Ölçmek biçmek…

İcra dosyaları rekora koşuyor, artan gübre fiyatlarıyla tarım alarm veriyor, fiyata isyan eden üretici sütleri sokağa döküyor, kilo taneye dönüşüyor, “ne...

İcra dosyaları rekora koşuyor, artan gübre fiyatlarıyla tarım alarm veriyor, fiyata isyan eden üretici sütleri sokağa döküyor, kilo taneye dönüşüyor, “ne ekim var ne dikim” diyen çiftçi “ağlayasım var!” diyor, kiralarda yıllık artışı yüzde 84’ü buluyor, borç yükü ağırlaştıkça emekli açlığa mahkûm ediliyor, sermaye Türkiye’den çıkmayı sürdürüyor…

Bitmedi biter mi? Gıdada kendi kendine yeten ülke özelliğini yanlı ve yanlış tarım politikalarıyla çoktandır yitiren ülkemiz üretimden kopuyor, bu arada ümidini yitiren üretici kırsaldan uzaklaşıyor. Sonra ne mi oluyor? Tarımın tarumar edilmesine yetkili kişi ve kurumlar göz yumup, sessiz ve tepkisiz kaldıkça olan çiftçiye, köylüye, üreticiye, yeterince beslenemeyen tüketiciye oluyor…

Oysa yönetimlerin görevi tahrik değil teşvik olmalı değil mi? Oysa yapılacak iş; elbette ve öncelikle gerçeklerle örtüşen plan ve projeleri hayata geçirmek, geleneksel tarıma sahip ve arka çıkmak olmalı değil mi?

Oysa olması gereken; gerçekleri görebilmek, sonuçlarını hissedebilmek, uçup giden hayallerin yarattığı boşluğun nelere neden olacağını iyi hesap etmek olmalı değil mi?

Kuşkusuz ki sitemimiz! Görebilene, hissedebilene, yaşayıp, yaşatabilenedir. Sorularımıza yanıt alamasak da!

Kuşkusuz ki göndermelerimiz! Hassasiyetleri ve öncelikleri, ihtiraslarla, çıkarlarla, tercihlerle karıştırmayanlaradır. Bu tarafgirliğin yönetimleri yorduğunu, yıprattığını, zayıflattığını, yalnızlaştırdığını anlatamasak da!

Yine ülkemizin acilen çözüm bekleyen sorunlarının başında canı pahasına cankurtaran doktorların ve sağlık çalışanlarının havada asılı kalan çığlığını görürüz. Cevap bekleyen sorularımızın başında acılı bir alan olan kadın cinayetlerini, açmazları, acımasızları, güçlüleri, gücü kalmayanları, bir şeylerin daha çok bedel, daha az ödül olarak döndüğünü, hayatımızda komediye az, drama çok yer olduğunu görürüz…

Sonra da ister istemez; “Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor!” diyen Erol Evgin'e kulak veririz!

Sırada namusla yoğrulan kuruluş harcı var…

Tam da burada geçmişe dönelim, kuruluş harcımıza bakalım, kurtuluş için çıkılan yolda namusla, fedakârlıkla, güvenle karılan o kutsal hamura bakalım. Eğitimin ışığı olan Köy Enstitülerine, Millet Mekteplerine, Halk Odalarına, fabrikalara, demiryollarına bakalım. Gururun, özgüvenin, özverinin, vatan sevgisinin hazzına, ulus olmanın övüncüne bakalım. Sonra da dönüp başımızı eğerek ayıplarımıza bakalım.

Mutfak tüpünün 300 lirayı aştığı, doğalgaz fiyatlarının uçuşa geçtiği, sıkı diyet yapan, çok zayıflayan, adeta manken gibi olan(!) dereotunun 10 liradan satıldığı, battaniye altında ısınmaya çalışan yurttaşların oranının yüzde 76’ya vardığı, ısıtıcıların ancak çocuklar eve gelince açıldığı, halkın büyük çoğunluğunun temel gereksinimlerinden vazgeçtiği ülkemizde Erol Evgin haklı çıkmaya devam eder…

Şimdi gel de! Aile Bakanlığı’nın 2021 yılı raporuna göre; Devlet yardımıyla ayakta kalmaya çalışanların sayısı 2020 de 4.4 milyonken, bugün devlet yardımına muhtaç yurttaş sayısının 11 milyona ulaştığını unut…

Şimdi gel de! Özel günlerimizde yönetimin gerim gerim gerilerek; 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde kadınları, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda emekçileri, 14 Mart Tıp Bayramı’nda doktorları ve sağlık çalışanlarını nasıl tartakladığını unut…

Şimdi gel de! Yıllardır toplumun çeşitli kesimlerine, akademisyenlere, öğrencilere, memurlara, emekçilere, kadınlara, aydınlara, gazetecilere hayatı dar edenleri unut…

Şimdi gel de! Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla sarıp rahatlatmak varken, aydınlıktan korkan yetişkinlerin sakat bırakan, tutsaklığa varan uygulamalarını unut…

Şimdi gel de! Hem gelenlere, hem gidenlere hüzünlü bir ev sahipliği yapan tren istasyonlarını, “barış koridoru” deyiminin sözde ve havada kaldığı müzakereleri unut...

Şimdi gel de! Barışın güvenilir bir ortam olduğunu, kapıyı çalan dostun güven veren bakışı olduğunu, korkmadan sokağa çıkmak olduğunu, yarınlara umutla bakmak olduğunu, ön saflarda savaşan genç erkekler ölürken, yaralanırken, sakat kalırken, tutsak düşerken geride kalanların hayat boyu kapanmayacak yaralarını ve savaşın en çok çocukları ve kadınları vurduğu gerçeğini unut…

Şimdi gel de! Ağzımızda buruk bir tat bırakan, unutamadığımız, üzüldüğümüz, utandığımız, heyecanlandığımız, sevdiğimiz, meraklandığımız olayları ve kalıcı izlerini unut…

Yazımı Cumhuriyet’ten Zafer Temoçin ve Erdinç Utku’nun hali pür melalimizi özetleyen çizgi ve sözleriyle bitiriyorum. Adam harita önünde hava durumunu anlatıyor; “Sabah kuzeyde yoğunlaşan halk ekmek kuyrukları. Öğleden sonra yerini sıvı yağ kuyruklarına bırakacak. Akşam saatlerindeyse tüm yurtta akaryakıt kuyruklarının etkili olması bekleniyor!” Erdinç Utku diyor ki; “Ekonomi tıkırındaysa mutfaktan niye tıkırtı gelmiyor. Yağma var ama yağ yok!”

Açıklama notu: Sevgili okur! Sözün çuvalla dinleyenin çok az olduğu günümüzde, hele de meydan bu kadar boşken ve günlerimiz solup giderken bunu bir tespit, tenkit, temenni yazısı sayar mısınız lütfen?

Davet notu: 23 Mart Çarşamba günü saat 14.00- 16.00 arasında Fenerbahçe Gönüllü Evi’nde; “Sanatın evrenselliği, tiyatronun önemi ve Büyük Atatürk’ün sanata ve sanatçıya bakışı” konusunu örneklerle anlatacağım. Yolu düşenleri beklerim.