Bu yazımın konusu: Çok küçük, çok önemsiz ayrıntılar!

Bugün ülkemizin en acil, en can alıcı, en çarpıcı gündemini değil, eften püften konularını gözlemlediğim kadarıyla sütuna yatırmaya çalışacağım!

Bir yanda hayatı iyisiyle, kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla yaşayanlar, diğer yanda “bana değmeyen!” deyip seyirci kalanlar…

Bir yanda yaptığı ve sık sık tekrarladığı her yanlışın faturasını başkalarına kesenler, diğer yanda yıpratan ve acı veren bir zorlamayla fatura ödetilenler…

Bir yanda günü kurtarıp, yandaşa arka çıkarak kendini kabul ettirmeye çalışanlar, öte yanda ülkenin taşına toprağına, arşivine, tarihine adını hakkıyla kazıyarak kendisine saygın, nitelikli, unutulmaz bir biyografi inşa edenler…

Bir yanda gerilim politikasında ısrarlı ve kararlı olanlar, diğer yanda TÜİK’e göre her 4 kişiden 3’ünün borçlu olduğu, 2 milyon kişinin iş aramaktan vazgeçtiği, yoksul sayısının giderek arttığı güven veren ve şaha kalkan bir ülke…

Bir yanda tabip odalarının açıklamasına göre; 30 bin sağlık çalışanının hastalığa yakalandığı, 80 civarında sağlık çalışanın hayatını kaybettiği bir süreç, diğer yanda 900 doktorun istifa ettiği tweet esaslı Sağlık Bakanlığı…

Bir yanda salgın nedeniyle açılmayan okullar, kapanan kantinler, kapısına kilit vuran öğrenci yurtları, diğer yanda ülkenin gerçek gündemini unutan MEB yetkilileri…

Bir yanda Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moodys’in ülkemize verdiği B2 notuyla yatırım yapılabilir seviyenin 5 kat altına inerek tarihimizin en kötü kredi notuyla yüzleşerek; Tanzanya, Ruanda, Etiyopya, Uganda, Kenya gibi Afrika ülkelerinin bulunduğu ligde yer alan bir Türkiye! Diğer yanda; “Bu notun bizim açımızdan kıymeti harbiyesi yoktur. Yok hükmündedir. Dünyanın bileğini büktük. Herkes haddini bilecek. Karşımıza çıkanı perişan ederiz, bizime boy ölçüşemezsiniz.” Açıklamalarıyla posta koyan bir ülke…

Bir yanda TÜİK ve İŞKUR verilerine göre çığ gibi büyüyen işsizlik rakamları, yıllarca dirsek çürüten iyi bir gelecek hayaliyle yanıp tutuşan 24 milyon gencin yüzde 57’sinin işsiz olduğu çağ atlayan yeni Türkiye, diğer yanda arkası olanı, dayısı olanın, partiden olanın liyakate bakılmadan iş bulduğu hakça bir düzen…

Bir yanda MEB’in devlet liselerine dağıttığı “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” ders kitabında yer alan kefenleme, kabir azabı ve tabut fotoğraflarını içeren konular, diğer yanda kim akıl verdiyse, kim emir verdiyse susup bakan yetkililer…

Bir yanda gece gündüz siyasi sinyaller vermeye ihtiyaç duyanlar, toplumsal fırtınaları savunanlar, diğer yanda zamanın neresinde durduğunu bilmeyenlere sorulan “arada sırada sakin limanlara uğramak neden aklınıza gelmiyor?” sorusu…

Bir yanda sorumsuzluğu sükseli ve havalı göstermek için fırsat bu fırsat deyip özel çaba içine girenler, diğer yanda sanattan, tiyatrodan intikam alanlara karşı onurluca direnenler…

Bir yanda akılları kurcalayan ve havada asılı kalan ülkenin dağ gibi sorunlarına kalıcı, akılcı çözüm bulmak bu kadar mı zor sorusu, diğer yanda işsizlikten kırılan ülkemizde sorunu ve sorumluluğu başkalarına yıkma kolaycılığı…

Bir yanda ürünü, emeği, ekini para etmeyen ve ekmek parası için köyünü tarlasını terk edip büyük şehirlere akan Anadolu insanı, diğer yanda hayatı kuşatan ve zorlaştıran koşullarla baş etmeye çalışan kent insanı…

Bunca örneğe rağmen daha uzun süre konuyu gireceğimi sanmıyorum ama şuraya gelmek istiyorum!

Olup bitene bakınca yılların deneyimi insana şunu dedirtiyor! Eğer isterse yönetimin başarabileceği iki şey var: İlki; sorunların temeline inerken ayrım yapmamak ve geniş çaplı araştırma yapmak. İkincisi; Ülkemizin gider kalemlerini yine ve yeniden ele alıp harcama kalemlerindeki öncelikleri iyi hesaplamak, özellikle de eğitimli insan gücünü harcamamak. Hayata geçirmek bu kadar zor mu?