Yeri gelmişken soralım ve sorgulayalım mı? Susalım ve düşünelim mi?

İnsanın aklına gelince duruyor, sorguluyor ve soruyor doğrusu! Evet, şu anda ülkemizin pek çok sorunu var ancak bunlardan biri ve başta geleni üslup sorunudur. Böyle bir üsluba hak verilebilir mi, bu üslup sahipleri durmadan alkışlanır mı? Olup bitene bakınca ne yazık ki bu sorunun yanıtını bilmiyorum, ya da anlamakta zorlanıyorum. Önce neyin katiyen olamayacağını görmekte yarar var deyip uzun listenin kısa bir özetini sunalım mı?

Örneğin Sağlık Bakanlığı tehlikeli gıdaları bi türlü açıklamadığı ve hangi gıdalarda ne kadar zararlı madde olduğunun adlarını gizlediği için zehir yiyen ve soluyan alüminyumlu ve arsenikli su içen halkımız bunun hesabını etkili ve yetkililerden neden sormaz?

Mesela 12-18 Mayıs tarihleri arası Hemşireler Haftası olarak kutlanırken önümüze iç acıtan sayılar çıktı. Böylece ülkemizde haftada bir hemşirenin intihar ettiği gerçeğiyle yüzleştik. Buna göre; 2015 yılında 71, 2016 yılında 56, 2017 yılında 53 hemşire intihar etmiş. Yılda 52 hafta olduğuna göre, düz hesapla haftada bir hemşire intihar ediyor demektir. Rakamlar başbakanlığa bağlı BİMER’den alındığına göre yalan ya da abartı değil. Ancak insana nasıl yani dedirten bir başka cephesi var işin. O da bu acı gerçeğe karşı iktidarın tavrı! Meclis genel Kurulu’nda bu konuda verilen önerge AKP oylarıyla, “sağlıktaki intiharların genel intiharlara göre düşük olduğu” gerekçesiyle reddedilmiş. İyi mi? Şimdi hal ve durum böyle iken genelde sağlık ordusu, özelde hemşireler bu acı gerçeği neden sorgulamaz?

Misal sadece 2 kişinin aldığı bir kararla uygulamaya konulan bu panik seçim kararı için; “Laf ağızdan çıktı bi kere, müziklerimiz bile hazır” diyenlere, doların hızla yükselişini kurda biraz yükselme oldu diye küçümseyenlere, Türk lirasının eridiğini görmeyenlere. “Kurdaki dalgalanmayı kabul etmiyorum diyenlere” neden ağzını açıp bir şey söylemez?

Yine TÜİK’in tüm makyajlarına rağmen resmi işsiz sayısının 3.5 milyonu geçtiğini, asıl rakamın 6 milyonu aştığını bilmezden gelenlere, hayvancılığın can çekiştiğini görmeyenlere, konut sektörünün çatırdadığını kabul etmeyenlere iki laf neden etmez?

Veya yolsuzluğun, yoksulluğun, aldanmanın, aldatmanın, rüşvetin kol gezdiğini duymayanlara, kadın cinayetlerinin ve genç ölümlerin yüreğimizi kaçıncı kez yaktığını bilmeyenlere, çaresizliğimize çaresizlik katan intiharları bilmezden gelenlere tüm bunlara karşı bir cevabının olup olmadığını, olması gerektiğini neden hatırlatmaz?

Ya da “Şeffaf ve adil bir seçim yapılma ihtimalinin olmadığını” söyleyen batıya karşı yönetimden net ve açık bir cevap gelip gelmediğini neden merak etmez?
Yoksa “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak gibi, bir taşla iki kuş vurmak gibi” Anadolu’da bin yılların imbiğinden geçmiş muhteşem sözlerin hala geçerliliğini koruduğunu bildiği için umursamamayı mı yeğler?

Aslında 24 Haziran seçimiyle birlikte kaos, öfke, intihar eden öğretmenler, çocuklara ve kadınlara yönelik taciz ve şiddet, batan ekonomi inşaat üzerine kurgulanan gelişme, boğazlarına kadar borca batan insanlar, iflas eden şirketler, yazboz tahtasına dönen eğitim sistemi ve umursamazlıkla yönetilen ülkemiz düzlüğe çıkacaksa, bu seçim can suyu ve can simidi olacaksa hoş geldi sefa geldi deriz.

Ancak ülkenin iç ve dış borç toplam borcu 4 trilyona yaklaşmışsa, 7.5 milyon çocuk yoksulluğun pençesinde aç susuz beslenemeden, ısınamadan büyümeye çalışıyorsa çark dönmüyor demektir deriz.

Çözümün fabrika ayarlarına dönmekten geçtiğinin, geçmişten ders ve ilham almaktan geçtiğinin, yıllar önce tek bir fabrika bacasının tütmediği yoksul bir Anadolu’da canını dişine takmış bir halkın, kurtuluşu ve kuruluşu gerçekleştiren lideriyle birlikte yanlışın yakasına yapışan cesaretini örnek almaktan geçtiğinin altını çizeriz.

Yetinmez yaratıcılığın sadece duayla, taklitle, kopya çekerek değil, beyin ve beden çilesi gerektirdiğini bilmekten geçtiğini de ilave ederiz.
Beğenilmeyen heykeli yıkarak, istenmeyen tiyatroyu, filmi, kitabı yasaklayarak, opera ve baleyi günah sayıp, nitelikli müziği dışlayarak, sanat ve müzik kurumlarımızdan devlet desteğini çekerek, sanatçıyı boyunduruk altına alan yasalar çıkararak, “Parayı işime gelene veririm” diyerek, devlet yardımı için ahlaklı oyun kriteri getirerek sorun çözülmez deyip ilerleriz.

Hele de dansı belden aşağı, heykeli ucube, resmi açık saçık, edebiyatı sakıncalı, operayı lüks, orkestrayı zulüm, sinemayı ayıp, tiyatroyu tehlikeli sayarak, kitaplara bomba muamelesi yaparak, Fazıl Say’ı düşünce suçlusu görerek (saymak bile yoruyor insanı) bir yere varılmaz diye de bu can sıkan yazıyı noktalarız!