Ekonomide bu günlere kadar yansıyan bir tarihsel yanlışımız üzerine

Şu “satranç karelerine pirinç tanesi koyma hikayesi”, bilir misiniz? Çok “dehşetengiz” bir matematik hesabıdır. Çok kısadan anlatalım ve sonra da konuyu...

Şu “satranç karelerine pirinç tanesi koyma hikayesi”, bilir misiniz?

Çok “dehşetengiz” bir matematik hesabıdır.

Çok kısadan anlatalım ve sonra da konuyu yukarıdaki başlığımıza bağlayalım.

Olay ya da hikâye şu:

Çin’de, bir zamanlar satranca çok merak salmış bir imparator varmış.

“Bana öyle bir ustasını bulun ki, beni bu oyunda dünyanın en iyi satranççısı yapsın” dediğinde karşısına yaşlı bir keşişi çıkarmışlar.

Keşiş oyunu bir güzel öğretip imparatoru memnun edince, imparator da onu memnun etmek için “Şimdi sen de benden ne istersen iste” buyurmuş.

Keşiş, olanca alçakgönüllü tavrıyla ama çok kurnazca;

“Sevgili imparatorum, size şu öğrettiğim satrancın tahtası var ya; işte o tahtanın 64 karesine, birincisinden 64’üncüsüne gelene kadar ve her birine bir öncekinin iki katı pirinç tanesi hesaplayıp verin, bu bana yeter de artar bile” demiş.
Malum satranç tahtasında sekize sekiz 64 tane hane ya da kutucuk vardır.

Şaşırmış imparator bu alçak gönüllü isteğe, “Bu ne ki, yapın derhal” demiş.
Saray hizmetlileri başlamış her hane için iki katına çıkararak pirinçleri saymaya:
Birinci haneye 1, ikinci haneye 2, üçüncü haneye 4 ve giderek 8,16,32,64,128, 256 falan derken, bir bakmışlar ki eldeki pirinçler bitiyor, iş bitmiyor. Önce sarayın ambarındaki, sonra şehirdeki, daha sonra ülkedeki bütün pirinçler bile buna yetmiyor.

Sonrası malum; İmparator söz verirken hiç önemsemediği o pirinç taneleri dolayısıyla keşişe hep borçlu kalmış.

Bu hesabı şimdi matematikçiler yapıyor ve sonuçta keşişin alacağını kaç pirinç olarak hesaplıyorlar biliyor musunuz?

Doğrusu, büyüklüğünden dolayı bu sayıyı şimdi ben de tam okuyup söyleyemiyorum ama anlaşılması için gelin şöyle yapalım:
Tam tamına 9.223.372.036.854.775.808 adet. Yani trilyon trilyon söyleyecek olursak tam 9223 trilyon pirinç tanesi!

EKONOMİK KAYIPLAR VE YÜKSELEN BORÇLAR

Bu dehşet artış hızını burada bırakıp şimdi gelelim bizim bir zamanlar, -aslında daha eskiye dayanır ya- hadi 1949’dan başlatalım diyelim; her yıl artan ekonomik kayıplarımıza ve yükselen borçlanmalarımıza…

Bakın 1950 yılı bütçesi Meclis’e sunulurken Komisyonun raporunda ne deniyor:

“…Bütçe masraflarının ve açığının yıldan yıla kabarması karşısında yarının durumunu teemmül etmek (derinlemesine incelemek) yerinde olur. Gerçekten Marshall yardımı 1952 Haziran’ı nihayetinde sona erebileceği gibi “1950-1951” ve “1951-1952” yıllarında bu yardımdan bize ayrılacak payın 1949-1950 seviyesini muhafaza edip etmeyeceği de belli değildir. Diğer taraftan ilk tatbik yıllarında fazla hasılat beklenemeyeceği için kabaran masrafları yakın bir zamanda varidat (gelir) inkişafiyle (geliştirmesi ile) karşılamaya pek imkân görülmemekte…”

Şimdi gelelim kendi pirinç hesabımıza:

Türkiye, maalesef 1949 yılında tarımı vergi dışı bırakan bir “reform” yapmış, bu iş tutmamış, ardından vergi gelirlerindeki açmazı gidermek için 1960 yılında yaptığı bir değişiklikle de 1949’da yaptığından geri adım atıp -bizce yine yanlış bir uygulama başlatarak- tarımı bu sefer de ticaret ve sanayi işletmeleri için yaptığı gibi defter beyanı ile vergilendirmeye başlamıştır.

Bu uygulama halen sürmektedir.

VERGİ REFORMUNDAKİ HATA

Bizim de düşünce ve önerilerine katıldığımız ünlü kalkınma teorisyeni Prof. Dr. Kaldor’a ve günümüzün bazı iktisatçılarına göre bu, Türkiye’nin o tarihlerde yaptığı en büyük yanlıştır.

Çünkü ekonomisinin yüzde doksanı tarımsal olan, özellikle o tarihlerdeki sanayisi ancak üç-beş kamu işletmesinden ibaret olan bir ekonomide yine o tarihlerde vergi gelirlerinin yaklaşık üçte birinden vazgeçmek bizi yukarıda görüldüğü gibi daha o günlerden girdiğimiz borçla yaşayan ve borçlanma artışı ile birlikte refah kaybı durdurulamayan bir ülke haline sokmuştur.

Yukarıdaki alıntıdan açıkça anlaşılacağı üzere bizim 1949 yılında yaptığımız “vergi reformu” ne yazık ki tarımsal ekonomimizin bünyesine uymamış, dönemin kendi koyduğu vergilerden umudunu kesen iktidarı, Amerikalıların şu ünlü Marshall yardımına bel bağlamış, hatta “Bu yardım ilerideki yıllarda devam etmediği takdirde ne yapacağız” tedirginliğine kapılmıştır.

Buradaki yanlışa işaret eden görüşlere göre, ülke bağımsız bir ekonomiyle kalkınabilmek için tarımı vergilendirerek yaratacağı geliri milli sanayinin gelişmesinde kullanacak iken, muhtemelen o tarihlerdeki toprak ağalarının siyasette ve dolayısıyla ekonomik kararlardaki etkisi, o günlerde ateşlenen siyasetin de 1950’lerde başlayan “ dış yardım-kredi” talepkarlığı dolayısıyla tarımı kendi haline bırakıp noksanlarını hep borçlanmayla, dışarıdan gelecek paralarla çözmeye çalışmış ve bu model bizi bu şimdiki geri sanayili, fason üretimci, istihdamı düşük, ücret düzeyi yoksulluk seviyesindeki, borcunu çevirmekte bile zorlanan bu günlere kadar getirmiştir.

Denecektir ki “peki o yıllarda kaç paralık gelirden vazgeçip de bu açığı dışarıdan gelen borç ya da yardım ile kapatıyorduk da bu iş şimdi bu kadar büyütülüyor?

Yine 1950 Bütçesi dolayısıyla Meclise sunulmuş olan o raporda aynen yer alan alınan satırlara göre “…Hükümet tasarısındaki 154,9 milyon lira açık Marshall yardımı ile kapanmakta idi…”

Bu tabii ki o günün parasına göre bir değer.

Aynı paranın bugün kaç paraya denk geldiğini anlamak için herhalde sayfalarca hesaplama yapmak lazım.

Ama hadi size bir kolaylık:

Hani o Çinli hikayesinde satranç tahtasında 64 hane vardı ve her bir hanedeki pirinç sayısı ikinci haneye geçerken iki katına çıkıyordu ya…

Üstü önemli değil, şimdi diyelim ki o gün belki gelişmiş sanayi ülkeleri için çok ileri ama bize hiç uymayan vergi sistemi nedeniyle verdiğimiz açıklar üzerine dışarıdan beklediğimiz o “destek” pirinç cinsinden veriliyordu. Aradan da 64 yerine 72 yıl kadar geçti.

Ve var sayalım ki o gün bize 154,9 milyon diye verilen para da aslında sadece bir tek pirinç tanesiydi.

Hadi bakalım, şimdi bugün onun katlana katlana kaç pirince ulaştığını yukarıdaki sayıları kullanarak hesaplayabilir miyiz?

Ha bir de o tarihlerdeki iktidarların bir lafını hatırlayın. Sağ duyulu, işin sakatlığını fark eden birileri “plan, plan” dedikçe onlar çıkar kürsüye “Bize plan değil pilav lazım” derlermiş.

Ne alaka?

Düşünüyorum da acaba o “Bize pilav lazım” lafının bu pirinç meselesiyle bir ilgisi var mıydı?

Acaba o pilavcıların pilavı bugün için kaç milyar kere milyar pirinç tanesine mal oldu bu memlekete de şimdi bizler ondan dolayı mı hesabın içinden bir türlü çıkamıyoruz.
Hele bir de o pirincin taşları, hadi ayıkla ayıklayabilirsen.