Masadaki sohbet…

Uzun süredir görmediğim ülke sorunlarına duyarlı, sosyal sorumluluk projelerinde atak, elini taşın altına cömertçe sokan ve eczacılık dalında profesör olan bir arkadaşımla buluştuk. Çok rahatlamış ve dinlenmiş görünüyordu. “Tatil mi yaptın?” diye sordum, “hayır” dedi. “Çok iyi görünüyorsun” dedim. Güldü ve “çok komiksin” dedi. “Komik olduğumu bilmiyordum!” diye üsteledim. “Artık televizyon izlemiyor, gazete okumuyorum, belli olmuyor mu?” dedi. Bu hesaplı kitaplı kararı için(!) “rastlantıdan başka bir şey olmalı” dedim. Yaşanan süreci özetlemek için başka söze ve eyleme gerek var mı dercesine uzun uzun yüzüme baktı. Suratını buruşturup; “Ülkem için sık sık ağlıyorum” dedi…

Dostumla aylar sonra buluştuğumuz masaya yemekten çok sorun koyduk. İçinde bulunduğumuz yoğun karamsarlık ve güvensizlik ortamını masaya yatırdık. Bunca plansız, programsız işe kim izin veriyor, neden veriyor pek anlam veremiyorum soruma; “İkisi arasındaki alakayı görmüyor musun?” diye cevap verdi. Sonra ben konuştum o dinledi…

Yılların idarecisi olan dostuma özetle; Nereden geldiğimiz belli de! Nereye doğru yol aldığımız soru işaretleriyle dolu değil mi? dedim. Sorular çok, yanıt hiç yok, dikte etmek çok, onay ve alkıştan geçilmiyor diye ilave ettim. Alışılagelen statüler kaldırılıyor, nedensiz, temelsiz vazgeçtik deniyor, bunun adı da yeni sistem oluyor dedim. Başıyla onayladı…

Her şeyin sarayca onaylanıp, damatça dile getirildiği ülkemizde; dolar molar, insan eliyle tüketilen doğa moğa, Washington’da aranan çözüm mözüm, bizi çekemeyenlerin yarattığı kaos maos derken günler hızla geçiyor dedim. Haklısın dedi…

Sıraladıklarımızın çoğu insan farkında zaten. Ancak farkında olmayan ya da olup da göstermeyen de çok, dedim. Ortaya serpilen pembe yalanlara, parlatılan yeni döneme, yere göğe sığdırılamayan 100 günlük eylem planına bakınca! Görmezden gelinse de, kabul görmese de sık sık yazmakta fayda var dedim. Ne değişiyor dedi…

Ülkemizde ve dünyada olan bitenin farkında olmayanlara, göz göre göre gelen zincirleme kazalar için “bu da geçer” diyenlere, karmaşık ve sert gerçekleri görmeden; dünya bizi ne çok kıskanıyor diye açıklama yapanlara ve buna inananlara, sık sık işin özünü unutmadık, unutmayın demek gerekir dedim. İşe yarıyor mu dedi…

Yaramasa da vazgeçmemek gerekir, sık sık hatırlatmak gerekir diye üsteledim! Duyan duymayana, bilen bilmeyene, okuyan okumayana anlatırsa, hele de olup bitenin farkında olmayanlar, gelişmeleri görmeyenler, görse de kabul etmeyenler duyarsa bir şeyler değişir demeye çalıştım. İnanmayarak yüzüme baktı…

Meydanı boş bulunca meydan okumakla bir yere varılamayacağını, yangına körükle gitmişliğimizin, ateşe odun atmışlığımızın, kıvılcıma benzin dökmüşlüğümüzün geçmişte başımıza açtığı işleri hatırlatmak istedim. Haklı olduğumu söyledi…

Sıkı ekonomik tedbirleri uygulayacağız, devletteki bürokrasiyi ortadan kaldıracağız diyenler; 16 bakana, 12 bin lira maaşlı 4’er yardımcı vererek koltuk sayısını 64’e çıkardılar. Hakkatten bürokasiyi azaltmak, tasarrufa gitmek bu olsa gerek diye sevinmeli miyiz diye sordum. Gülümsemekle yetindi…

“Bürokrasiyi azaltacağım” diyerek sözünde duran CB’nın; Her bakana en az 4 yardımcı verdiğini, böylece “birine ulaşamasam diğerine nasılsa ulaşırım” diyen halkımıza büyük bir umut, bayağı bir heyacan, ciddi bir güven geldiğini hatırlattım. Öyle mi dedi…

Komşumuz ve 4 milyon konuğumuzun memleketi olan Suriye ile ilgili BM 7 yılın faturasını açıkladı. Buna göre; Savaş Suriye’ye 388 milyar dolara malolmuş. Yarım milyona yakın insan hayatını kaybetmiş Ülkede 4 konuttan biri yıkılmış, 3 kişiden ikisi işsiz kalmış, diye hatırlattım. Öyledir dedi...

Komşuda ki tablodan sonra; 6 ay bir üniversitede makro ekonomi eğitimi alan 40 yaşındaki çok eğitimli, çok deneyimli damat bakan, saatlerce bekletilen konuklara; “Burası çok önemli” diye diye allayıp pulladığı yeni ekonomik modeli öyle bir anlattı ki! Bizi alıp orta gelir düzeyinden üst gelir düzeyine bir çırpıda öyle bir uçurdu ki! Bir an için ne kadar şanslı olduğumuzu bir kez daha hatırladık diye hatırlattım. Yüzüme öyle bir baktı ki…

Hava kararıp, sohbet koyulaşınca; tüm bu karanlık tabloda ki tek şansımızın altını çizmek istedim! Kayınpederin ekonomi eğitimi aldığı, damadın makro ekonomi okuduğu, sık sık konuşan damadı dinleyince insanın “çift ana dal yapmak” böyle bir şey dediği, kaç ülkede işin uzmanı olan böyle bir ikilinin devleti yönettiği, bunun bir şans olduğunun bilnmesi gerektiğini, ikisi birden kalkıp; “Makul süre içinde her şey düzelecek, piyasalar rahatlayacak, korkmayın hepsi geçecek” dediklerini vurguladım. İyiymiş dedi…

Yolların çökmesi, rayların, köprülerin çökmesi kaderse, doğayla inatlaşmaya devam edilmeli, diye üsteledim! Sistemin çökmesiyle ne ilgisi var dedim. Lira baş aşağı çakılıyorsa bizimle ne ilgisi var, çekemeyen batının oyunları değil mi diye devam ettim. Madem kadere inanıyoruz, her şey Allah’tan diyoruz, o halde kader utansın biz değil deyip sustum. Yere bakıp o da sustu…

Bu arada müjdelerin bitmediğini, devletin dış borcunun 453 milyar dolar, özel sektörün dış borcunun 245 milyar doları bulduğunu, ama Katar’dan 15 milyar dolarlık yatırım haberi aldığımızı, verilen bayram ikramiyesini almam diyenlerin varlığını, elindeki dolarları ateşe verenlerin olduğunu söyledim. Daha ne isteriz dedi…

Baktım sohbet uzuyor! Konuyu daha fazla tehlikeli sulara dalmadan, kestirmeden giderek noktalamak istedim; Bizi en yüksek düzeyde ekonomist bir kadro yönettiği için, devlet meselelerini derin bir stratejik bilgi ve öngörüyle çözdükleri için, kişisel olarak benim endişelerim dağıldı ve rahatladım dedim! Sathı vatanda rant uğruna kaybolan yeşil alanları, sulara sürüklenen 30 ton fındığı, kayan ve yıkılan köprüleri doğa affetmiyor sözü yalandır diye ilave ettim! Davet onundu, hesabı istedi ve bana “sen öde” dedi…

Keşke dolar bozdurup gitseydim…