Erol Evgin: Artık starlar siyasetçiler

Abone ol

Usta sanatçı Erol Evgin, "Televizyonlara bakın tartışma programlarından geçilmiyor. Bu kadar tartışmaya Türkiye'nin uçması lazımdı şimdiye kadar! O kadar insan her gece birbirini yiyor, konuşuyorlar ama biz yerimizde sayıyoruz!" dedi.

50. yılını sahnede kutlayan Erol Evgin, Cumhuriyet'e konuştu:

- 50. yılınızda Anadolu'yu neredeyse turladınız. Nasıl geçiyor turneniz?

Edirne'den Ardahan'a denir ya öyle dolaştım ben. 50 yılda şarkı söylemediğim hemen hemen hiçbir yer kalmadı. Bir gözlemim var... İnsanlar aynı şarkılarla hüzünleniyorlar, Edirne'de Ardahan'da da veya yurdun her yöresinde. Ayn türkülerle hüzünlenip, aynı türkülerle coşuyorlar.

Bu müthiş bir ortak duygunun, birliğin, bir ulus bilincinin ifadesi diye düşünüyorum ve bu bana hep çok moral verdi. Bu beni hep çok umutlandırdı. Ötekileştirmeye, kutuplaştırmaya karşı şarkıların en önemli ilaç, merhem olduğunu hep düşündüm. Hakikaten insan hayatında hiç şarkısız kalmasın. Allah kimseyi şarkısız bırakmasın diye bir duam var benim. Çok çok önemli. Hikaye ve şarkı ekmek kadar önemli ve değerli insan yaşamında. Tüm dinlerde birbirine benzer hikayeler vardır.

- Seyirciyle göz göze geldiğinizde neler hissettiniz bu yaz?

Sahne çok değişik bir şey tabii. İlk başlarda dizlerin titreyerek çıkıyorsun. Zaman içerisinde seyirciyle bir bağ kuruyorsun. Hemen kurulmuyor bu bağ. Bu bağı oluşturan en önemli etken samimiyet. Samimiysen yaptığın işte, önce kendin inanıyorsan yaptığın işe o zaman insanları inandırabiliyorsun. O zaman insanların göz bebeğine bakarak yapıyorsun işini ve onlar da inanıyorlar. Önce inanmak lazım. İnanmak için de işini doğru yapman lazım. Ek yerin, yaman falan olmayacak. Tertemiz olacak, inanacaksın kendine ve insanları inandıracaksın.

Ve o samiyiyet zaman içinde aramızda bir arkadaşlık kuruyor. Giderek aile oluyoruz. 50 yıldır söylediğim şarkılar insanların hayatlarına sinmiş, anılarına sinmiş. Nişanlanmışlar, evlenmişler, çocukları doğmuş o şarkıyla, çocuklarını evlendirmişler, anne babalarını yitirip belki o şarkılarda teselli bulmuşlar… İnsanların yaşamlarına sinmiş olmak bana çok önemliymiş gibi geliyor.

Şarkı söylediğim ilk yıllarda yalnızca şarkı söylemeyi düşünürdüm ama zaman içinde geri dönüşlerle "ya bizim yaptığımız iş baya ciddi bir işmiş" demeye başladım. - Sanatçının toplum üzerindeki etkisi değil mi bu? Evet... Yani yaptığım işin çok önemli olduğunu yeni yeni düşünmeye başladım. (gülüyor)

NAZIM HİKMET BİR DÜNYA MİRASI

- İki konserinizi izledim bu yaz. Hem Atatürk hem Nazım Hikmet vurgusu yaptınız. En çok alkışı aldığınız anlardandı…

Bir coşku oluyor, evet. Tabii Nazım Hikmet bir dünya mirası. Dünyanın yetiştirdiği en değerli şairlerin başında geliyor. Bizim de en büyük şairimiz, gururumuz. Benim çocukluğumdan beri evimizde hep yüksek sesle şiir okurdu, abilerim mesela… Kulağım hep Türk şiiriyle doludur. Ben de bilirim Türk şiirini. Nazım Hikmetler, Orhan Veliler, Cemal Süreyyalar…

Hep terennüm edilirdi evde. Bu gelenek İranlılarda vardır. İran'da akşam yemekten sonra insanlar bir araya gelip şiir okurlarmış. Bunu duyduğumda çok etkilenmiştir. Bizim evde de bu vardı. Nazım Hikmet'e çocukluğumdan beri çok büyük hayranlık duyardım. Gazetelerden onun haberlerini takip ederdim. Onun hakkında çıkan her şeyi okudum aşağı yukarı...

BİR UMUT IŞIĞI ATATÜRK...

- Atatürk de aynı şekilde sanırım…

Atatürk, Türkiye'nin kurtarıcı ve kurucu babası. O kadar ileri görüşlü ki, biliyorsunuz İngiliz Bakanı Lord Coyc, "Birkaç yüzyılda bir dahi yetişir, o da Türklere nasip oldu" demiştir. Atatürk'ü de çok okudum. Belki kütüphanemin yarısında Atatürk kitapları var. Müthiş bir deha. Çocukluğundan başlayarak hep kendini yetiştirmiş, bir hedefe doğru kendini hazırlamış.

Aşkları, evlilikleri, yaşamı... Her şeyi tek bir hedef için. Aklına koyduğu tek bir şey için: Çağdaş uygarlık düzeyinde bir ulus devlet yaratmak için. Çocukluğundan beri insan böyle bir hedefe nasıl kenetlenir? Nasıl bir şey bu? Heyecan verici... Dolayısıyla o iki isim benim için çok değerli. Yalnız benim için değil konserlerime gelenler için de öyle.

Bir umut ışığı Atatürk hala… Çağdaş, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti için tek formül hala Atatürk. Onun kurallarıyla biz ancak ilerleyebiliriz. 100 yıl önce bugünü görmüş, kuralları koymuş... O yüzden konserlerde insanlarla bir kıvılcım çakmış gibi birlikte söylemeye başlıyoruz şarkıları. Konser demek zaten seyirciyle oluşan bir şey.

Bir ayin gibi, kitlenin birlikte oluşturduğu bir enerji... Ben de çok heyecanlanıyorum, bazen gözlerimden yaşlar süzülüyor. Bazen gülüyoruz, öyle bir coşku içinde bazen üç saat sahnede kalıyoruz...

- CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 30 Ağustos'ta Cumhuriyet'te bir yazı kaleme aldı. Nazım Hikmet'in Atatürk'ü okuduğunu, bazı şiirlerinde ona atıflar yaptığını söyledi. Siz de Nazım'ı çok okudum dediniz az önce. Siz de rastladınız mı böyle bir ize?

İkisinin de ortak özelliği var. Türk halkını çok iyi biliyor ve tanıyorlar. Nazım, paşa torunu ama hapishanelerde yattığı yıllarda herkesle arkadaşlık etmiş. İnsan olarak çok olgun, herkesle dostluk kurmuş, herkesi teşvik edermiş, "sen yaz, sen yazma, sen resim yap" diye… İkisi de çok coşkulu, tutkulu insanlar ve Türk halkını çok iyi biliyorlar.

Bu bakıma Kemal Bey'in yazısı enteresandı. Siyasetçiler çok yoğun yaşıyorlar biliyorsunuz. Ben rahmetli Hasan Celal Güzel'e "kitap okuyor musunuz" diye sormuştum. Biz darbe dönemlerinde okuruz demişti. (Gülüyor) Koşturmaktan… Kemal Bey'in bayaa ciddi bir araştırmayla bu yazıyı kaleme alması, çok saygıdeğer.

- Sizinki 50 yıllık müthiş bir hikaye. Ama şu anda toplumumuzda sanata verilen değerin azaldığını hissediyoruz...

Mehmet Ali Aybar, bizim Çiğdem Talu'nun eniştesiydi. Yıllar önce bana bir gün dedi ki "Çok şanslısınız siz. Türk halkı şarkı, türkü çok sever" dedi. Bir düşündüm, ninnilerden, ağıtlara kadar her şey müzikal. Bu sözü hiç unutmadım, gözledim hakikaten Türk halkı müziği çok seviyor. Bu açıdan şanslıyız ama Türkiye, Avrupa ve dünya ile ilişkide kapalı bir toplum. Son otuz sene dışarıya açıldık belki...

Evrensel düzeye ulaşmak bu nedenle hala zor. Bunun bir de lobilerle ilişkisi var. Türkler dünyaya yayıldığı oranda, biz de gidip müziğimizle onlara hizmet edeceğiz. Mesela Amerika'da İspanyol şarkıcılar çok iyi işler yapabiliyor. Çünkü İspanyol lobisi çok güçlü, İspanyolca ikinci dil. Avrupa'daki soydaşlarımızın orada olmasından mutluyum. Kendimizi ve sanatımızı dünyaya anlatmak açısından bakıyorum. Beyin göçü olarak gitmekten söz etmiyorum. Hatta konserlerimde "aldım başımı gidiyorum derim ama gitmeye hiç niyetim yok, gidecek başka yerim de yok" diyorum…

ŞİMDİ STAR SİYASETÇİ

- Geçmişi okudukça, sanki sanatçılar toplumun göz bebeği gibiydi… Şimdi o hava yok mu?

Haklısınız ama yalnız sanat için değil bu, siyaset her şeyin önüne geçti Türkiye'de. Artık starlar siyasetçiler. Her saat her dakika bütün kanallardalar, yazılı basındalar, her yerdeler. Televizyonlara bakın tartışma programlarından geçilmiyor. Bu kadar tartışmaya Türkiye'nin uçması lazımdı şimdiye kadar! O kadar insan her gece birbirini yiyor, konuşuyorlar ama biz yerimizde sayıyoruz.

Müzik programı yok. Konser programı yok. Eskiden yapardık biz. Genç çocukları yarıştırıyorlar onlar var. Bir Emel Sayın konseri veya bir Ajda Pekkan konseri olur. Bir saat şarkı söylerler... Benim çocukluğumda Şan Sineması vardı. Münir Nurettin Selçuk konserleri olurdu ve İstanbul Radyosu'nda sabahları yayınlanırdı. Televizyonlarda her şey siyaset üzerine, diğer sanatlar da yok…

Bir bakıma bizim yakın tarihimizi…Fıkralarla da güldürüyorsunuz…

Bir iş eğlenceliyse bilgedir. Eğlenceli olmayan iş bilge de olmaz. Ben mimarlık eğitimi aldım. Türkiye'nin en büyük mimarları hocalarımızdı çok gırgır adamlardı. Derslerdeki ciddiyetin dışında çok şakacı insanlardı, şaşırırdım. İşini yaparken eğlenmek, keyifle çalışmak çok değerli. Ben konserde arada şakalar yapıyorum, bazen dramatik şeyler de oluyor, bu kontraslar konseri daha çekici hale getiriyor diye düşünüyorum.

- Konserlerinizde, yaşlı, orta yaşlı, genç diye tarif edeceğim bir kitleniz var. Her kuşakta sizin şarkılarınızın söylenmesi nasıl bir duygu?

Müthiş bir duygu. Genç kızlar da bazen imza istiyorlar. İnsanın hoşuna gidiyor ama "annem için" diyorlar. Anneannesi için imza alan var benden. (gülüyor) Sahnede anlatıyorum bunları. Bedia Muvahhit, "Sen benim ahir zaman aşkımsın, üzüldüğüm tek şey var karın kıskanmıyor" derdi. Tevhide İpar vardı, Bedia hanımın arkadaşı, benden imzalı resim istedi. "Beyefendi bu resmi Hafız Burhan'ın resminin yanına koyacağım" dedi. Ondan da almış gençliğinde. Gençler beni ciddi zannediyorlar, yaşlı başlı adamım diye. Ben sahnede ordan oraya zıplarken, biraz şaşırıyorlar. Birkaç nesil bir arada bizim şarkıları söylüyorlar. O şarkılar da 40 küsür, 50 yaşında.

- Müzik sizin hayatınız ama nasıl geçti bunca yıl?

Çocukluğumdan beri yalnız şarkı söyleyeceğimi düşünürdüm. Dört yaşlarında tangolar söylerdim sandalyelerin üzerinde. Aileden de teşvik görürdüm. Misafir gelince çıkarırlardı beni sandalyenin üzerine. Sonraları hep müzikle bir şey yapacağımı zannettim. Fakat altın bilezik meselesi var babam disiplinli bir adam. Beş erkek kardeşiz biz. Herkes yüksek tahsil yapacak, yabancı dil eğitimi alacak. Lise sona kadar rahat müzik yaptım.

NASIL MİMAR OLDUM

- Sonra?

Üniversiteye nereye gideceğim diye düşünürken mimarlığı buldum. Mimarlık "susmuş bir müziktir" derler. Hakikaten dönemlerin mimarisiyle müziğinin çok benzer yanları vardır... Resmim de iyi idi. Mimar çıktım ama hep müzik devam etti. Bir dönem Prof. Bülent Özer'in okulda asistanlığını da yaptım. Bir gün gittim "Hocam şarkılar ısrarla beni çağırıyor" dedim, peki tamam dedi. Sonra yoğun bir şekilde müzik yaptım. Dönemlerim var. 69'da ilk plağımı yaptım.

76'ya kadar kendi yazdığım sözlerle 45'lik plaklar yaptım. Sonra Çiğdem Talu-Melih Kibar'la çalışmaya başladım, sekiz yıl yalnız onların yazdığı şarkıları yorumladım. 80 yılında müzikaller başladı. Hisseli Harikalar, Şen Sazın Bülbülleri falan... Sonra televizyon dönemi başladı. Özel kanalların devreye girmesiyle televizyon şovları yaptım. Sonra arabesk egemen oldu, benim dünya görüşüme uymadığı için için kenara çekildim.

- Ve aktif olarak mimarlık yaptığınız dönem başladı…

Eşimle ofis açtık. 20 yıl mimarlık yaptık. Bu arada televizyon şovlarına devam ettim. 2005'te Melih aramızdan ayrılınca eski şarkıları toparladığımız koleksiyon albümleri yaptık. Balmumcu'da bir otelde söyledim. İnişler çıkışlar oluyor yaşamda, bütün sanatçılarda böyledir. Amerikalılar come back diyor. Biz bit pazarına nur yağdı deriz. (gülüyor) Şimdi Altın Düetler 1 ve 2… Müzik hiç bırakmadı beni. Çetin Altan diyor ki, bir işten aldığın zevk o işten kazandığın paradan çoksa mutlusun. Ben çok mutlu oldum, o kadar çok zevk aldım ki...

- 70'lerde, 80'lerde müthiş bir sanatçı grubu, arkadaşlık da varmış çevrenizde…

Benim iki şansım oldu. İstanbul Erkek Lisesi'nde okurken, batı müziğine hayranlık duyuyoruz. Kendi değerlerimizle o müziği buluşturmaya çalışıyoruz. Türk Pop Müziği'nin emekleme dönemlerinde o müziği seçtik. Kentin folklorü dediğimiz... Bu bir şans, emekleme döneminde o müzikle yürümek benim kariyerimi uzattı. İkinci şansım da çok önemli sanatçılarla birlikte olduk. Alaturka gazinolarda çalışıyorduk.

İzmir fuarlarında her gece binlerce kişiye söylüyorduk. Kulislerde çok tatlı arkadaşlıklar oluyordu. Egemen Bostancı, 80'li yıllarda Şan Tiyatrosu'nu ele aldı ve uzun yıllar müzikaller oynandı, orada hep bir araya geliyorduk. Dolayısıyla bizim dönemin sanatçıları birbirleriyle hep dosttur, saygılıdır birbirlerine, kimse kimsenin arkasından çok fazla atıp tutmaz. Şimdi öyle birleştirici mekanlar veya atmosferler yok diye düşünüyorum. Gençlere bakıyorum herkes kendi havasında...

ADOŞ BİZİ GÜLDÜRÜRDÜ

- Adile Naşit mesela... Biraz da o tatlı anılardan söz etsek...

Adile abla çok şekerdi. Darbe olmuş, Egemen Bostancı, Mustafa (Oğuz), ben bir odada oturuyoruz, İzmir'de Kısmet Otel'de. Adile abla telefon etti, yanınıza geliyorum diye. Bo Derek vardı o zaman. Onun gibi saçlarına boncuklar takmış, ince ince örmüş, şeffaf gecelik giymiş, ruj sürmüş, bir müzikle içeri girdi bir dans etti, öldük gülmekten. Biz kara kara matineler ne olacak, sokağa çıkma yasağı var diye düşünürken Adile abla bir anda havamızı dağıttı. Çok hikayesi vardır onun…

- Birini daha dinleyelim mi sizden?

Yaka mikrofonları geldiğinde ülkeye onu ilk biz kullandık. Kulise gidince kapatın pil bitmesin denmişti. Bir ara kulise girdim, Adile abla tatsız, Adoş neyin var dedim. "Hemoroidim var, rahatsızlık veriyor" dedi. Erol Günaydın "ya benimki de turşu suyu içince böyle azıyor" falan diye bir hemoroit sohbeti başladı. O sırada sahne müdürü koşarak geldi "millet sizin kıçınızı dinliyor kapatın mikrofonu" diye… (gülüyor) Sahnede çok komik şeyler de yapar güldürürdü bizi. Güzel yıllardı. Bazı dönemler böyledir, bir rüzgar eser...

- Şimdi bir kıpırdanış görüyor musunuz?

Olacak tabii. Yine Mehmet Ali Aybar'a sormuştum. 80 öncesiydi. İnsanlar ölüyor. Taksim'de arabadan inip Şan Sineması'na girene kadar tak tak tak meydandan kurşun sesleri gelirdi kulağımıza. "Ne olacak, endişeliyiz" demiştim. "Büyük devletlerin yaşamlarında dalgalanma olağandır" dedi. Sanatta da öyle, bazen rüzgarlar esiyor, inişlerden çıkışları ben de bekliyorum. Tabii ileri düzeyde eğitim her şeyin başı. Bildiğini görüyor insan. Bu Leonardo'nun bir sözü. Bilmediğini görmüyorsun. Ağaç mesela. Bilsen, yaşını görüyorsun, hastalığını, ne yönden rüzgar almış, ne yönde yosun tutmuş, her şeyini görüyorsun. Görmek, bilmektir. Ne kadar çok bilinçlenirsek, ne kadar çok uyanırsak o kadar çok şey göreceğiz, ve o kadar çok şey yaratacağız.

- Siz umutlusunuz belli ki…

Ben umutluyum hep. Karamsarlığa hiç düşmüyorum. Siz de asla karamsarlığa düşmeyin. Her şeyin sonu çok iyi olacak. Suyun akışını değiştiremezsiniz su çağdaşlığa doğru akıyor. İstediğiniz kadar önüne setler çekin, olmaz. İnsanoğlu, doğruya, güzele, bilgiye, akla, iyiliğe akıyor.

AKM'NİN YIKIMI...

- İstanbul'u da sormak isterim. Çocukluğunuzun İstanbul'u nasıldı?

Nüfusun bir milyon olduğu, asude yıllardı. "Bir maniniz yoksa" yılları. Moda'daydım, bizim sokakta iki taksici vardı. Ünlü futbolcularla sokakta top oynardık. Can Bartu'nun yakın arkadaşı vardı, gelirdi, ayağımızdan bir alırdı topu on dakika peşinde koşardık... Mini futbol ilk kez Kadıköy Spor Kulübü'nde oldu. Gelenleri sayayım size: Metin Oktay, Turgay Şeren, Can Bartu futbol oynuyor, insanlar seyrediyor. Moda köşklerin pansiyonların olduğu bir yerdi. O günden bugüne nüfus 15 kat arttı. Olacak iş değil. Bir de muhafazakar bir toplum olduğumuz söyleniyor ama muhafaza etmek korumak demektir. Muhafaza etmeyi bilmeden nasıl bir muhafazakarlıktır bu. Korumuyoruz. Mesela eskidi bina diye yıkıyoruz. AKM'yi yıktılar. AKM Cumhuriyet'in ikinci dönem mimarisinin önemli değerli bir eseridir. Fonksiyonları eskidiyse yenilenir. Bu mantıkla yıkıma başlarsak İstanbul'un surları da eskidi ve fonksiyonu kalmadı onlardan başlayalım yıkmaya…

BİNALAR DA DÜRÜST OLMALI

- Peki mimariyi nasıl değerlendiriyorsunuz bir mimar olarak?

Mimaride çağın malzemesi çağın formunu getirir. Eski çağlarda geniş açıklıkları başka türlü aşamadıkları için kubbe formunu bulmuşlar. Ayasofya en güzel örneği. Osmanlı mimarisinde kubbe formu kullanılmış. Mimar Sinan muhteşem yapılar inşaa etmiş. Şimdi Sinan'ın 16. yüzyılda yaptığının aynısını 21. yüzyılda taklit ediyoruz. Bu nasıl bir şeydir? Binalar da insanlar gibi dürüst olmak durumunda.

Baktığın zaman diyecek ki 21. yy da yapıldım, o bina diyor ki ben 16. yy da yapıldım. Dürüst değil. Olmaz ki. Üstelik de betonarme yapılıyor. Çeliğin, camın veya başka malzemelerin başka formlarda inşaa edilme imkanı varken 500 yıl önce yapılmışın aynısını yapıyorsun. Ecdadımız diyoruz onun silüetini gökdelenlerle deliyoruz.

Anadolu'da Selçuklu kümbetlerinin yakınına kadar gelmiş apartmanlar. Toplumun genel eğitimi, kültürü neyse mimariye de o yansıyor. Niçin 16. yüzyılda Osmanlı mimarisi en görkemli zamanını yaşıyor çünkü devlet her bakımdan iyi gidiyor, ustasına veriyor işi. İstanbul'a yazık tabii... Geceleri güzel ama yine...

- Altın Düetler albümünüzün ikincisi çıktı. Çok ilgi görüyor ikisi de… Şarkıları nasıl belirlediniz?

Şarkılar hakikaten altın şarkılar. Bir kadın dokunuşu olsun istedim, yalnız kadın sanatçılarla bir araya geldim. İkinci albümde Ajda Pekkan, İçimdeki Fırtına'yı söylemek istedi. Nil'e (Karaibrahimgil) Canım Benim'i yakıştırdım ben. İlk albümde Sezen Aksu, "Ben imkansız aşklar için yaratılmışım"ı istedi, "benim hayatımı anlatan şarkı bu" diyerek..

Sıla da Ateşle Oynama'yı istedi. "Bir bildiği var herhalde" dedim, hakikaten ateş çıktı şarkıdan! İkinci albümün ilk klibini Canım Benim'e çektik. Nil'in eşi Serdar Erener çekti, yakında yayımlanacak. Bu albümler için bir sene düşündük, iki yıla yakın çalıştık...

- Sahneye çıkarken bir ritüeliniz var mı?

Sağlık için, bütün ailemi sayar, tek tek dua ederim. Bir de "utandırma Allahım" derim. Her zaman aynı heyecan var. Adrenalin olmadan olmuyor ki. Beklenti büyüdüğü zaman heyecan daha çok oluyor. Çok büyük bir hazırlıkla çıkıyorum. Arkamdaki orkestra da mum gibi, hep okunmuştur üflenmiştir onlar da. Gözümün içine bakarlar, bir saniye bile çok önemli benim şovumda. Cümlem bittiğinde, tak diye müzik girer. 10 yıldır birlikte çalışıyoruz, biliyorlar titizliğimi. Biz, ayrıca birlikte eğleniyoruz.

- Gençken sahnede hayal kırıklığınız oldu mu?

Olmaz mı? Marmara Oteli vardı Atatürk Orman Çiftliği'nin içinde, orada çalışıyorduk. Bir akşam tek bir kişi geldi. Müdüre dedik ki, "çıkmayalım." "Yok çıkacaksınız" dedi. Adam önümüzde oturuyor, şarkıları söyledik tek kişiye…

BİZ RUHLARI SARSARDIK

- Boş vakitlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?

Okuyorum bol bol. Keşke daha çok okuyabilseydim diye geçmiş yıllarıma yanarım. O bir açlık, okudukça okumak istiyor insan. En son Tufan Türenç'i okudum. Çok güzel kitap. Psikologların yazdıklarına da bakıyorum ara ara...

Peki ya aşk? İmkansız aşklar...

Bizde imkanlı oldu, 50 yıldır (gülüyor.) Aşkta da 50 yılı kutluyoruz. Aşk güzel tabii ama bir süre sonra şekil değiştiriyor. Tutkular giderek derin sevmeye dönüşüyor. Derinden tanımak birini güzel. Aşk güzel şey.

- Şans bu. Kaç kişi yakalayabiliyor artık 50 yılı…

Şans tabii, evlilik şans işidir. Şimdi her şey çabuk bitiyor. Şarkılar da mevsimlik. Hep söylerim, biz ruhları sarsardık, şimdi bedenler sallanıyor.

- Şarkılarınıza geri dönüşlerden aklınızda kalan var mı?

Güzel geri dönüşler var. Evlenecektik diyenler oluyor. Bir kız ekşi sözlüğe yazmış, "Bizi mahveden adam bu. 'Bir tanem söyle canım ne istersen iste benden...' diyen bir erkek aradık ama bulamadık" diye... (gülüyor)

(CUMHURİYET - Aykut Küçükkaya)

Booker Ödülü, Margaret Atwood ve Bernardine Evaristo’ya verildi Kültür - Sanat Ezhel’den tepki: Susmak istiyorum ama dayanamıyorum Kültür - Sanat Batman filmi için Catwoman bulundu Kültür - Sanat ‘7. Koğuşta Mucize’ filmi rekor kırdı Kültür - Sanat