Gel de içlenme…

İnsanın yüreğini avcunun içine alan, gözyaşı stoklarını tüketen, bilinçaltına çivi gibi çakılan, içine işleyen olaylar, tanıklıklar adeta vicdan sınavı gibi...

İnsanın yüreğini avcunun içine alan, gözyaşı stoklarını tüketen, bilinçaltına çivi gibi çakılan, içine işleyen olaylar, tanıklıklar adeta vicdan sınavı gibi delip, oyup geçerken! Bu girişi içeren ve içini dolduracak bunca konu varken! Söze nereden başlasam bilemiyorum!

Duygusal dayanıklılığı çok yüksek olanlarımızın bile; Yok sayılmalar, görmezden gelinmeler, hiçe sayılmalar karşısında gözyaşı mürekkebiyle yazdıkları yazılara, aldıkları notlara, gönderdikleri mektuplara mı yer versem?

Nesne değil, özne olan, eş, anne, evlat, kardeşten önce kendi olan, birey olan, kadınların, ailesini bir arada tutmak için kendini paralamasından, parçalamasından mı söz etsem?

Eskiyen yüzlerin, feri sönen bakışların yeni gülümsemelere ihtiyaç duyduğunun altını mı çizsem? Yoksa yaşananların, duygusal boşlukların, çaresizliklerin, yalnızlık hissinin neden olduğu maskeli depresyon konusunu mu deşsem?

Füze gibi fırlayan fiyat artışlarından sonra cüzdanı küçülen, tasarrufa yönelen, alışkanlıklarını değiştiren, temel gıda maddelerine ulaşamayan, 25.5 milyonu açlık, 51 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşayan, yüzde 63’ü; “Ekmek ve makarnadan usandık, buzdolabında et görmek istiyoruz!” diyen, ya da kasaba girip utana sıkıla; “10 liralık kıyma verir misiniz?” diyen kadının sesine yansıyan acıdan mı utansam?

İşsizlik, yoksulluk, peş peşe gelen zamların, et, süt sebze meyvedeki artışın, temel besin gruplarından yoksun kalanların bozulan sağlığının, giden canların, sönen bacaların, yıkılan yuvaların, kapalı kapılar ardında yaşanan dramların, en ucuz ürüne bakarken bile iç çekenlerin haline mi üzülsem? Yoksa borçtan ötürü acilen satışa çıkarılan böbreklerden mi içim acıyarak bahsetsem?

Ataerkil düzenin, eril söylemin, meydan okuyan dilin kadına yüklediği, ona dayattığı, onu baskıladığı kadınlık rollerinden mi girsem? Yoksa apansız, haksız, anlamsız, adaletsiz şekilde göçüp giden hemcinslerimizin yürek paralayan öykülerinden mi çıksam?

Pirinçten mercimeğe, fasulyeden nohuda, arpadan buğdaya, muzdan portakala, tütünden pamuğa, çaydan yağa ithal ettiğimiz ürünlerden ötürü, bir zamanlar ihraç ettiğimiz günleri mi derin ahlar çekerek hatırlasam?

Her 10 kişiden 8’inin kıt kanaat geçindiği, ana babaların evlatlarının evine, işsiz evlatların ailelerin yanına sığındığı, 24 milyon insanımızın sosyal yardımlara muhtaç olduğu, 11 milyon kişinin sürekli gıda yardımı beklediği ülke gerçeklerine mi değinsem?

En hassas, en yaşamsal konularda bile tek kelime etmeyen, etse de yakın çevresine selam çakan, aramızda dağlarla bile ölçülemeyecek farklar olanların rahatlığına, vurdumduymazlığına mı şapka çıkarsam?

Ülkemizde 150 bine yakın doktor olduğuna, 86 bininin Sağlık Bakanlığına bağlı birimlerde, 30 bininin üniversitelerde, 27 bininin özel sektörde çalıştığına, 100 bin kişiye 181 hekim düştüğüne dikkat çekerek! Hepimizin canını teslim ettiği doktorların, elleri öpülecek bilim insanlarının, “Beyaz görev! Beyaz grev!” adı altında haklarını arayan hekimlerin başlarına gelenlere mi üzülsem? Yoksa Prof. Dr. Esin Emin Üstün’ün; “Steteskop en pahalı takıdır. Elde etmek için ödenen bedel, gençliğimizin yanı sıra, bir ömürdür” sözünü mü başımı eğerek alkışlasam? Ya da hastane koridorlarında yaşanan tarifsiz kaygılardan, doktorların yüzlerinde, bakışlarında, mimiklerinde aranan umuttan mı söz etsem?

Yoksa biraz ülke gerçeklerinden sıyrılıp yanı başımızdaki savaşa mı kitlensem?

Ukrayna’dan kaçanların sayısının 2.8 milyonu geçtiğini duyuran BM’nin, halkta ulus bilincini geliştiren, halkın toprağına sahip çıkmasını sağlayan, halkın mukavemet etmeye başlamasının altını çizen siyaset bilimcilerin açıklamalarına mı kulak versem?

Sorularla, sorunlarla, belirsizliklerle boğuşan, yenilmek mi, savaşmak mı arasında kalan, 24 Şubat- 17 Mart arası içlerinde akademisyenler, gazeteciler, aktivistler, iş insanlarının bulunduğu 14 bin Rus, 49 bin 160 Ukraynalının ülkemize giriş yaptığını, vize istemediğimiz için rahatça gelip 3 ay kalabileceklerini mi paylaşsam? Yoksa Rusya’dan gelen gencin; “Ülke karardı, üzerimize demir perde çekilecek gibi, gelecek göremediğim için çıktım, düzelmeden dönmem!” sözlerine mi dikkat kesilsem?

Yaşamın her alanında karşılığı olan sözlerden; “Deneyim çok iyi bir okuldur, ama çok pahalıdır.” Ya da; “Geçmiş geleceğin öğretmenidir.” Gibi sözlere mi hak versem? Bilemedim!

Bildiğim o ki! Benim bugün okurlarımla dertleşmeye ihtiyacım var. Cevapsız kalan sorularım var. Bir ülkenin en değerli varlığı olan yetişkin, iyi eğitim almış, yaratıcı, yetenekli, katma değer yaratan insanlarını yok sayanlara, onlara dokunanlara, yüksek isabetle karar verip (!) yargılayan ama yadırgamayanlara itirazım var…

Demem o ki; Konu önemli yer ve sabırlar sınırlı. Haftaya sürdüreceğim.