Popüler olan her şey buharlaşmalı

Türkiye keskin günlerden geçiyor. Her geçen gün daha da zor. Kerteriz noktasının çoktan kaybolduğu bir sis içinde el yordamı ile ilerlemeye çalışıyoruz. Bu...

Türkiye keskin günlerden geçiyor. Her geçen gün daha da zor. Kerteriz noktasının çoktan kaybolduğu bir sis içinde el yordamı ile ilerlemeye çalışıyoruz. Bu uygun adım bir ilerleme değil. Twitter başta olmak üzere sosyal medyada, çoğu artık YouTube üzerinden yayın yapan haber programlarında, pek azımız sokakta bir şeyi savunurken sesle, sözle, kelimelerimizle birbirimize çarpıyor, çarpa çarpa ilerliyoruz. Az ya da çok, her birimizin bir etki alanı var. Bu etki alanı ne kadar genişse, o kadar çok insanla çarpışıyor, sözümüzle o kadar çok insana ulaşıyoruz. Ancak her çarpışma bizi doğru olana götürmediği gibi çoğunlukla popüler olanın alanına düşürüyor. Sosyal medyanın kullanımı ile iyice ayyuka çıkan bu durum insanlık tarihinde daha önce yaşanmamış bir alana itiyor bizi. Etki alanı şişirilmiş bir popülerleşme ile karşı karşıyayız. Kanımca bu alan, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Bir problem.

Yazar Elias Canetti’nin ‘hep aynı kişilere gösterilen acele saygı’ olarak tanımladığı popülerleşme, içinde bulunduğumuz zehir dolu gündeme kendi tehlikesini de zerk ediyor. Bu tehlikelerden ilki popüler kimliklerin diğerlerinden daha iyiymiş gibi algılanması. Canetti de bu duruma vurgu yaparak insanları tanıma konusunda işin kolayına kaçan gözlemcinin tembelliğine dikkat çekiyor. Ne var ki sosyal medyanın olduğu bir dünyada bu tembellik hayli bulaşıcı.[1] Hitabeti biraz iyi olan, kelimeleri biraz ustalıkla kullanan, gerçekte öyle olmasa bile söylemde cesur ve pervasız görünebilenler diğerlerinden bir adım öne çıkıyor. Buna biraz espri kabiliyeti, biraz küfürlü konuşma eklenince karakter şekillenmeye başlıyor. Gezilen yerlerin dökümü, sanat ve siyaset yaşamında öne çıkanlarla çekilen kareleri de eklediniz mi tamam. Popüler olma yoluna girdiniz demektir.

Popüler Kimliğin İnşası ve İktidar Alanı

Peki bu yola girmeyi tercih edenler kimler? Kimler, neden, niçin bu kadar görülmek istiyor? Varoluşçu psikiyatr Irvin Yalom’a göre bu pek akıllı insan işi değil. Zira Yalom, ‘akıllı bir insan hayatını popüler olmaya çalışarak geçirmez’ diyerek bunun içi boş bir istek olduğunu ve akıllı bir insanın böylesi bir istek uğruna zaman ve enerji kaybetmek istemeyeceğini belirtiyor. Yalom’un dikkat çektiği bir diğer konu, popülaritenin doğru ya da iyi olanı tarif etmediği. Toparlayacak olursak, popülaritenin bir ucunda bazı tembel gözlemciler, diğer tarafında ise boş bir isteği köpürterek kendini var edenlerin hevesli ruhların olduğunu söyleyebiliriz. İki taraf arasında kurulan, dikiz ile teşhir düzleminde yaşanan bu ilişki her iki taraf açısından varoluşsal. Popülerleşme yoluna giren kişi ile onu düşünmeden onaylayacak takipçileri arasında birbirini var eden bir ilişki oluşuyor. Bu karşılıklı varoluş ilişkisi aynı zamanda popüler olanın iktidar alanını belirleyen bir dinamik. İşin içine iktidar meselesi girince popüler olanın iktidarına biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

Fransız şair ve filozof Paul Valery lideri tanımlarken ‘bir lider başkalarına ihtiyacı olan insandır’ der. Valery’ye göre, iktidar olmayı istemek, genellikle sevilmeyi istemektir. Siyaset adamları, kendini yazar olarak adlandıran bazı insanlar sevilmek ve değer görmek için böylesi bir iktidar alanına ve popülariteye ihtiyaç duyarlar. Yalom’a göre bunun temel nedeni, beğenilme isteği, hayranlık duyulması ve saygı görmenin doyuruculuğunda saklı. Bir ‘like’ tuşuna dokunmakla var oluveren bu beğeni, sahte olduğu kadar kırılgan da. En ufak bir eleştiri ya da beğenilmeme durumunda popüler kimlik, sevilme, saygı duyulma duygularını kaybettiği hissiyle hırçınlaşmaya başlıyor. Bunun temelinde gözden düşme korkusu var, zira Victor Hugo’nun da dediği gibi popülerlik ve gözden düşme kol kola dolaşıyor. Popülerin iktidarında bu tehlike hoş karşılanmaz, bertaraf edilmek istenir. Sosyal medyada bloklama gibi simgesel cezalarla kendini hissettirirken, gerçek yaşamda bu ceza, popüler olanların birbirini kayırdığı varoluş zemininden ihraç edilme şeklinde kendini gösterir. Çar çabuk gösterilmiş olan saygı, aynı hızla geri alınır. Kırılganlıklarla örülü bu sahte iktidarın en büyük silahı böylesi yok sayma, gözden düşürme eylemleridir. Popüler olanın tahakkümü böyle bir şeydir.

Popüler Olanın Temsilinde Basının ve Kadın Haklarının Geldiği Yer

Geçtiğimiz günlerde Armağan Çağlayan’a verdiği röportajda gazeteci Özlem Gürses gazetecilerin çok görünür oldukları konusuna dikkat çekerek bu durumu şu sözlerle eleştiriyordu:

‘Gazetecilerin bu kadar şöhret sahibi olmaması lazım… Bu kadar göz önünde ve sürekli olarak ekranlarda her konuda olağanüstü fikirlerini anlatan, ahkam kesen, ayar veren, fırça çeken... Şöyle yaparsan iletişim kampanyanı falan... Demokratik ve normal ülkelerde gazetecilerin böyle insanlar olmaması lazım. O ülkelerde böyle bir gazetecilik prototipi yok. Biz burada tuhaf personalara dönüştük. Türkiye normalleştiğinde gazetecilik faaliyeti çok sıradanlaşacak göreceksiniz.’

Gürses’in burada eleştirdiği asıl konunun basındaki popülerleşme ve popüler olanın iktidarındaki zorbalık olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçeve üzerinden değerlendirdiğimizde popüler kişinin kendini persona üzerinden var ettiğini görürüz.

Persona en basit tanımıyla, kişinin gerçek yüzünü toplumdan sakladığı bir davranış şekli, bir maskedir. Örneğin kişi herhangi bir geçim sıkıntısı yaşamaz ancak kendini bir geçim sıkıntısı içinde gösterir. Benzer biçimde şiddet gören bir insan değildir, ancak personasını şiddet gören bir insanmış gibi kurar. Popüler olanın bunu yapmasındaki tehlike, gerçekten yoksulluk çeken, gerçekten şiddet gören insanları perdelemesidir. Böylece problemin merkezini kaydırır. Kendi personasını güçlendirmek için her konuyu köpürtür, hepsinin içini boşaltır. Burada tehlikeli olan, bu sorunları gerçekten yaşayanların seslerinin daha da duyulmaz olmasındır. Zira artık sorunun başlığı da popülerleşmiştir. Herkesin o konu üzerine söyleyecek bir sözünün olması, o sorunun çözümünü sağlamadığı gibi, önceliğini ortadan kaldırır, önemini azaltır. Böylelikle konu gündemden düşer.

Basında yaşanan bu tehlikenin ortaya çıktığı birçok başka alan olduğu su götürmez bir gerçek. Bir kadın ve toplumsal cinsiyet konularında çalışmış bir akademisyen olarak benim bu yazıda değinmek istediğim başlıklardan biri popüler kimliklerin kadın hakları ve feminizm konusuna verdiği zarar. Zira günümüzde bu konu da, Özlem Gürses’in işaret ettiği, ‘her yerde karşımıza çıkan, her konuda olağanüstü fikirleri olan’ popüler kimliklerin tekelinde. Kadın hareketi veya feminizmle öne çıkan bazı popüler isimler, personalarına feminist tanımını ekleyerek konunun içinin boşalmasına, daha da kötüsü ona zarar vermeye başladırlar. Nalıncı keseri gibi her konuyu kendi hayrına yontmakla ilgili olan popüler kimlikler için olayın can alıcı kısmını kendi tanıtımları için kullandığından, süregiden problemlerle olan ilişkileri slogan atıp kısa bir süre görünüp yok olmaya evrildi. Türkiye gibi kadın hakları sorununun son derece sıkıntılı olduğu coğrafyada kendilerini feminizmin temsilcisi olarak öne çıkaranlar, slogan kültürü üzerinden kurdukları dille, kadın hareketini, tutku ve acemilikle bu alandaki ilk çıkışı yapan Mary Wollstonecraft’ta gördüğümüz erillik aksına indirgedi. Oysa bu ülkede kadın ile ilgili her konu politiktir. Popüler değil, politik bir zeminde tutulmak zorundadır. Çok acıdır ki, kadın hakları da Türkiye’nin insanı her açıdan zorlayan gündemi içinde parlayıp sönen, hemencecik geçiverilen konulardan birine dönüştü.

Bu muhakkak değişmesi gereken bir zemin. Artık popüler olanlarla vedalaşma vakti. Yaklaşan seçim dönemine bu şekilde giremeyiz. Her sorunu PR mantığı ile ele alıp, iki slogan, bir kaç fotoğrafla geçiştiremeyiz. Zira basında muhalefeti temsil eden popüler kesim ile iktidar cephesi aynı eşikte buluşmuş durumda. ‘Deprem de konuşuyorlar, ekonomi de’ dediğimiz üç beş insanın karşısına ‘her konudaki olağanüstü fikirlerini’ anlatan üç beş kişi yer almaya başladı. Kişilerden bağımsız olarak karşımızdaki bu iki durumun birbirinden hiçbir farkı yok. Aynı modelleme.

Bu durumun sonuna geldiğimizi, henüz gelmemişsek de acilen gelmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ben de, Özlem Gürses gibi, bu dönem atlatıldığında çoğu şeyin sıradanlaşacağına inanıyorum. Problemlerin olanca çıplaklığı ile ortaya çıkması için bu sıradanlaşmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Burada altını çizmek istediğim konu, bunun zamanlaması. Çok karmaşık bir döneme giriyoruz. Popüler kimlikleri şişirecek nefesimiz yok artık. Popüler olanlarla bir an önce vedalaşmalı, gerçeklerin önünü bir an önce açmalıyız.


[1] Elias Canetti, İnsanın Taşrası

BAHAR AKPINAR HAKKINDA

ODTÜ’de Kimya eğitimi alan Dr Bahar Akpınar kariyerine özel sektörde başlayıp daha sonra akademiye geri dönerek Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde Oyun Yazarlığı ve Dramaturgi eğitimi aldı. Glasgow Üniversitesi’nde aynı alanda master yaptıktan sonra Terezin toplama kampında Yahudi tutuklular tarafından gizlice yazılıp oynanan tiyatro oyunlarını incelediği doktorasını yapmak üzere DEU GSE Sahne Sanatları Bölümü’ne geri döndü. Bu bölümde öğretim görevlisi olarak dersler verdi. Doktoranın son yılında Royal Holloway University of London’da Holokost Çalışmaları alanında bir master daha yaptı. Yurtiçi ve yurtdışı çeşitli akademik ve sanatsal ödüllerinin yanı sıra tiyatro oyunları Amerika’da, Henrik Ibsen üzerine yazdığı kitabı Türkiye’de kitap olarak yayınlandı. Dr Akpınar aynı zamanda Şalom Gazetesi yazarıdır.