı istikametlere mesela maazallah Türkiye’ye doğru da taşıyabilir. Dikkat!

Bu coğrafyada hele bu süreçte bize göre artık hata yapan ülke yanar! Mesela Türkiye desteğindeki ÖSO belki Rusya’nın ve veya ABD’nin de desteğinde taarruzla, sıkı operasyonlarla HTŞ’yi orada yenip yok ederse şu an için Suriye’deki Türkiye’nin kontrolündeki bütün bölgelerde yeni bir “bağımsız İhvancı ÖSO devleti” oluşturulamasa da (ki artık bu son anlaşmaya zor) Suriye Arap Cumhuriyeti eğer yarı otonom YPG’li bir federasyona doğru gidiyorsa, ÖSO da bu yeni kurulacak Suriye Federasyonu’nun aynı şekilde yarı otonom bir İhvan yanlısı eyaleti haline gelebilir.

Ama radikal İslam’dan ağzı yanan Esad’ın ülkenin birliğini kan pahasına sağlamaya çabaladığı bir anda İhvan’ın yeşermesine fırsat vermeyeceği de değerlendirilebilir.

Ayrıca acaba federasyon fikri, Rusya’yı tam anlamda arkasına alarak artık kalıcı olacağını anlayan Esad’ın hoşuna gider mi? Bizce, İdlip’in sınırlarına ordusuyla böyle “köyleri kurtara kurtara bayrağını dike dike” elleri zafer işareti yapan askerleriyle savaşarak ve sabırla bu aşamaya geldikten sonra, federasyon fikri Suriye’nin artık hoşuna gitmeyebilir. Ama mecbur da kalabilir. Burada Esad’dan ziyade bizce Rusya’nın orta vadeli yaklaşımına bakmak gerekir. Peki Esad bunu yani Suriye’de ÖSO’nun varlığını kabul etmemeye devam ederse, üstelik toprak bütünlüğü kapsamında tekrar hareketlenirse ne olacak? Bu taktirde bu sayısı iddialara göre on binleri aşan savaşmaya alışmış ve cihatçı olduklarını söyleyen silahlı ve ağır silahlara sahip, Türkiye’nin resmen arkasında durduğu ÖSO silahlı gücü normal olarak direnir. Ama Türkiye’den destek alamaz ise acaba nereye gidebilir?

Bu güç Türkiye açısından bakıldığında PYD/PKK’ya karşı güçlü bir koz olarak Afrin dahil Suriye’nin her tarafında kullanıldı, halen de kullanılmakta. Türkiye süreç içinde bu fikrinde eğer ısrar eder ve de zorunlu olarak ÖSO’yu desteklemeye eğitmeye donatmaya devam ederse, korkarız ki Esad ile Suriye’de barış olasılığı mümkün olmaz ve de hep birlikte Suriye’de karşılıklı çatışmak riski doğabilir. Durum böyleyken acaba sahadaki aktörler tarafından Türkiye uluslararası platformlarda belli aşamadan sonra, başka bir bağımsız ülkenin “iç işlerine karışıyor” durumuna düşürülebilir mi?

Peki Türkiye, eğittiği donattığı sürekli arka çıktığı ÖSO’yu “Tamam buraya kadar, teşekkür!” deyip, feshedip dağıtabilir mi? Bu ihtimal de, Türkiye’nin boğazına kadar batmak üzere olduğu Suriye iç savaşının geldiği nokta itibarıyla bizce şu an için biraz zor görünüyor.

Zira mevcut iktidar Suriye’de kendisini, sadece “uzmanlardan oluşan yeni profesyonel ordu” birliklerine değil, bu silahlı güce de dayamış bulunmaktadır. Dolayısıyla Türkiye zaten bu tutumuyla önceden beri “Ortadoğu vekalet savaşlarının” da içine kendi isteğiyle girmiş durumdadır.

Diyelim ki aksine davrandı iktidar ve bunları bir şekilde anlaşıp dağıtıp eritti. Her şeyden önce bu unsurların birçoğu üstelik aileleriyle Türkiye’ye sığınmak zorunda kalacaklardır. Zira uzun yıllardır bu çatışmalarla ilgili oluşan, karşılıklı da olsa muhtemel savaş suçları nedeniyle uluslararası platformlarda ucu ülkemize de dokunabilecek farklı ve beklenmedik durumlar da oluşabilir. Esad’ın da bunlarla ilgili niyetinin iyi olmadığı, sosyal medyada dolaşan esir sorgulamalarındaki propaganda videolarından, bir hazırlık içinde olduğu da hissediliyor. Umarız ÖSO orada Türkiye’nin bilmediği bazı suçları işlememiştir. Tedbir alınmazsa Suriye’de muhtelif yerlerden yönlendirilebilecek haksız ve yanlış da olsa zaman içinde “Türkiye’yi tazminat vermeye” zorlayan talepler bile ortaya çıkabilir…

Benzer şekilde Türkiye; karşı tarafın savaş suçları ile özellikle de İdlip’de önceki Gözlem Noktalarının varlığı nedeniyle hele bu tür özel gözlemleri varsa bunların somut kanıtlarını gelecek için şimdiden hazır bulundurmak zorundadır. Mesela HTŞ’nin yaptığı haksız hukuksuz bir köy evi ya da araç tahribini hileyle Türkiye’den tazmin edilmesi ve de bu iddiaların sayısının özellikle de oradan çekilmemizi müteakip artmaya başlamasına karşı da hukuki hazırlık yapılmasında fayda olabilir.

Türk birliklerinin oralardan ayrılırken “İdari makamlardan hasarsızlık tutanağı ve resmi yazı almaları” acaba saçma mı bir tedbir/detay olur? Orasının Türkiye için resmi anlamda bir savaş alanı olmadığı aşikardır. Dolayısıyla durum bizce hala hassastır. Biz barış için orada bulunduğumuzu ilan edebiliriz ama BM.’in resmen tanıdığı ve Esad’ın yönettiği Suriye Arap Cumhuriyeti’nin, “sizi ülkesine davet etmediği” de aşikardır. Bu tazminat istenmesi konularının üzerinde, uluslararası hukuk çerçevesinde ciddi anlamda ve şimdiden, acilen düşünülmeye başlanmasında bizce yarar olabilir…

Görüldüğü üzere iç savaş sırasında kurup desteklediğimiz, ÖSO’yu dağıtıp işin içinden sıyrılmak bizce artık bu aşamada o kadar kolay olmayabilir. Mesela diyelim ki ÖSO ile anlaştık ve söndürmeye ikna ettik; hiç değilse bunların bazı unsurlarının süreç içinde Türkiye’ye beklenmedik şekilde sırtını dönmesi bizce şaşırtıcı olmayabilir. Bunlar tarihte de sık görülen durumlardandır. Dolayısıyla bizce “ÖSO’nun Esad ile barıştırılması” veya hiç değilse belli konularda uzlaştırılmasına yardım edilmesi konusu, bunca dökülen kandan ve harabeye dönen ülkeden sonra hele Esad’la artık hiçbir irtibatımız yokken ne kadar gerçekçi olur, bunu tam bilemeyiz ama bizce tedbirlerini almak koşuluyla yine de bir olasılıktır. Fayda ve mahzurlarının düşünülmesi gerekir.

Türkiye kendi kontrolünde kuracağı İdlip yeni sorumluluk bölgesini, kısa bir süre içinde önümüzdeki günlerde tam tesis edince, içeride kalan BM.’in terörist örgütler listesinde yer alan özellikle de HTŞ ile direkt olarak çatışmak zorunda da kalabilir, demiştik. Ya da bu örgütü iyimser bir tahminle silah bırakmaya zorlayacak, ikna çabaları başarılırsa belki de fert fert kendi ülkelerine gönderilmek üzere İdlip’de bunların silahtan arındırılıp bir yerde toplanması da gerekebilir. TSK’lerini BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan bu maksatla kullanmak akılcı mıdır, acaba bu durum mümkün müdür?

Eğer tarihe bakarsak mesela Balkan Harbi hemen öncesindeki Arnavutluk isyanlarında ayaklanan çoğu Osmanlı Arnavut Müslümanı bütün gayretlere rağmen silahlarını oraya gelen Osmanlı askerine teslim etmemiştir. Kısacası silahları toplamak bize göre bir barış ortamı doğursa bile “çok zor bir iştir” demekle yetinelim…

Zaten sayıları yirmi binleri aşan ve bu uyguladıkları şerri hukuk hükümleriyle bulundukları yerlerde çok can almış, modern tanksavar ve uçaksavar füzeleri olan, ağır silahlara da sahip, savaşmayı ve din kardeşliği uğruna kolaylıkla şehit olmayı arzu ettiklerini söyleyen HTŞ’li teröristlerin her nerede olursa olsun iaşesi, barınması, korunması peki bu tür bir süreçte nasıl olacaktır ve bunlar eğer bu şekilde silah bırakıp teslim olurlarsa, vazifenin ifası için Türkiye’den takviye ne kadar askeri birlik getirmek gerekir?

Ancak en iyimser bir ihtimal olarak HTŞ terörist unsurlarının teslim olacaklarını varsaydığımızda bu cihatçı örgütlerin içinde az önce de vurguladığımız üzere DEAŞ/İŞİD dahil fazla sayıda “insanlık suçlusu” bulunduğu da iyi bilinmektedir. Bunların bir yere toplandıktan sonra tasnif edilip mesela yargılanmadan ülkelerine gönderilmesi ise yine ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkabilir. Çünkü insanlığa karşı en çok suçun işlendiği topraklar Suriye’de bulunmaktadır. Siz bunları kolay kolay yargılayamazsınız. Belki zorlamayla “vekalet savaşı güçleriyle” yargılarsanız, ama sonrasında BM. ile karşı karşıya gelme riski olabilir. Kaldı ki ülkenin birliğini genel de olsa sağlamış bir Esad, silahından enterne edilen bu teröristleri doğal olarak Türkiye’den isteyecektir. Belki de BM mahkemeleri çoktan devrede olacaktır. Bu teröristlerin bundan böyle nerede olursa olsun verecekleri ifadeler her maksat için kullanılabilir de…

Bize göre en kötü olasılık, şu önümüzdeki süreç içinde kurnazca da bunlar kışkırtılırsa “Heyet ül Tahrir ül Şam’ın (HTŞ)” Türkiye’nin tavsiyelerini kabul etmeyip oradaki barış maksadıyla bulunan Ordu birliklerimize aniden baskın pusu ve sabotajlara ve de Hatay içindeki dağlık araziler de dahil böylece “uzun süreli yıpratma harekâtına” başlaması tehlikesidir. Bunun ardından da doğal olarak Türkiye’nin İdlip’deki bu yasa dışı silahlı terörist unsurlarını, yanlış hamlelerle, durup dururken üstümüze çekip savaşa tutuşması da kaçınılmaz olabilir. Ama her ne olursa olsun HTŞ denilen bu 20-30 bin kişilik savaşmayı yaşam tarzı edinmiş terör gücünün, bunların üslerine gidecek ordumuza direnerek daha kanlı çatışmaların oluşması olasılığı, “Az ihtimal değildir!”

Bir diğer endişemiz ise aynı anda Afrin, El Bab ve Fırat’ın Doğusunda da Suriye’nin kışkırtmasıyla PYD/PKK terör örgütünün de durumu fırsat bilip bölgedeki Türk Ordusu birliklerine ve desteklediği ÖSO silahlı unsurlarına aynı anda saldırmaya başlamasıdır. Mesela şu son ateşkes sonrası bunlar Afrin’de özellikle ÖSO’ya saldırılarını arttırdılar. Doğu ve Güney Doğumuzda kırsalda bu yaz neler olacak, kestiremiyoruz. Bunların ilaveten Türkiye’deki gizli uzantılarının ülkemizde şehirlerimizde boş durmayacaklarını söylemek ise abartı olmayacaktır.

Yılan hikayesine dönen “İdlip-Suriye hava sahasının” orada görevlerini etkin bir şekilde icra etmesi gereken Türkiye’ye açılması ise mevcut bu koşullarda yine gerek Rusya’nın gerekse Esad Suriye’sinin müşterek tutumuna, hatta insafına bağlıdır. Üstelik ateşkes anlaşmasında buna yer verilmemiştir. Ama HTŞ ile öyle ya da böyle bir çatışma durumu oluşur ise bilinmelidir ki oralarda kanlı bir süreç yaşanabilir. On binleri aşkın HTŞ unsurları eninde sonunda Mehmetçik tarafından ezilip geçilir ama zayiat ihtimali de ne yazık ki olasıdır.

Bütün yazdıklarımızın sonucunda geldiğimiz son nokta şudur; bu tür operasyonlara eğer ille de Türkiye olarak devam edeceksek hava kuvvetleri desteğinin olması temel şarttır.

O halde aslında Suriye topraklarındaki “bütün birliklerimiz” bize göre “EĞER RUSYA VE ABD’NİN HAVA SAHASI KONTROLÜ NEDENİYLE, HAVA SAHASINI TAM SERBESTİYLE ŞU AN KULLANAMIYORSAK VEYA BUNDAN BÖYLE DE KULLANAMAYACAKSAK, BİZE GÖRE GELİNEN BU AŞAMADA, TÜRK ASKERİNİN SURİYE’DEKİ VAZİFESİ TAMAMLANMIŞ SAYILIR. BİRLİKLERİMİZ HUDUTLARIMIZA-ÜLKEMİZE KADEMELİ OLARAK SAĞ SALİM VE ZAMANINDA GERİYE ÇEKİLMESİ” en gerçekçi hareket tarzı olabilir.

BM. yasasına göre eskiden beri etkili olarak uyguladığımız o gerektiğinde kendi hudutlarımızdan itibaren başlatılan “sıcak takip hakkını kullanmak, orada kısa kalıp gereğini yapıp geri dönmek”, hareket tarzı da alternatif uygulama olarak düşünülebilir.

Yabancı bir ülkede “Eli bende ayağı sende” türü bir askerî harekât, bunca olandan sonra ve hele böyle güney sınır komşumuz haline gelen iki süper gücün ortasında pinpon topu gibi bir oraya bir buraya sürekli savrulmaktansa bu aşamadan sonra bizce bu süreç sürdürülemez. “Hava gücümüzü gerektiğinde nasılsa kullanırız!” diye bölgedeki süper aktörlere bağımlı olmanın bedeli, malum kan ve canla ödenmiştir.

Trakya ve veya Doğu sınırının kışlaları Suriye’deki krizler büyüdükçe sürekli boşalır; kuşkunuz olmasın bazı fırsatçı komşu ülkelere Doğu Akdeniz de adalarda vs. kırmızı çizgilerimizle ilgili büyük ilave ödünler verilmek zorunda da kalınabilir. Sizce mesela “Yunanistan” bizim şu an Suriye çöllerinde bütün gücümüzle çırpınıyor olmamızdan memnun mudur, değil midir?

Ayrıca önümüzdeki bir başka olasılık ise Suriye’nin; “Türkiye’nin İdlip’deki HTŞ ve benzeri terör örgütlerine müdahalede gecikip de önceki Soçi sürecinde de olduğu gibi zamana oynamasını” ileri sürerek, bu durumu kabul etmemesi olabilir. Ardından da, “Suriye Ordusu’nun” aynen geçtiğimiz haftalarda izlediği tutumundaki gibi “Türkiye’nin bu teröristleri imha edemediği, 2018 Soçi mutabakatı ve son Moskova ateşkes anlaşması metinlerinin geçerli maddelerini yine yerine getirilemediği ve de terörist HTŞ’nin yurt savunması gereği bizzat kendilerince imha edilmesi gerektiği” gibi köklü nedenlerle, İran ve Rusya’nın tam desteğinde Türk hudutlarına doğru tekrar ilerlemeye başlayabilir.

Bu taktirde Suriye Ordusu, aynı şekilde yeni yerlerindeki birliklerimizin bulunduğu Gözlem Noktalarımıza, toplanma bölgelerine ateş açmadan, hızla etrafından dolaşarak bunları yine kuşatabilir. Hudutlarımıza kadar, hatta sıfır hattına kadar da ilerlemeye çalışabilir. Bu durumda Suriye genelinde kendi ordularının bu zaferi büyük halk kutlamalarıyla kutlanırken Türkiye; ya Rusya ile de savaşmayı göze alıp Suriye ile savaşa tutuşur ya da iş birliği yaparak Suriye Ordusu ile HTŞ’nin İdlip yeni Gerginliği Azaltma Bölgesi sınırları içinde imha edilmesindeki söz konusu operasyonlara Rusya’nın (Zımnen de Esad’ın) yanında katılır veya bunlara tam destek verir…

Milyonu aşan mültecinin bu aşamada Hatay’daki hudut duvarlarını yıkıp, içerilere doğru sel gibi akabilir. Bu perişan insanların yaratacağı trajedi ve ülkemize getireceği ilave ulusal güvenlik sorunları burada satırlara sığmayacak kadar fazla olabilir. Bu ortam Esad’ın söz konusu bu oldubittisine uyumlandırılarak, hududumuza oldukça yakın olan mültecilerin bulunduğu yerlere hava kuvvetleri veya birkaç topçu ateşi açılarak yine sivil halkta panik yaratılarak aniden de oluşturulabilir.

Bizce bugün itibarıyla İdlip’de bulunmanın makul görülebilecek yegâne argümanı hududumuza dayanan “bir milyon mültecinin kontrolüdür”.

Ayrıca bir diğer önemli konu ise, şu ana kadar cephede profesyonel “uzman erbaşlarla” yapılan silahlı çatışmaların, eğer yurt sathından getirilen-getirilecek yeni takviyelerin arasında bulunuyorsa “6 ay askerlik süresi olan deneyimsiz erlerle” ne derece yapılabileceği de ayrı bir tartışma konusudur. Kabil’den Kosova’ya, Katar’dan Somali’ye; neredeyse her tarafa tespih tanesi gibi dağılmış fedakâr Ordumuzun sırtındaki yük bugün itibarıyla geçekten çok ağırdır. Profesyonel hale getirilmeye çalışılan ordu mesela Suriye’deki sorunları çözmeye, giderek hızlanan bu tempoda bizce birçok açıdan zor durumdadır (Profesyonel Ordu mu Dediniz 1 ve 2'nci bölüm).

Keşke daha öncesindeki gibi, bize özgü o alışık olduğumuz uzun yıllar boyu tıkır tıkır işleyen “belli özel ve devamlılık gerektiren profesyonel kadrolara odaklanan, karışık sistem” yaklaşık on yıl önce gerekli koşullar tam olgunlaşmadan, böyle aniden değiştirilmeseydi diyoruz. Bir anda bunu başlangıçta avantajımız sanarak, sadece Suriye’de peş peşe dört farklı cephe açarak geldik bu günlere. İşler beklenmedik şekilde farklılaşıp, dış ülkelerdeki görev sayısı ve asker kullanımı da büyüyünce, mesela İdlip’deki birlikleri diğer yerlerden getirip zorluklarla takviye etmek zorunda kaldık.

Siyasi öncelikler Ordu için sürekli böyle aynı seviyede kalırsa, korkarız ki bu gidişat “kısmi seferberliğe” kadar varabilir diyoruz. Çünkü ülkemizde liyakati göz ardı etmeye başladığı görülen diplomasi kanalı, ne yazık ki kendi alanında köklü çözümler bulamıyor ve işler sürekli askerin sırtına yani silahlara kalıyor…

Evet, geçtiğimiz haftalarda “İdlip’de olan olmuştur!” Yönetilemeyen krizin tırmanarak bir anda çatışmaya dönmesiyle Türkiye’nin 5 Mart’ta MSB. düzeyinde açıklamış olduğu 59 şehidimize karşılık Suriye’ye verdirilen cezalandırma ve zayiat ise toplamda 151 tank, 80 zırhlı araç, 99 ÇNRA top ve obüs, 3 savaş uçağı, 8 helikopter, 3 İHA ve hepsinden önemlisi 3.138 Esad’a bağlı asker ve silahlı milistir. Aynı günlerde ölen sivillerin rakamı da henüz belli değildir. Savaştan beter zayiata uğradığı görülen Suriye, bu rakamları henüz teyit etmemiş olsa da İdlip’e barış için giden Türkiye’nin orada ister istemez, nefsi müdafaa da olsa yarattığı tablo, sonuç itibarıyla budur…

Eğer 27 Şubat 2020 tarihinde o melun bombayı atanlar Rusya değil de hakikaten Suriyeliler ise, onur timsali olsalar da pisipisine verilen o 59 şehidimizin kanı böylece yerde kalmamış, bu sonuç da ülke insanının çoğunluğunun içini biraz olsun rahatlatmış olabilir. Ancak İdlip’e Suriye çöllerine “barışı sağlamak” maksadıyla giden Türkiye bizce şu an, içerideki koronavirüsü ile mücadelesini de dahil edersek, harekete geçmez ise savaştan çok daha zor bir durumun içine giriyor da olabilir.

Zira verdikleri zayiat nedeniyle kinle dolmuş Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusunun/ insanının sadece iki hafta içindeki asker/savaşçı zayiatı, Millî Savunma Bakanlığı’nın yukarıdaki açıklamasını dikkate aldığımızda Türkiye’nin Kıbrıs Savaşı’nda verdiği zayiatın tam “altı katından daha fazladır”. Acaba bu ani cezalandırmayla oluşan, ağır hasar ya da yaranın izi kaç yılda, kaç nesil sonra unutulur ve silinebilir sizce?

Verilen şehitlerimizin, karşı tarafa verdirilen zayiatla kıyaslanarak ve de iç politika tuzağına düşülerek İdlip’den büyük bir askeri zafer çıkarmak ise, her şeyden önce uluslararası platformlarda yanlış anlaşılabilir. Akılla hareket etmek gerekir. Zira şu ana kadar hep askerimizin barış için orada bulunduğunu dünyaya anlatıyorduk. Ama esas soru bizce hala şudur; “İdlip’de amaç neydi elde edilen sonuç ne oldu?”

Bu konuya şöyle bakanlar da olabilir; “Acaba bütün o insanlar hayatlarını kaybetmeden de aynı sonuç alınabilir miydi?” Mesela İdlip’deki bugünkü sorumluluk bölgemiz olan küçük bölgeye, bugünleri ön görüp, kontrol kolaylığı maksadıyla böyle çatışarak değil de anlaşarak bir anda kendi isteğimizle çekilmiş olsaydık, daha mı akılcı olurdu yoksa daha mı kötü? Hiç değilse benzeri cephelerde “daha sonrası” için bu sorunun samimi cevabını bulmak önemlidir, diyoruz.

Eğer hedef Suriye’nin ilerlemesinin durdurulması idiyse, hemen şimdiden söyleyelim; “durmuş görünseler de bizce er ya da geç yine ileri harekata başlayacaklar, zira ülke onların!”

Sonuç olarak, Umarız yukarıdaki endişelerimiz “beyin fırtınası” kapsamında ve tümüyle boşta kalır. Çünkü bizce aslında can ve kan veren her iki tarafın da bütün bu son olup bitenlerden ders almış olmaları gerekiyor. Bize göre sonuç dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyor; “her ne olursa olsun, Türk halkı, Suriye halkının zaten düşmanı olamaz!” Türkiye’nin esas siyasi hedefi ise; bunca olandan sonra bizce artık “sadece” Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması da olamaz. Her şeyden önce Türkiye’nin hedefi, “kendi hudutlarının acilen emniyete alınması” ve ardından da güneyinde çağdaş ve de istikrarlı bir Suriye’nin yeniden inşası olmalıdır. Türkiye acıları unutturacak şekilde “kalıcı barışın” sağlanması suretiyle, bütün gücüyle komşusuna bizzat yardım etmek, zorlukları birlikte konuşarak tartışarak birlikte çözebilmek iradesini göstermelidir.

Türkiye kendi sınırları içinde sayıları neredeyse 5-6 milyonu bulabilecek Suriyeli mülteciye ülkemizin her tarafında maddi manevi yardım etmeye çabalamaktansa, belki de bu akılcı ve somut “insani bir kalıcı barış atağı” ile bu insanların kendi öz topraklarına, evlerine geri dönmeleri suretiyle herkese mutluluk ve huzur da getirebilir. Bu bir kazan-kazan durumudur.

Suriye’nin eninde sonunda istikrara kavuşturulması, Türkiye’nin elinde bulunan güneyde PKK koridoruna karşı işgal etmek mecburiyetinde kaldığı Suriye topraklarını da yukarıdaki bir sürü gerekçelerle koşullu ve adaletli bir barış tesis ederek “bu ülkeye bir an önce kalıcı bir barışla devretmesi, kendi sınırlarına tekrar dönmesi”, artık çok ama çok yalnızlaşan ülkemiz için bizce en akılcı ve somut çözümdür. Devir, artık bunu seslendirme devridir, yalpalamaya da yer yoktur…

Burada Suriye Arap Cumhuriyeti’nin başındaki Esad’a da çok büyük bir sorumluluk düşmektedir.

Peki Türkiye; önerdiğimiz “kalıcı barışı”, oluşan bu çok zor koşullarda bugünkü mevcut iktidarla başarabilir mi? İşte bu sorunun cevabı sizde, demokratik süreçlerde…

Türkiye oralarda askeriyle kaldığı süre arttıkça yıpranır, “Ortadoğu bataklığına” tam anlamıyla batmış olur. Zaten hemen ve acilen kalıcı bir barış olmazsa, bizce Atatürk’ün vizyonu “Çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkmak” hedefi de birkaç nesil daha ertelenir ve de belki sonunda yok olup gider. Böylece, Ortadoğu ülkeleri arasında yeni yerimizi de almış oluruz.

Dost acı söyler; hiç kimse şu son “ateşkes iyi başarıldı” diye rehavet içinde yayılıp kalmasın… Oralardaki tehlike buralardaki Koranavirüs gibi sinsice devam ediyor… Sağlıklar dilerim.