Bürokrasinin dönüşümü: Kapitalist devlete doğru mu?

Armağan Öztürk

9 Temmuz gecesi başkanlık sisteminin ilk bakanlar kurulu belli oldu. O gün ve sonraki birkaç gün içerisinde çıkan kararnamelerle pek çok kurum birleşti, kaldırıldı, bürokrat atamalarında koşullar yeniden belirlendi. Ortaya çıkan tablo bize şu an kurulmakta olan düzenin belirleyici unsurun yetkinin tek bir kişide toplanmasıyla sınırlı bir içeriğe sahip olmadığını gösteriyor. Çünkü sonuçta bir süredir ülkeyi zaten Erdoğan yönetiyordu. Yeni olan Erdoğan’ın siyasi gücü veya idari tasarruf yetkisi değil, kamu ile özel arasındaki sınırın bulanıklaşması ve bu dönüşüme paralel bir şekilde bürokrasi üzerindeki devlet kontrolünün kalkmasıdır. Bu son husus açıldığında karşımıza yepyeni bir devlet örgütlenme biçimi çıkıyor.

Parlamenter sistem döneminde de dışarıdan bakan atanması mümkündü şüphesiz ki. Ama ara dönem hükümetleri bir kenara bırakılırsa genelde bu yola gidilmezdi. Devlet kadrolarına dışından bürokrat atanması ise çok daha istisnai bir uygulamaydı. Yakın dönemde uygulamaya sokulan bakan yardımcısı müessesi bahsi geçen istisnainin iyi bir örneği. Seçimden sonra geçiş prosedürleri tamamlanan başkanlık mevzuatıyla birlikte tüm bu rezervler kalktı. Şu anki kabinede özel sektör kökenli pek çok kişi var. Ayrıca bürokrasiye devletin dışından atama yapmak artık çok daha kolay. Bürokratik atamalardaki koşullar hafifletilip belirleyici unsur siyasi iradenin öznesi olan başkanın olur vermesi haline getirildiği için devletin iç örgütlenmesinde sivilleşme potansiyeli ağır basıyor. Şu an içerisinden geçtiğimiz süreç Türkiye’deki devleti kıta Avrupa’sı modelinden Anglo-Amerikan modeline yaklaştırıyor. Her ne kadar adı tam olarak bu şekilde konmasa da bürokratların iç hiyerarşi ve liyakate göre atandığı modelden Amerikan modeline, yani üst düzey bürokratların başkanla birlikte gelip başkanla gittiği ganimet dizgesine geçiyoruz. Peki, bu dönüşüm olumlu mu?

Bilindiği üzere Türkiye’nin yakın siyasi tarihi aynı zamanda bürokrasinin tasfiyesinin tarihi. 2007-2011 arası süreçte Kemalist kadrolar, darbe girişimi sonrası oluşan OHAL konjonktürde ise cemaatçi kadrolar devletteki güçlerini kaybetti. Bu arada cemaatin devletten tasfiyesinin MİT krizinden itibaren kararlı bir şekilde genişlediğini söyleyebiliriz. Bu iki bloğun, yani Kemalist ve cemaatçilerin kamu içindeki yoğunlaşma düzeyi dikkate alındığında bürokraside bir atama, iş görme ve liyakat krizinin baş gösterdiği söylemek yanlış olmaz. Bugünün Türkiye bürokrasisinde kurumları yöneten bürokratlar genelde o kurumun içerisinden gelen kişilerden oluşmuyor. Başlarında bulunduğu kurumu ve mevzuatı ayrıntılı bir şekilde bilmiyorlar. İktidarın bürokrasiyi özel sektöre açan ve atama koşullarını yumuşatarak yenileyen hamlesi bu bahsi geçen krizi çözmek bakımından önemli. Özel sektörde kendini kanıtlamış kişilerin kamuya transferi kamudaki bürokrat açığı sorununu hafifletecektir.

Bu sürecin olumsuz yanı ise Türkiye kapitalizmin yapısal sorunlarıyla ilgili. Türkiye’de zenginleşme süreçleri uzun zamandan beri devlet tarafından şekillendiriliyor. Bir patronaj ekonomisi var. Kişiler Osmanlı’dan Cumhuriyet, Kemalizm’den İslamcılığa, hemen her dönem iktidara yakın dururlarsa zengin oluyorlar. Bu durum da burjuvaziyi daha az yetenekli hale getiriyor. Türkiye’deki burjuvaların epey bir kısmı sosyal-ekonomik konumlarını yeteneklerine, çalışma kapasitelerine ve özgüvenlerine değil, doğru zamanda doğru araçlarla yerel veya merkezi düzeyde iktidarla kurduğu ilişkilere borçlu. Demek ki bürokrasinin burjuvaziye açılması burjuvazinin tarihsel yetersizliği nedeniyle kendisinden beklenen sonuçları doğurmayabilir. Bu bağlamda devletin şirketleştiğine dair yorumları belli bir ihtiyat payıyla değerlendirmek gerekir. Çünkü şirketler en başından itibaren devlete fazlasıyla bağımlı; devlet ile şirket arasındaki fark sosyolojik anlamda o kadar da fazla değil. Yine de, tüm bu rezervlere rağmen yaşanan dönüşümün bir kapitalist devlet inşası olduğunu kabul etmek yerine olur.