Renksiz sofralardan renkli Meclis’e kısa bir lezzet turu!

Ben bu tur ve turlama işine kendimi kaptırdım galiba! Geçen hafta yayınlanan 3 bölümlük yazı dizime gelen iletilerden mi, övgülerden mi, “içimizden geçenleri yazmışsınız” gibi özlü ifadelerden mi bilemedim ama bi süre daha turlara devam edeceğim gibi. İlk durak Meclis…

Efendim! Sofralarımızı; eti Brezilya ve Uruguay’dan, bakliyatı Meksika, Kanada ve Arjantin’den, tavuğu Macaristan’dan, buğday ve mısırı Rusya’dan, pirinci ABD’den, balığı Norveç’ten, patates ve soğanı bir zamanlar ucuza satıp, şimdi pahalıya geri aldığımız Suriye’den donatmanın üzüntüsünü yaşarken! Özetle balıktan bakliyata dışa bağımlı olmanın kaygısıyla kıvrım kıvrım kıvranırken! Dilimize pelesenk olan “yerli ve milli üretim” bunun neresinde diye üzüm üzüm üzülürken yüzümüzde güller açmasın mı ve yüzümüz yine ve yeniden gülmesin mi?

Neden derseniz şundan! Meclise yeni giren vekiller renkli görüntülere neden oldular. Şöyle ki; dondurma Kahramanmaraş’tan, kestane şekeri Bursa’dan, kebaplar Urfa’dan, kayısılar Bursa’dan, peynirler Kars’tan, zeytinler Ayvalık’tan, baklavalar Antep’ten, Lamborghini İtalya’dan vekilleriyle kol kola girip meclis koridorlarında arzı endam etmesin mi?

Meclise gelip giden, girip çıkan herkes bu yerel tatları tadarken biz gariban takımının ağzı sulanmasın mı? Koskoca TBMM adeta bir piknik alanına, çok renkli bir panayıra dönüşmesin mi? Motosikletçi vekil 1 milyon 150 bin Avro değerindeki Lamborghini marka lüks aracıyla yerel lezzetlerin içine düşmesin mi? Sonra da; “Meclis’e giderken arabamın sesi ile insanlar ‘Kenan geliyor diyecekler!” şeklinde açıklama yapmasın mı? Bunun adı algıysa algı, sunumsa sunum, milliyse milli, yerliyse yerli, ikramsa ikram, ithalse ithal, tanıtımsa tanıtımdır arkadaş!

Görüntüler renkli, ikramlar göz alıcı, tadımlıklar lezzetli mi onu ancak tadanlar bilir deyip bu bölümü geçiyor, “o ne dese o olacak” sistemini savunanlara sormak istiyoruz. Bir insan bunca yükün altından nasıl kalkabilir? Fizik tedaviden madenciliğe, zeytincilikten su baskınlarına, ek ödemelerden afet yardımlarına, atamalardan sorgulamalara, icra iflas kanunundan çeltik ekimi yasasına, sıtma hastalığının imhasından yabancı ülkelere gönderilecek öğrencilere, asker terfilerinden ilaç fiyatlarına kadar aklınıza gelen gelmeyen her şeyden “ben ekonomistim” diyen biri nasıl kalkabilir? Bunca sorunun ve sorumluluğun altından kalkmaya can mı dayanır? Neredeyse sınırsız yetkilerle donatılan 13. CB’na bu sınırsız yetkiler başta çekici görünebilir, ancak daha sonra onu çetin ve yorucu günlerin beklediğini tahmin etmek güç değil…
Evet, göz göre göre başta hukuksuzluk olmak üzere pek çok şeyi ülkemizin artık kanıksadığını biliyoruz. Ama yoğun gündem arasında gözden kaçmıştır diye yüz güldüren bir haberi paylaşmamak olmaz. Müjde Suriye’den, bizzat Beşar Esad’ın ağzından geldi; “Başarılı askeri operasyonlarla birçok bölge terörden arındırıldı. Göç etmek zorunda kalanlar daha önce yaşadıkları bölgelere döndü. Vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğinin yanı sıra onurlu yaşam ve temel gereksinimlerini sağlamak devletin sorumluluğudur. Yurtdışındaki Suriyeli yurttaşlarımızın dönmesini bekliyoruz.” En yetkili ağızdan yapılan bu çağrı 4 milyon Suriyeliye yıllardır ev sahipliği yapan bizler ve ülkelerine dönecek olanlar için müjde değilse nedir?

Yine sarayın mavi halılarla kaplı geniş salonlarında, mavi bardaklarla içilen abı hayat eşliğinde, mavi zemin üstüne saray minyatürünün işlendiği darphane baskılı özel rozetlerin dağıtımı sırasında gözlerden kaçabilir kaçmasın! Ülkemizde kamu vicdanında derin yaralar açan çocuk istismar ve cinayetleri, hayvanlara yönelik eziyet ve işkenceler tavan yaptı. Yusuf 2, Leyla 4, Ufuk 6, Eylül 8 yaşında acımasızca aç bırakılarak, işkence edilerek öldürüldüler…
Bu arada ayakları ve kuyruğu kesilen minik köpek yavrusunu unutmayalım! Neler oluyor bize? Kural tanımama, kaba gücü olumlama, “nasılsa yırtarım hesabı” yapma, nefret dilinin yaygınlaşması, silah satışlarındaki anormal artış vb daha nereye kadar ve ne kadar? Başta aileleri olmak üzere bu konuda milyonlarca insanın duygu, kızgınlık, öfke, endişe ve acılarının ne anlama geldiği günlerdir yazılıp çiziliyor, tüm bunları yok saymak olur mu? Batı bu konuları kitaplaştırır, hatta yetinmez Oscar ödüllü film bile yapar sırf unutturmamak ve dikkat çekmek için. (Bunu da yeri gelmişken not düşelim.)

Kolay “evet” diyemeyeceğimiz, kolaylıkla kabullenemeyeceğimiz sorunlarımız çok. Örneğin CB’nına hakaret suçundan 38 bin kişiye dava açılmışsa, 2018 yılının ilk 6 ayında 206 kadın, sadece Haziran ayında 39 kadın erkeklerce öldürülmüşse, çocuk tacizleri ve hayvan işkenceleri sınır tanımıyorsa, sık sık üzerinden geçmek gerekir! Bir başka açıdan bakarsak; Parti örgütleri hareketlenmiş, hesaplaşma sesleri ayyuka çıkmış, ittifaklar dağılmaya başlamış, restleşmeler artmış, iktidar mücadelesi yerini koltuk kavgasına bırakmışsa, siz kalkıp yeni sistemin getirecekleri ya da götürecekleri sizi ilgilendirmiyor mu demez misiniz? Siz kurultaydı, imzaydı, delegeydi derken Ey vükela! Kuvvetler ayrılığı tarihe karışıyor. Yeni düzenlemeye göre CB, TBMM onayı olmaksızın her konuda kararname çıkarabiliyor. TBMM bakanları denetleyemiyor, mecliste soru sorulamıyor, meclise gensoru verilemiyor. Ey halkım! Diye haykırmaz mısınız?

Gelir adaletsizliği her yıl daha da derinleşen ülkemizde TÜİK verilerine göre; Ciddi maddi yoksunluk oranı yüzde 30’dan yüzde 33’e çıkmışsa, nüfusun yüzde 14.3’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyorsa, günübirlik plansız politikalarla işler ancak bu kadar oluyor diye sorgulamaz mısınız? Genç nüfusun neredeyse üçte biri ne eğitime, ne ekonomiye katılmıyorsa, yönetimin hiç umursamadığı bir başka acı gerçek olan ve hızla artan başarılı beyinlerin ülkeyi terk etmesi önemsenmiyorsa, listenin başını da başarılı akademisyenler, nitelikli beyaz yakalılar, gelecek vaat eden gençler çekiyorsa “bize ne” diyebilir misiniz?
Son olarak; İyi yetişmiş bireyler ya gidiyor, ya da gitmenin yollarını arıyorsa, “Ey yetkililer!”; “biletler bizden dememelisiniz!” Kadın nüfusunun yüzde 74’ü ilköğretimden sonra okula devam edemiyorsa, çalışmak isteyen her 10 kadından sadece üçü istihdam ediliyorsa, TBMM’deki 600 koltuktan 104 kadın kendine ancak yer bulabiliyorsa! Etkili ve yetkili herkes tüm bunlar birbirine bağlı olarak ilerliyor diye düşünmeli dersem kaşlar havaya kalkar mı?