Prof. Dr. Melek Göregenli: Bu süreci bireysel olarak atlatmamız mümkün değil

"Sosyal mesafe kavramı, sürecin daha bireysel olarak toplumsallıktan uzaklaşma hatta diğerini önemsememe biçiminde yaşanmasına neden olabilir. Oysa bu kez yaşadığımız, doğası gereği toplumsal..."

Prof. Dr. Melek Göregenli: Bu süreci bireysel olarak atlatmamız mümkün değil

Evrensel'den Fatih Polat koronavirüs salgının sosyolajik etkilerini sosyal psikoloji alanında önemli çalışmaları olan Prof. Dr. Melek Göregenli ile konuştu.İşte o röportaj:

Hocam, koronavirüs günleri ile birlikte hayatımızda belli kavramlar öne çıktı. Ancak kavramlar doğru kullanılmadığında düşünceyi doğru ifade etmek de mümkün olamıyor. ‘Sosyal mesafe’ bunlardan biri. Siz, 16 Mart günü Twitter hesabınızdan doğru kullanımın ‘fiziksel mesafe’ olduğunu yazdınız. Aradaki fark ile başlasak.

Aslında sosyal medyada bu konuya dikkat çekmemin amacı, kavramsal bir düzeltme yapma ihtiyacından çok “sosyal mesafe” kavramının yaratacağı algısal yanlışlığa dikkat çekmekti. “Sosyal” ya da Türkçe karşılığı ile “toplumsal” kavramı, doğal olarak “diğer insanlar”ı işaret ediyor; “diğerinden uzak dur”. Genel olarak bireye ve bireyin iyiliğine, kendini kurtarmaya vurgu yapan; emeğin, kişisel performansla toplumsallığından koparıldığı küresel liberalizmin dünyasında beklenen budur. Yaygın kullanılan "sosyal mesafe" kavramı, sürecin daha bireysel ya da küçük gruplar olarak kapanma, toplumsallıktan uzaklaşma hatta diğerini önemsememe biçiminde yaşanmasına neden olabilir.

Oysa bu kez yaşadığımız, doğası gereği toplumsal, herkes kolektif olarak önlemler almazsa ve hatta diğerini gözeten biçimde davranmazsa bu süreci bireysel olarak atlatmamız mümkün değil. Tek başınıza –ya da küçük ailenizle- bütün önlemleri aldığınızı ve evinize kapandığınızı, çalışmak zorunda da olmadığınızı düşünün; eğer gündelik ihtiyaçlarınızı karşılayacak hizmetleri dışarıdan getiren insanlar gerekli önlemleri almamışsa risk altındasınız demektir.

Doğru kavram “fiziksel mesafe”dir. Aramıza koymamız gereken mesafe mekânsaldır, fizikseldir, asla toplumsal değildir, tam tersine toplumsal olarak aramızdaki tüm farklılıklar yokmuşçasına yakınlaşmak, kolektif bir zihniyet, tutum ve davranış değişikliği için birbirimizi güçlendirmek zorundayız. Kişisel değil kolektif-toplumsal bir tehditle karşı karşıyayız, başa çıkmanın yolu da kolektif ve toplumsal olmak zorunda.

Kavramsal olarak açmam gerekirse, kişisel mekân (Personel space) kavramı genel olarak sosyal etkileşimlerin, insanların arasındaki mesafe tarafından belirlendiğini vurgular; insanların çevresindeki fiziksel mesafeyi tanımlayan esnek geçirgen beden merkezli boşluk demektir ve kişilerarası fiziksel mesafeyi anlatır. Kim olduğunuz değil, nerede –ne kadar uzakta, ne mesafede– olduğunuz, sizi nasıl algıladığımı ve aramızdaki iletişimin içeriğini belirleyecektir.

Çevre Psikolojisi literatüründe kişisel mekân kullanımının farklı ilişki biçimlerinde nasıl şekillendiği tarif edilir; Kişisel Mesafe (Personel distance) bu kademelerden biridir, kültürlere göre değişir ve insanlar arası etkileşim kişisel mesafeden doğrudan etkilenir. Güney Avrupalılar, Latin Amerikalılar, Doğulular gibi temas kültürlerinde (contact cultures) insanların karşılıklı ilişkileri sırasında birbirlerine daha fazla angaje oldukları ve daha yakın mesafeler kullandıkları bulunmuştur. Bu kültürlerde sadece daha az mesafe kullanımı değil, daha fazla göz kontağı, daha fazla miktarda dokunma ve daha doğrudan vücut yönelimi söz konusudur.

Kuzey Amerikalılar ve Kuzey Avrupalılar arasında ise; karşılıklı ilişkiler sırasında insanların birbirine daha az angaje oldukları, dolayısıyla daha fazla kişilerarası mesafe kullandıkları gözlenmiştir. Bedeni çevreleyen bu görünmez boşluk, baloncuk neye yarar? Fiziksel çevreyi kontrol ederek, inançların, değerlerin ve kişilik özelliklerinin aracılığıyla, düzenlemeler yaparak bir yandan kendimizi, kimliğimizi ifade ederiz diğer yandan mesafeler, alanlar ve objelerin kontrolü yoluyla sosyal etkileşimlerimizi düzenleriz. Açılma-kapanma diyalektiği diyebileceğimiz bir tür mekânsal kontrol yoluyla diğer insanlarla iletişimlerimizin kontrolünü sağlarız.

Koronavirüs tehdidinden korunmak bağlamında ‘Evde kal’ çağrıları da sıkça yapılıyor. Ama diğer yandan da, sizin de dikkat çektiğiniz ‘evde kalma’ halinin bir içe kapanmaya dönüşmemesinin önemi var. Burada anlamlı denge nedir?

Şu anda yapmamız gereken kişisel mesafeyi büyütmek yani yakın olduklarımızla bile fiziksel olarak uzak durmaktır, evden çıkmamak dâhil. “Evde kal” yerine “Evde kalalım” sloganını tercih ederim, kolektif bir çağrı olacağı için. Fiziksel izolasyon hatta küçük grup izolasyonu yaşamak zorundayız. Ancak günümüzde geleneksel bilgiden farklı olarak fiziksel mesafe sosyal mesafeyi yaratmak zorunda değil.

Sosyalliğin yan yana gelmeden de yaşanabileceği, hatta ev içlerinin –maddi imkânlarınız ölçüsünde tabii- haz merkezleri haline geldiği, sokağın neredeyse yok olduğu günümüzde evde kalıp ev dışındaki hayatla ilişkilenmek mümkün. Biz bu koşullara gönüllü olarak razı olmamış mıydık?:) Sosyal izolasyonun olumsuz sonuçlarını, diğerleriyle dijital iletişimler kurmak yoluyla azaltabiliriz, her yerde ve Türkiye’de de sosyal medya ve diğer mecralar yalnız olmadığımızı hissettiren paylaşımlarla dolu. Fakat, bu süreci hem evde kalarak hem de başka evlerde kalanların farkında olarak yaşayabilmek, ancak dayanışmayla, hep beraber hayatta kalabileceğimiz bilgisiyle mümkün; bu bilgi ancak kolektif bir sorumluluğa yol açabilir. Fiziksel olarak uzak durup sosyal mesafeyi azaltmak, dayanışma, paylaşma ve birbirinin farkında olmak, kolektif sorumluluk demek.

"EŞİTLİK METAFORU VİRÜSE ADALET DAĞITMA GÖREVİ VERİYOR"

Bir diğer önemli noktada, koronavirüsün sınıf, kültür farkı gözetmeksiniz herkesi eşit düzeyde etkilediği iddiası. Herhangi bir sosyal medya kullanıcısı da, ‘kanaat önderi’ gibi muamele gören kişiler de, gazetelerin yayın yönetmenleri de bu iddiayı dile getiriyor. Sizin 17 Mart günü Twitter’da “Hiç de eşitlikçi falan değil” diyerek buna da bir itirazınız oldu. Bu çok dillendirilen genelleme neden yanlış?

Bu genelleme yanlış, çünkü sınıfsız, zümresiz, katmansız ne derseniz deyin bir toplumdan söz etmiyoruz, maalesef dünyanın hiç bir yerinde böyle bir toplum henüz tam olarak kurulamadı. Salgından önce de eşit değildik, sırasında da değiliz, geçince de sonuçlarından aynı biçimde etkilenmeyeceğiz. Bence virüsün bulaşma olasılığı konusunda bile eşit değiliz. Evde oturabilenlerle, dışarıda ve toplu taşım kullanarak işlerine gidip gelmek zorunda olanlar, aynı önlemleri alsalar bile eşit koşullarda değiller.

Esasen bu “eşitlik” metaforu, bazen virüse bir tür akıl, ahlak hatta adalet dağıtma görevi vererek “Bak, zengin fakir ayrımı yapmıyor..” biçiminde kuruluyor ve sistemik eşitsizlik ve adaletsizlikleri meşrulaştırma işlevi görüyor. Virüs, sadece bir RNA ve zardan ibaret, elinde olsa dünyaya uğramazdı bence, yarattığımız uygarlığın sonuçlarını yükleyebileceğimiz bir adalet savaşçısı değil.

Sınıfsal farkların yanında kültürel, bağlamsal coğrafya vb., farklılıklara dayanan değişiklikler de söz konusu ama bunlar her zaman doğrudan adaletsizliğe yol açmayabilir, uygulama farkları yaratıyor. Önceki yanıtta ifade ettiğim, hastalığın “ben ya da aileme” değil hepimize yönelik ve ancak hep beraber başa çıkabileceğimiz bir ortak sorun olduğu fikri bir yandan ifade edilir gibi yapılıyor ama bir yandan da verilen tüm mesajlardan “eşit olmadığımız” sonucunu çıkarmak mümkün.. Yaşlılar ölüyor, sigara içenler ölüyor, bağımlılar, hastalar ve yaşlılar ölüyor yani kısaca.. Gençler, hijyenikler, fitler, sağlıklı yaşamcılar, kendine yardım etmeyi öğrenmiş olanlar, düşünce gücüyle dünyalarını değiştirebileceklerine inananlar ölmüyorlar. Sonra neden sokağa çıkıyorlar.. yaşlı amcacığım gibi maaşını almaya ya da bakkala,, hastaneye gitmeye değil..ya da işe değil.. onlara bir şey olmayacağına inandıkları için de sokağa çıkıyorlar. Toplumsal bir zihniyet dönüşümü, diğerini gören bir kolektif bilinç yaratılmadıkça, ortak bir tutum ve davranış değişikliği mümkün değil.

"DİL, DÜNYALARIMIZI KURAN İDEOLOJİK BİR ARAÇ"

Yine koronavirüs günlerinde haber metinlerinden, resmi yetkililerin açıklamalarına ayrımcılık üreten klişelerin sıkça dillendirildiğini görüyoruz. Siz de, yine Twitter’da 18 Mart günü, Sağlık Bakanı Koca’nın bir açıklamasının ardından, “Ölen yurttaşın virüsü Çinli bir çalışanından aldığını söylemeniz şart mıydı?” diye yazarak tepki gösterdiniz. Böyle bir zamanda dili kullanırken nelere dikkat etmeli sizce?

Kuşkusuz bu sorunun kapsamlı bir yanıtı çok uzun olabilir ama dilin, dünyalarımızı kuran bütünüyle ideolojik bir araç olduğunu, basit bir iletişim aracı olmadığını belirtmek gerek. Sadece ayrımcılık yapmıyoruz dil aracılığıyla bilerek ya da bilmeyerek ayrımcılığı meşrulaştırıyoruz da. Çinliler, baştan beri, mutfak kültürlerinden tutun da kalabalık olmalarına, dünyanın her yerinde olmalarına vb., bir çok özcü inançla damgalandılar. Baştan beri, Sağlık Bakanı’nın açıklamalarındaki ölen insanların sadece “yaşlı” oldukları, son uygulamayla mantığı ve yararı konusunda hiçbir açıklama yapılmaksızın 65 yaş üstü insanlara sokağa çıkma yasağı getirilmesi, son olarak “koah” hastalığı vurgusu, yukarıda söylediklerimin örneklerini oluşturuyor.

Sosyal medyada, sokağa çıkan yaşlılarla alay eden, onları küçük düşürüp aşağılayan, utandıran davranışlar keşke “münferit” olsa.. Biz, mahalledeki delileri taşlayarak büyüyen çocukların oluşturduğu bir toplumuz, yeter ki ahlaki ya da yasal bir bedeli olmayacağını hatta onaylanacağını bilelim; ayrımcılık ve sonucunda şiddet için her türlü politik ve bağlamsal tecrübeye sahibiz. Yaşlı insanlara yapılan muameleye ceza olarak verilen de traji komik: Bütün toplumun yapması içi çırpındığımız bir davranış değil mi bu? 15 gün evde kalacaksın ve sonra huzur evlerini ziyaret edeceksin, al sana işkence..

"FİZİKSEL OLARAK UZAK, AMA SOSYAL OLARAK YAKIN OLMAMIZ LAZIM"

Bir sosyal bilimci olarak, bu zor zamanda, doğru bir yola çıkış için, toplumsal ve kişisel ilişkiler bağlamında neler önerirsiniz?

Bu kısa sürecek bir şey değil, yeni örgütlenme ve sürece müdahale, dayanışma biçimleri yaratabilmek için, şimdiden, "diğeri" ni görmeyen bir iyi kalma halinin olamayacağını bilmemiz ve anlatmamız iyi olabilir. Bu sürecin, her koyun kendi hayatını kurtarsın, parası ve imkanı olan da zaten yaşar, yoksulun, sesi çıkamayanın, yaşlıların, zaten hastaların canı da umurumuzda değil şeklinde bir liberal tahayyülle yaşanmasına izin vermeyelim.

Fiziksel olarak uzak ama sosyal olarak yakın olmamız lazım her zamankinden çok birbirimize, örgütlerimize, siyasal iradelerimizi birlikte çoğaltmaya ihtiyacımız var. Farklı dayanışma ağları ve girişimler oluşuyor hızla bu çok sevindirici. Başka, dayanışmacı ve kolektif bir “biz” yaratmak zorundayız, bu salgınla ancak öyle başa çıkabiliriz. Fiziksel izolasyonun olumsuz psikolojik etkilerini yakın zamanda yaşamaya başlayacağız. Hiç karşılaştırılabilir olmasa da temel araştırma sonuçları bakımından yararlı olabilecek, F tipi cezaevleriyle ilgili sosyal izolasyon literatürü önemli bilgiler sunuyor.

Küçük grup izolasyonunun da, aynı mekanda uzun süre birlikte yaşamak durumunda kalan insanlarda olumsuz etkileri olduğunu biliyoruz. Bunlarla başa çıkabilmek için, evlerde birlikte ve ayrı ayrı olabileceğimiz bir yaşama düzenine geçebilmek iyi olabilir. Çocuklarla ilgili olarak sevgili İpek Gürkaynak hocamın ifadesiyle söylersem “ evleri çocuklardan korumak”tan vazgeçin; çocukların ve evde yaşayan herkesin mekan üzerinde kontrol duygusu yaşayabileceği, özgürlük alanları yaratmasına izin vermek iyi olabilir. Nohut oda bakla sofa evlerde bile yaşıyor olsak, eviçi mekanların sıkı değişmez bir düzen içinde olması yerine, evde yaşayanların ihtiyaçlarına göre dönüştürülebilmesi mümkün olabilir.