Beş küçük çeri domates

Gazetecilik küçük yaşlardan beri hayalini kurduğum bir meslekti. Tavana kadar kitaplarla dolu bir evde tarihçi, gazeteci bir babaya sahip olunca başka türlüsü...

Gazetecilik küçük yaşlardan beri hayalini kurduğum bir meslekti. Tavana kadar kitaplarla dolu bir evde tarihçi, gazeteci bir babaya sahip olunca başka türlüsü zor. Hiçbir eylemi kaçırmayan bir öğrenci olarak üniversiteyi 1987’de bitirmeyi başardıktan sonra Söz gazetesinde fotoğrafçılıkla gazeteciliğe adım attım.

Hevesliydim, ama gazeteciliğin nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Büyük ahşap masalarda keyifle çevrilen analog telefonlar, çat çut haber yazılan daktilolar ve kül tablaları vardı. Her muhabire bir kartvizit çıkartılan, çaycının yarım saatte bir uğradığı zamanlar. Bilgisayar da gelmişti, kil tablete haber yazan, bilgisayarda sayfa yapan bütün kuşaklar neşe içinde bir aradaydı.

O zaman yeni bir gazete çıkacağı zaman reklamlarında fotoğraf makinesini kapıp koşarak olaylara giden muhabirler, haber yetiştirmek için çırpınan editörler, baş döndürücü bir hızla dönen rotatifler, telefonu kaldırıp baskıyı durdurun diyen bir yazı işleri müdürü olurdu. Böyle bir telaş bana hiç rastlamadığı gibi, itfaiye müdürünü arayıp “abi söndürmeyin geliyoruz” diyenler vardı. Saatte yüz bin baskı deviren rotatiflere baskıyı durdurun diyecek vakit de pek yoktu.

Fotoğrafçılık; aşağı yukarı sürüler halinde dolaşarak aynı kare için birbirini itip kakmaktan ve polis copundan en az yarım metre uzakta kalmaktan ibaretti. Yer açmak için dirsek atarken kıdeme dikkat etmek şarttı ve pek bana göre değildi. Bir ara gazeteciliğe toptan veda ettim. Ümitsiz bir akademisyenlik girişiminden sonra yine o zamanki adıyla Babıali’ye geri döndüm.

Daha çok dergilerde, muhabirlik yaparak mesleği sürdürdüm. İşsizlik parantezlerini dışarıda bırakırsak yaklaşık otuz yıl. Hep İstanbul’da çalıştım. 1995 yılında başlayan ve beş yıl süren, hatırlayınca burun direğimin sızladığı uzun bir Ankara macerası var. Hala çok sevdiğim Ankara’da pek çok dost, anı ve bir kısım devlet dersi edindim.

Dergilerde çalışmak avantajlıydı, gazete muhabirleri gibi itiş kakışın içinde olmak yerine günlük rutinin dışına çıkıp, daha uzun sürede haberler üzerinde eşinmek, klişelerden uzak durmak, daha çok kapıyı çalmak mümkündü. Mümkündü ama yine de her şey son dakikada kotarılır, yumurta kapıya gelene kadar çay, sigara ve gazete okuma keyfi sürdürülürdü.

1997 yılında ülke Susurluk Skandalı ile çalkalanırken Ankara’da muhabirlik yapıyordum. Tecrübeli bir gazeteciyle, Doğan Yurdakul ile tanıştım. Bir yıl sonra birlikte Çetele’yi tamamladık. Mafya, devlet ve bürokrasi içindeki isimleri kaynaklara dayanarak sıralayan bir listeydi. Bir ayda iki baskı yaptı ama belgeli, kayıtlı bilgilere karşın ödediğimiz iki ayrı tazminat kitabın telifini katladı. Ne yazarları ne de yayınevi üçüncü baskıyı istedi. Çetele’yi hala gazetecilerin masasında görmek mutluluk verici, fakat üç aşağı beş yukarı aynı isimlerin aynı ilişkilerle at oynattığı bir ülkede yaşıyor olmak bir o kadar kaygılandırıyor.

1996 yazında karşılaştığım bir başka olay gazetecilik yaşamımı bütünüyle etkiledi, Beyoğlu’nda Abdullah Sokak’ta ÇGD için bir lokal açmayı planlıyorduk, sokağın müdavimleri arasında tanıdığım genç eroinman çocukların hepsi aşırı doz eroin yüzünden birbiri ardına hayatını kaybetti. “Neden” sorusunun peşinde bulduğum her haberi, belgeyi, anıyı okuyarak, tıp fakültelerinin tozlu kütüphanelerine kadar dolaştım. 2004 yılında basılan ve narkotik kaçakçılığı, bağımlılığı ve devlet politikalarını Overdose Türkiye adlı kitabın öyküsü kabaca bu.

Hemen hemen aynı günlerde, eski defterleri karıştırırken Aktüel dergisinde yazdığım gangster Necdet Elmas’ın hikayesini hatırladım. Zaten kütüphanelere taşınıyordum, bu eski gangsterin gazetelerde ve yeraltında izini sürmek zor olmadı. Tanıyanlar anlatıyordu ama Necdet Elmas asla konuşmuyordu, kitabı tamamladım ve bir nüshasını bıraktım, bir yıl boyunca ne evet dedi ne de hayır. Üçüncü kitabım Gangster böyle çıktı.

Dördüncü kitap zorunluluktan doğdu. Doğan Yurdakul’u meşhur Oda Tv komplosuyla hapse attıklarında, Burhan Apaydın’ın anıları üzerinde çalışıyordu. Hapishaneden kitabı birlikte tamamlamayı önerdi. Burhan Bey’le hemen her hafta görüştüm, bir yıldan fazla sürdü. Burhan Bey kitabın yayınlanmasıyla ilgilenmiyor, anlatmayı seviyordu. Ona kalsa baskı için birkaç yıl daha beklemek gerekecekti. Bir emrivaki ile Adalet Savaşçısı basıldı, bu müvekkili Dündar Kılıç’ın Burhan Bey’e verdiği isimdi. Çok sevdiğim çok şey öğrendiğim bu iki insan Doğan Abi de Burhan Bey de artık hayatta değil.

Gazetecilik serüvenimde anlatacak çok hikâye var. Birkaç yıl boyunca Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbul Şubesinde çalıştım, hala hatırlamakta onur duyduğum EP, Express, 16 sayfa gibi yayın girişimlerinde yer aldım. Sabah’ta yazı işlerinde editör olarak geçirdiğim bir yılı da önemsiyorum. Finali TMSF’nin gazeteye el koymasının ardından 2007 yılındaki Sabah-Atv grevi oldu. Sendika örgütlenmesi gerekçesiyle işten atıldım, davayı kazandım ama pek çok gazeteci gibi dahil olduğum kara listehep arkamdan geldi. Örnek vermek gerekirse Habertürk’te işe başladığım gün patronun talimatıyla kovuldum.

Sonra televizyonculuk,TRT’de medya eleştirisi programı. Ardından Yurt gazetesi. Ve yine televizyonlarda realty programları. Bunu özellikle vurgulamalıyım, çünkü “gazeteciyim, her şeyi gördüm” dediğiniz noktada, aslında ülkeye de, olup bitenlere de ne kadar uzak olduğunuzu alabildiğine sert insan hikayeleriyle yüzünüze çarpan gerçek bir tokattı. Hala orada “üçüncü sayfa” etiketiyle daraltılan, küçültülen, gözlerden kaçırılan, yok sayılan koca bir ülke olduğunu biliyorum.

Yurt gazetesinde editörlük ve yazarlık deneyinden açıklanması geri bırakılmış birkaç hüküm kaldı. Bunlardan biri kara para üzerine yazdığım bir yazıydı ve Ziraat Bankası’nın şikayeti üzerine Bankacılık Yasası’ndan yargılanarak hiç hak etmediğim bir yıl hapis ve 16 bin lira para cezasına hükmedildi. Hapis cezası ertelendi, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdum, para cezasını ise “denetimli serbestlik” çerçevesinde pandemi izninde geçen kamu hizmeti yaparak ödüyorum.

Bir yıl önce doğup büyüdüğüm, yaşadığım İstanbul’u, sokaklarını, sahaflarını, bit pazarlarını, kedilerini, dostlarımı bırakıp geldiğim İzmir Dikili’de sakin bir hayatın içinden ülkeye bakmaya çalışıyorum.

İnsan her zaman bir şeyler öğreniyor; dinleyerek ya da bizzat deneyerek. Örneğin iki tekerlekli bütün araçların insanın baktığı yere doğru gittiğini öğrendiğimde bir motosikletin üzerindeydim ve kendimi Marmaris Akyaka arasında bir tarlanın içinde buldum.

Son dersi evin küçük bahçesinde aldım. Aslında Dikili’nin yerlileri başta söylemiş “Çamın altında olmaz” demişlerdi. Dinlemedim, bir yıl boyunca ekilen, sulanan maydanoz, roka, dereotu gibi pek çok çeşitten elde kalan sadece beş tane küçük çeri domates oldu. Yine de bu yıl bahçeyi enginarla donatıp çam ağaçlarına, tarihe ve doğaya ikinci bir meydan okumayı planlıyorum.

Olağanüstü günlerden, ağır bir ekonomik ve siyasi krizin içinden geçiyoruz. Organize suçu, uyuşturucuyu, yoksulluğu hiç olmadığı kadar tartışıyoruz. Böyle bir dönemde yenilenen Gerçek Gündem’de yazacak olmak bana heyecan veriyor.

Hayatın verdiği dersleri önemsemeyi, dinlemeyi, öğrenmeyi, bir yandan da inatla denemeyi, kamunun bilme hakkı için yazmayı elimden geldiğince sürdüreceğim.