“Öğretmenin İtibarı MEB’in Namusu…”

Kamuda çalışan memurlara ilişkin yapılan son “Toplu Sözleşme” ve bu sözleşme görüşmelerine katılan biri ‘büyük’ diğeri küçük, adına sendika denilen iki yancı...

Kamuda çalışan memurlara ilişkin yapılan son “Toplu Sözleşme” ve bu sözleşme görüşmelerine katılan biri ‘büyük’ diğeri küçük, adına sendika denilen iki yancı kuruluş ve onlar adına toplantılarda yer alan ve söz söyleyen ‘sendikacı’lar, sendikaların yeniden tartışma gündemine taşınmasına neden oldu.

Bakmayın “neden oldu” sözüne… Çünkü “sendika” demeye bin şahidin bile yetmeyeceği kuruluşların ortalıkta boy gösterdiği ve onların yöneticisi olarak da bilumum işbirlikçi çemişin ‘sendikacı’ sıfatıyla cirit attığı bir alanda bu tartışmanın ertelenmesi bile düşünülemez aslında.

Lakin burası Türkiye… Başka yerlerde “ertelenmesi düşünülemez” denilen sorunların hızla unutulduğu bir ülke... Hatta “Sarı” sıfatının bile iltifat sayılacağı kuruluşlara ‘sendika’ denilen, bunların kravatlı-kravatsız çemişlerine de değer atfedilen bir ülke…

Sendikal Mücadele ve Toplumsal İtibar

Oysa tarihsel ve güncel olarak bilinir ki mücadeleyle ve gerektiğinde bedeller ödenerek kurulan sendikalar, tüm çalışanlar gibi, öğretmenlerin de itibar göstergelerinden biridir. Çünkü sendikalar öğretmenlerin örgütlü gücüdür ve bu örgütlü güçle ve mücadele edilerek kazanılan her hak ve kazanımdan tek tek her öğretmen de pay alır. Bu pay, yalnızca ekonomik ve mesleki özlük hakları düzeyinde değildir.

Aynı zamanda ve aslında bunlardan daha da önemli olan ve hiçbir yasanın sağlayamayacağı ise toplumsal itibar payıdır. Ve bu toplumsal itibar yalnızca mücadelenin başarıya ulaştığı dönemlerle sınırlı değildir. Örgütlü bir biçimde mücadele edildiği halde kaybedilen zamanlarda da geçerlidir.

Sendikaların çatısı altında örgütlü bir mücadeleyle ulaşılan ve genellik niteliği taşıyan her başarı, kazanılan ve yasal bir niteliğe kavuşan her sosyal hak, hem sendikanın hem de onun üyesi olan öğretmenin itibarını toplumsal anlamda yükseltirken, üye olarak sendikaya aidiyet bilinci ve bağını güçlendirir. Toplumsal sempatiyi ve itibarı da arttırır. Elbette bu olması gerekendir.

Gerçeklikte Olan Nedir?

Ancak, gerçeklikte yaşanan ve olup biten bunun tam tersidir. Sendikal örgütlülük ve mücadeleyle kazanılabilecek “toplumsal itibar” bir yana, genel olarak öğretmenlik mesleğinin özel olarak “şu” diye gösterilen öğretmenin itibar ve itibarsızlığı bile yanılsamalı bir soruna dönüşmüştür. Hem öğretmenlerin hem de onları temsil ettiği iddia edilen ‘sendikacı’ların dilinde…

(Burada bir parantez açıp şunu belirteyim: Bu yanılsamalı sorunun birincil nedeni, öğretmenin, gönüllü ya da gönülsüz olarak duvarında tuğla olduğu ve yeniden yeniden üretilmesine hizmet ettiği, ekonomik-sosyal-siyasal düzenin/iktidarın değeri ve itibarıdır. Hiç kimse bu sorunu, “şu” diye gösterilen öğretmenin bireysel donanımı, entelektüel kapasitesi ve kişiliğiyle/karakteriyle karıştırmasın, dahası buna indirgemesin. Çünkü bu, bireysel olarak sahip olunan ya da olunmayan nitelikler, yeterlilikler, başarılar ve maharetler sorunu değildir.)

Ne var ki öğretmenliğin ve öğretmenin itibarsızlaşması / itibarsızlaştırılması söyleminin ve sorununun onların sendikaları ve sendikacılarını kapsadığına hiç tanık olmuyoruz. Oysa dile getirilen bu söylem, gerçekliği olan bir sorun ise eğitim sendikalarını ve onların ‘öğretmen’ sıfatını taşıyan yöneticilerini de kapsaması gerekiyor.

Malum; onlar da maaşlarını üye öğretmenlerin ceplerinden ödediği(!) aidatlardan alan birer öğretmen ya! Her biri ortalama bir öğretmen maaşı ya da hadi diyelim ki en yüksek öğretmen maaşı kadar ücret alıyorlar ya! Lakin, istisnalar hariç, hiçbir eğitim ‘sendikası’nın yöneticisi “Ben itibarsızlaştırılıyorum! İtibarım iki paralık oldu! Benim şahsımda temsil ettiğim tüm öğretmenlerin itibarı çiğneniyor. Ben de geçim sıkıntısı çekiyorum” diyerek, kendilerine ilişkin itibarsızlaşma/itibarsızlaştırılma sorunundan rahatsızlığını dile getirmiyor.

Aksine; akıntıya kürek çekercesine, öğretmenliğin ve öğretmenin itibarsızlaştırılmasından dem vuruyor, sorunu genelleyerek o söylemden beslenmeye çalışıyorlar. Hatta bazıları hızını alamayıp “Öğretmenliğe yeniden itibar kazandırmak için” akademisyenlerle toplantılar düzenliyor.

Bazıları “Öğretmenin itibarı MEB’in namusudur” diyerek üfürdükçe üfürüyor. Hem de MEB’in zerre bir ahlakı ve namusu bile olmadığını düşünmeden, olmayan bir şeyle eşliyor öğretmenin itibarını…

Kendi itibarını yaptıkları, söyledikleri ve sustuklarıyla çoktan yerlere sermiş biriyse “Öğretmenin itibarı benim itibarımdır” diyor. Ehh… Artık siz düşünün o itibarın ne menem bir şey olduğunu… Başka birileri ise kimin aldığını söylemeden, “Öğretmenin itibarını geri verin!” çağrısında bulunuyor iyi saatte olsunlara… Ve neredeyse tamamı, öğretmen popülizmi ve öğretmen goygoyculuğu yapıyor bunların.

Bak Şu Garabete

Sonuçta ortaya şöyle bir garabet çıkıveriyor: Üyeleri, itibarsızlaşan / itibarsızlaştırılan öğretmenlerden oluşan, kendileri ise itibarlı, en azından itibar sorunu yaşamayan ‘sendika’ yöneticileri. Hatta bu, söz konusu ‘sendika’ların ve yöneticilerinin siyasi iktidara yakınlığına ya da yancılığına bağlı olarak, “el bebek gül bebek” vaziyetlere de vesile oluyor. Örneğin; son “toplu sözleşme görüşme”lerinde olduğu gibi, göstermelik de olsa masanın kenarına birkaç koltuk da onlar için konuluyor. Kendilerine “çam sakızı çoban armağanı” kabilinden ikramda bulunuluyor. Sırtları sıvazlanıyor.

Bu olup bitenleri düşününce, her insanın değilse de her öğretmenin edimsel koşullanmayı ve Skinner’ın faresini anımsamaması mümkün mü? Malumdur ki Dünyanın her yerinde Skinner’ların uygun gördüğü davranışları yapmayı başaran fareler ödüllendirilir. Yalnızca deneyde değil elbette. Uluslararası ilişkilerden eğitime dek, yaşamın her alanında…

Bu durumda sendika üyesi olan ve itibarsızlaştırılmaktan yakınan bir öğretmenin sorması gerekmiyor mu? “Benim itibarım ortadayken, benim ödediğim (daha doğrusu sırtımdan alınan) aidatlarla var olan sendikaların yöneticileri, nasıl oluyor da işverenin yetkilileri ve temsilcilerince kapılarda karşılanıp ağırlanabiliyor, itibar görebiliyor? Hak mücadelesi verip kazanmak yerine, imtiyaz peşinde koşarak, hangi kademeye kimin yönetici olup olmaması gerektiğinin kulisini, pazarlığını yapabiliyor? Neden ve niçin bu yöneticiler el üstünde tutuluyor? Nasıl oluyor da benim aidatlarımla yatırım üstüne yatırım yapılabiliyor? Hatta bu ‘sendika’lar, nasıl oluyor da neredeyse bir holdinge dönüşüyor?” demesi gerekmez mi?

Ne yazık ki, sendika üyesi öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu bunları sormuyor. Soranlar, sormaya yeltenenler de bıkkınlık ve küskünlük içinde yerlerinden kıpırdamıyor artık. Tam bir memurlaşan ‘öğretmen’ edasıyla, kendi kendine hayıflanarak emekliliğe erişmeyi bekliyor.

Peki; Yaşananların Sorumlusu Kim?

Kimse kusura bakmasın ama bunların asıl sorumlusu, ilkesizce, hiçbir ahlaki ve etik değeri gözetmeksizin, küçücük ve gündelik çıkar hesapları peşinde, bu ‘sendika’lara ‘üye’ olmayı seçen ‘öğretmen’lerdir. Bu ‘öğretmen’lerin eseri olan ‘sendika’lar da onların itibar aynasıdır. O aynaya bakıp bakıp, itibarsızlaşmaktan yakına yakına saçlarını tarayabilirler. Ancak saçlarını taramaktan kendilerini alabilir, sonra da düşünmeye, sorup sorgulamaya girişebilirlerse gerçekliğin hakikatini kavramaya yönelebilirler. Bunu yaptıklarında da,

1- Eski bir sendika genel başkanının ağzından dökülen, “Yöneticilik için babasını satacak adamlar var” sözünde kastedilenlerin de ‘öğretmen’ olduğunu ve bu ‘sendika’ yöneticilerinin siyasi iktidarla sarmaş dolaş olmalarının nedenlerini;

2- Görevde kalabilmek, yükselebilmek, atamasının yapılmasını sağlayabilmek ya da kendisine ilişilmesin, ek dersine dokunulmasın diye, ‘sendika’lar arasında mekik dokuyan ‘öğretmen’lerin itibarsızlaşma / itibarsızlaştırılma sorununa katkısının ne olduğunu;

3- Memur ‘öğretmen’ler ve memurlaştırılan ‘öğretmen’lerle kuşatılan eğitim camiasından çıkan, üye aidatlarını bile işvereninin elinden alan ‘sendika’ yöneticilerinin neden itibar sorunu yaşamadığını, öğretmenin ise neden aynı sorunla hemhal olup olmadığını;

4- Keza toplu sözleşme görüşmelerine katılan konfederasyon ve onlara bağlı sendika yöneticilerinin maaş, huzur hakkı ve başka ödenekler adı altında aldıkları ücretleri neden üyelerine ve kamuoyuna açıklayamadıklarını; hatta adında “eğitim” olan bu ‘sendika’lardaki yöneticiler arasında çocuğunu özel okula göndermeyen kaç kişinin kalıp kalmadığını da öğrenebilirler. Hatta çok daha fazlasını da…

Ne dersiniz? Derin uykusundan uyanabilir mi, memur ‘öğretmen’ler, memurlaştırılan ‘öğretmen’ler? Ve uyanıp, sendikalarını, öğretmenin toplumsal itibarının göstergelerinden biri kılmaya yeltenebilirler mi? Yoksa öğretmenliği memurluğa boğdurtmuş olanların, bu yollarda izi olmaz mı, diyorsunuz?

Madem öyle, bu durumda da fazla söze gerek yok! Toplu sözleşme sonuçlarını diline dolayıp da kimse eğitimin halinden ya da maaşından yakınıp durmasın! Böyle ‘öğretmen’e böyle ‘sendika’ da bu kadar maaş artışı da çok bile… Çünkü adaletsizlik-haksızlık, yolsuzluk-yoksulluk dâhil, her türden yalan ve talanla kaim olan ve insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin duvarında, aymaz bir tuğlaya dönüşmekten rahatsızlık duymayan ve buna karşı çıkmayanların, mızmız çocuklar misali, bunlardan da yakınmaya hakkı yoktur.


* Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com

Etiketler
MEB Öğretmen