DDA’nın Demokrasi Talebi Raporu’nda çarpıcı sonuçlar: Yargı temel sorun

Abone ol

Denge ve Denetleme Ağı, 2010’dan bu yana 266 bin kişiyle yaptığı yüz yüze görüşmeler sonucunda “Türkiye’de Demokrasi Talebi Raporu” hazırladı. Toplumun yüzde 61'i adaletin siyasallaştığı görüşünde

KONDA’nın 2010-2019 yılları arasında her ay ortalamada 2 bin 781 ve toplamda 266 bin 993 kis¸iyle yüz yüze görüs¸erek gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçları üzerinden hazırlanan raporda; veriler hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, eşit vatandaşık, ifade özgürlüğü, yerel yönetimler ve örgütlenme özgürlüğü başlıkları altında ele alındı.

Raporun “sonuç” bölümünde, şu değerlendirmeler yapıldı:

Toplumun neredeyse tamamı adaletin herkesin eşit olması ve haklının haksızın ayırt edilmesi anlamlarına geldiği, kanunların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi gerektiği, hükümetin işlemlerinin yargının denetimine tabi olması gerektiği konularında hemfikir.

Ancak uygulamada bu ilkeler doğrultusunda hareket edildiği konusunda çekinceleri var. Örneğin hâkim, savcı ve polislerin işlemlerinde karşılarındakinin kim olduğuna göre farklı davranabildiğini, özellikle de karşısındakinin iktidarın adamı olup olmadığına veya zengin mi fakir mi olduğuna göre ayrımcılık yaptığına inanıyor. Bunun yanı sıra hâkimin kimliğinin, yani etnik köken, cinsiyet, örtünüp örtünmediği gibi özelliklerin yargıya olan güveni etkileyebileceği düşünülüyor.

Toplumun yarısı anayasa sürecinin esasen halkın görüşleri toplanarak ve değerlendirilerek yapılması gerektiği görüşünde ve temel yasaların oluşturulmasında aktif olmak istediğini gösteriyor. Toplum anayasada en fazla adalet ilkesinin, ardından eşitlik ve özgürlük ilkelerinin vurgulanması gerektiğini belirtiyor ve devletin bekası en sonda geliyor.

Toplum aynı zamanda devletten vatandaşların kimliğinden ötürü maruz kaldıkları baskılara karşı korumasını ve tüm özgürlükler ve tercihleri karşısında tarafsız kalmasını talep ediyor.

Toplumun bir kısmı eşitliksizler, ayrımcılık ve baskılardan dolayı eşit vatandaş gibi hissetmiyor. Etnik köken, din ve cinsiyet kimlikleri eşit vatandaşlığın benimsenmesinde engel oluşturabiliyor.

Özellikle Kürtler, Aleviler ve Müslüman olmayanlar ile eşcinsellerin, toplum nezdinde eşit vatandaşlar olarak değerlendirilmesi ve onlara eşit haklar tanınması konularında bazı çekinceler ve alınacak epey mesafe olduğunu belirtmek mümkün.

Geleneksel medya hem yaygınlığını hem de güvenilirliğini yitirmiş durumda. Sosyal medya 2010’da toplumun kısıtlı bir kesiminin kullandığı bir araçken, artık toplumun neredeyse dörtte üçü kullanır hale geldi.

Gazetelerin siyasi iktidarın yanlışlarını yazmalarının demokrasinin gereği olduğuna inanan çoğunlukta bir miktar düşüş olsa da, önermeyi “kesinlikle doğru” bulanlar yüzde 31’den yüzde 68’e zıplamış. İnternet ve sosyal medyadaki bir diğer sorun doğru habere erişim ve yalan haberle ilgili.

Siyasi partilerin ve adayların kampanyalarını eşit ve adil ortamda yürütebildiklerinden, yani seçimlerin adil olduğundan yana toplumun yarısının şüpheleri var, ancak altıda bir siyasi partilere güvendiğini belirtiyor. Toplumda siyasi parti üyeliği de çok düşük.

Eşitlik, adalet, haklarını elde etme talebi de cevaplar arasından öne çıkıyor. Bununla beraber şeffaf yönetim daha da altı çizilen bir mesele olarak belirlenecek gibi görünüyor. Seçim sonrası belediyelerin çalışmalarının yakından takip ediliyor olması, katılımcılık için belediye ve halk arasında karşılıklı talep olması belki de yeni bir döneme girdiğimizi gösteriyor.

TOPLUMUN YÜZDE 61’İ BÖYLE DÜŞÜNÜYOR: HÜKÜMET YARGIYA BASKI YAPIYOR

Cumhuriyet'ten Alican Uludağ'ın aktardığı rapora göre, toplumun yarısından fazlası hükümetin savcı ve hâkimlere baskı uyguladığına inanıyor ve bu oran zaman içinde artmış. Hatta 2017’deki bir bulguya göre yargı sisteminin doğru çalışıp çalışmadığına dair bir soruya cevaben yine toplumun yarısından fazlası “yargı tamamen siyasallaştı, iktidarın kararlarına göre hareket ediyor” cevabını tercih ediyor.


DDA Direktörü Hayriye Ataş, euronews Türkçe’ye verdiği demeçte, “Vatandaşlar, adalet istiyor, hukukun dengeleyici ve denetleyici kuvvet olmasını güçlü bir şekilde talep ediyor, ancak yargı organlarının yani mahkemelerin siyasi, sosyal ve ekonomik egemene göre karar verdiğini düşünüyor” diyor.

Ataş, “Şüphesiz 2016 yılından bu yana kadın hareketi güçlendi ve şiddete karşı kolektif bilinç daha da gelişti, ancak kadına yönelik şiddet ve istismar davalarını takip ettiğimizde verilen cezaların yeterli olmadığını ve daha da önemlisi potansiyel işlenecek suçlarla ilgili verilen kararların ve yasaların caydırıcı olmadığını görüyoruz. Kadınların örgütlü hareket etmeleri ve sosyal baskı uygulamaları davaların seyrini değiştirebiliyor ancak ya gözden kaçırdıklarımız, kayıtlı olmayanlar, mahkemeye gidemeyenler neler yaşıyor bilmiyoruz” diyor.

Kadın cinayetleri

Mahkemelerin kadın cinayetleri konusunda verdiği kararların toplumun hassasiyetlerini karşılamadığı yönündeki algı ise ağırlıklı olarak sanıklara verilen iyi hal indirimi ve sonrasında çıkarılan infaz düzenlemeleriyle öngörülenden daha az hapis yatan kişilerin benzer suçları hapisten çıkar çıkmaz işlemeleri etkili oluyor.

2013’te 237, 2014’de 294, 2015’te 303, 2016’da 328 ve 2017’de 409, 2018’de 440, 2019’da ise 474 kadının öldürüldüğü Türkiye’de, istismar ve tecavüz davalarında dava süreçlerinin uzaması, sivil toplumun baskısı neticesinde dava sonuçlarının değişmesi, zaman zaman dava sürerken mahkeme heyetinin değişmesi gibi uygulamalar, bu güvensizliği daha da perçinliyor.

Eskişehir'de öldürülen Ayşe Tuba Arslan savcılığa 23, Aydın’da öldürülen Zeliha Erdemir ise 46 suç duyurusunda bulunmuş ancak gerekli koruma tedbirleri alınmamıştı.

Ataş’a göre, “Yargının erke ve egemene göre karar verdiği algısına dayanan hukuk yapılanmasında kadınlar, yetkili mercilere başvururken çekiniyorlar ve yardım istemeyi bıçak kemiğe dayanınca son adım olarak görüyorlar. Yargı kurumunu ele alalım, mevki yükseldikçe kadın oranları düşüyor; kadın hakim, kadın savcı, Yargıtay, yüksek mahkeme mensubu kadın sayısı çok düşük. Bu açıdan baktığımızda yargı kurumsal olarak da kadının var olmadığı bir alan.”

"İkinci sınıf vatandaş" algısı

Öte yandan, araştırma sonuçlarına göre beş kişiden ikisi kendisini “ikinci sınıf vatandaş” gibi hissettiğini ve kah kültürel kimlik kah kamu hizmetlerinden yararlanma kah başka sebeplerle ayrımcılığa uğradığını ifade ediyor.

Ataş’a göre, “öteki” olma ya da “ikinci sınıf vatandaş” hissetme durumu ülkede demokrasinin hala tesis edilemediğini, demokrasinin toplumsal ve siyasal bir kültür olarak içselleştirilemediğini, devlet kurumlarına olan güvensizliği, hukuk devleti ve en önemlisi adaletli toplum olamadığımızı gösteriyor.

“Bu durum özellikle beyin göçünü tetikliyor çünkü, özellikle üreten, iş gücüne katılan nesil, adil bir emek gücüyle hakettikleri yere gelemeyeceklerini, sistem içinde liyakatin mümkün olmadığını düşünüyorlar. Daha eşit yaşamak için özellikle demokratik sistemin oturmuş olduğu ülkeleri tercih ediyorlar” diyor Ataş.

DDA, geçtiğimiz yıllarda, vatandaşların 2030 yılına dair ülke hayallerinden yola çıkarak “Bir Türkiye Hayali” adlı bir araştırma çalışması yürütmüştü. Söz konusu çalışmada ise, vatandaşların eğitimde fırsat eşitliği, insan haysiyetine yaraşır iş ve yaşam koşulları ve demokratik kurumlara güven talebi ön plana çıkmıştı.

Bununla birlikte, azınlıkların haklarının sınırlandırılabileceğini düşünenlerin oranı geriliyor. 2014 yılında toplumun yarısı bu şekilde düşünürken, yıllar içerisinde bu oran yüzde 32’lere gerilemiş durumda olsa da, eşit vatandaşlık algısı halen Kürtler, Aleviler, Müslüman olmayanlar ve eşcinseller gibi “ötekileştirilen” kesimler söz konusu olduğunda tartışmalı bir hal alıyor ve “sistemle uyumlu yaşayan makul vatandaş” isteği ağır basıyor. Örneğin, toplumun sadece üçte biri, yerel yönetimlerin anadilde hizmet konusunda yetki sahibi olmasını destekliyor.

Geleneksel medyaya güven

Raporda ayrıca 2010’lu yıllarda geleneksel medyaya (gazeteler ve televizyonlar) olan güvenin azaldığı, sosyal medyanın ise temel haber kaynağı haline geldiği kaydediliyor. Dolayısıyla, katılımcılar medyanın denge ve denetleme görevini yeterince sağlamadığını düşünüyor. 2010’lu yılların başında üç kişiden biri medyanın siyasi iktidarı denetleme görevini önemserken, bu oran yıllar içerisinde yüzde 68 bandına yaklaştı.

Toplumun yarısı ise, seçimlerin adil ve eşit biçimde gerçekleştiğine inanmıyor; altı kişiden sadece biri siyasi partilere güveniyor. Siyasi parti üyelikleri ise zaman içerisinde gerileme eğiliminde. Toplumun yarısı gösteri, imza kampanyası gibi araçları meşru görse de, siyasi bir eyleme katılmayı toplumun ancak yüzde 15’i tercih ediyor.

Ataş, “Türkiye siyasal geçmişinde, oy kullanmayı önemli bir sorumluluk olarak gören bir anlayış hakim oldu. Demokratikleşme süreçlerimizde katılımcı demokrasiden çok, temsili demokrasiyi deneyimledik ve demokrasi algımızı temsiliyet üzerine kurduk” diyor.

Ataş, ayrıca, son dönem popülizm tartışmalarına değinerek, seçimlere yüksek oranda katılımın kutuplaşmanın da bir göstergesi olabileceğini belirterek, demokrasinin diğer gereklerini görmezden gelerek seçime büyük önem atfeden ve seçimlere beka olarak bakan bir siyasi söylemin de oy verme oranlarını arttırdığını söylüyor.

Araştırma verilerine göre, darbe gibi anti-demokratik girişimlerin antikorunun “daha fazla demokrasi” olduğunu savunan vatandaşlar, yerel yönetimlere daha etkin bir biçimde katılmak istiyor. 3 kişiden ikisi kendi yaşadığı bölge ile ilgili verilen kararlara katılma hakkı olması gerektiğini düşünüyor.

"Mehteran yürüyüşünü bizim icat etmemizin bir sebebi var. Bu tabloda ikircikli bir durum görüyorum. İdeal bir dünyayı arzuluyoruz, ama bacaklarımızın birisi de ne olur ne olmaz diye bulunduğu yere kök salmaya çalışıyor" diye açıklıyor KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır.

"Demokrasi kendin olabilmektir, kendini ilgilendiren kararları bilmek ve bu karar süreçlerine katılabilmek, kendi kimliğinden dolayı herhangi bir avantaja veya dezavantaja sahip olmamak demektir" diyen Ağırdır, Türkiye'de demokrasi talebinin neden arzu ettiğimiz gibi güçlü olmadığının, bunun önündeki engellerin nasıl aşılması gerektiğinin incelenmesi gerektiğini belirtiyor.

"Recep İvedik'leşmek"

Ağırdır'a göre, Türkiye topraklarındaki insanlarda birey olmakla yurttaş olmak arasındaki sıkışmışlık söz konusu. "Bu topraklarda imece, ahilik, vakıf gibi dayanışma temelli örgütlenmede sorun olmazken, hak temelli örgütlenmede 800 yıldır eşkiya, mülteci, bölücü gibi yaftalanır ve tedirginlik yaşanır. Birey sendikaya girdiğinde işinden atılabileceğini düşünür. Örgütlü davranmanın yararını ise korona günlerindeki parlak dayanışma örneklerinde gördük."

"Türkiye insanı özgürlükle güvenlik arasında sıkışmış durumda" diyen Ağırdır, "insanımız 80lerin Şaban'ının masumiyetini yitirip giderek Recep İvedikleşiyor. Türkiye insanı nehrin kenarına gelmiş, nehrin öte tarafındaki vahayı görüyor, ama nehrin öte yanına geçmek için yüzmesi gerekiyor, maharetleri konusunda özgüveni eksik. O yüzden kendi kendini bu taraftaki bir ağaca bağlayarak suya atlıyor, eğer karşı tarafa geçemezsem en azından bu tarafta kalayım diye. Demokrasi için ikircikli talebi yaratan şey de bu. Bu taraftaki ağaç eğer hukuk değilse, ortak bir yaşam ütopyası değilse, o zaman daha muhafazakar ve kendini daha emniyetli hissedeceği yere göre ağaç şekilleniyor. Soru demokrasi talebi var mı yok mu değildir, soru demokrasi talebinin önündeki ikircikli hali yaratan eşiklerin ne olduğu ve bunun nasıl aşılması gerektiğidir" diye ekliyor.

"İhtiyatlı umutlu" olmak

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Prof. Fuat Keyman, bu açıdan kendisini "ihtiyatlı umutlu" olarak tanımlıyor.

"Türkiye giderek kentleşen bir ülke. Ekonomik ve kültürel olarak modernleşmenin itici gücü, kentte yaşayan insanlar. Kentli bir Türkiye'nin yönetim yapısı daha aktif vatandaşlık istiyor, değerler ile pratikler arasında bir denge istiyor, vatandaşlık tercihleri ile bireysel tercihler arasında bir denge istiyor. Kentli Türkiye'nin daha kapsayıcı, denge-denetlemeyi daha benimseyen bir yönetim talebi var. Toplum düzeyindeki bütün çalışmalarda algıların temel çıkış yeri, siyasal alan ve hükümet alanında yapılan tercihlerdir" diye ekliyor Keyman.

Salgının sona ermesinden sonra sağlık-genç işsizliği-gıda güvenliği üçgeninde devlet kapasitesinin yeniden kurgulanması gerektiğini kaydeden Keyman, belediyelerden sivil topluma dek kapsayıcı temelde çalışmanın öneminin korona günlerinde net bir şekilde görüldüğüne işaret ediyor.

Devlet iktidarı mı devlet kapasitesi mi?

"Pandemi sürecinin ardından gelecek on yılda devlet iktidarı kavramındansa devlet kapasitesi kavramı konusuna daha fazla eğilmek gerekiyor artık. İçe kapanmacı, devleti topluma karşı güçlendiren yapıların kapasite olarak güçlü olması mümkün değil. Salgın sürecinde başarılı olmuş tüm ülkelerde toplumsal uyum ve kapsayıcı devlet var; başarılı olamayanlarda ise kutuplaşma ve iktidarı koruma refleksi var. Devlet kapasitesi kavramı bu noktada önem kazanıyor ve sivil toplum olmadan belediyeler olmadan bu kapasite geliştirilemez" diye ekliyor Keyman.

Cumhuriyet Halk Partisi mensubu başkanların yönettiği büyükşehir belediyelerinin pandemi sürecinde toplumun sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerine yönelik yürüttüğü sosyal dayanışma kampanyaları "devlet içinde devlet" olarak eleştirilerek, bağış hesaplarına el konmuştu. Bu açıdan Ankara büyükşehir belediyesinin "iftar ver" kampanyaları ve veresiye defterleri ile su faturalarının kapatılmasına yönelik akabinde başlattığı girişimler ise, toplumda siyaset-üstü bir destek görmüştü.

Sendikadan uyarı: Gelirler azaldı, belediye çalışanlarının ödemeleri zora girdi Güncel Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Özlü: Bitiş çizgisine varmak üzereyiz Güncel Ege Üniversitesi Hastanesi'nde sağlıkçılardan 'Adalet Yürüyüşü': 'Haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz' Güncel Düzce'de sokağa çıkma yasağının ilk dakikalarında 7 kişiye ceza kesildi! 1 gözaltı Güncel