Bu çığlık çok ses getirecek

103 Amiralin yargılandığı Ankara 20. Ağır Ceza mahkeme heyetine sunulmak üzere, Emekli Kor Amiral Kadir Sağdıç'ın çok önemli gördüğüm Savunmasının tam metin...

103 Amiralin yargılandığı Ankara 20. Ağır Ceza mahkeme heyetine sunulmak üzere, Emekli Kor Amiral Kadir Sağdıç'ın çok önemli gördüğüm Savunmasının tam metin şöyle:

"Ben neyi savunacağım ve niye Savunuyorum ki? Güncel gelişmeler üzerine iki konuda endişeleri olan Amirallerin anayasal hakları çerçevesinde kamuoyu ile paylaştıkları bir "duyuru" nasıl oluyor da suç unsuru olabilecek bir "bildiriye" dönüştürülmeye çalışılıyor?

Akla, vicdana zarar.

Açılan davanın hukuken içi boş, onunla ilgili savunacağım hiçbir şey yok.

Dava ile ilgili hukuki argümanları savunmanım sunacaktır. Ama, benim haksız yere rencide edilen ve korumam gereken bir onurum var. Tabii ki de TC vatandaşları olarak bize yönelik iftira ve saldırılar üzerinden anayasamızda tanımlı demokratik, sosyal hukuk devleti olgusuna yönelik tehditler ve endişelerimiz var!

Bilakis, açılan bu davaya karşı savunma yapmanın çok ötesinde davacı olmak, müşteki olmak durumundayım.

Şimdi, bu yargılama sürecinde ulusal ve evrensel hukuka aykırı uygulamaları saptamamız gerekiyor. Bugüne kadar sabırla hukuk ve adaletin işlemesini bekledim. Ama bu beklentim maalesef hakça bir hukuki değerlendirme çerçevesinde gerçekleşmediğinden, şimdi kamuya açık bir mahkemede olanları halkımızla paylaşmak istiyorum.

Ben ömrüm boyunca hiçbir suça karışmadım. Dürüst, idealist olmaya çalışan, insanlara ve çevreye saygılı, hayatının 40 yılını Deniz Kuvvetlerine adamış, ülkesine en faydalı olabileceği bir zamanda FETÖ kurgulu Kumpas sürecinde aşağılık iftiralarla tasfiye edilerek üç buçuk yılını demir parmaklar arkasında geçirmiş, yetmiş yaşında, şerefli bir Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşıyım.

O zaman, savunulacak çok önemli başka şeyler var demektir...

Soruyorum, dava konusu ilk günlerde Montrö Antlaşmasının iptali ya da değiştirilebileceği ile yorumlarla ilgili gelişmeler üzerine, ömürlerinin çok önemli bir kısmında Türk Boğazlarının savunulması sorumlulukları üslenmiş Emekli Amirallerimizin Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasası ve Uluslararası Antlaşmalarla garanti altına alınmış egemenlik haklarının aşındırılması konularında endişeleri olamaz mı?

Egemenlik dışında, İkinci Dünya Harbinde olduğu gibi günümüzde de bölgesel gerginlik ve harplerde bizi harbe girmekten ve taraf olmaktan koruyan böyle bir hakkın aşındırılmasından endişe duyamazlar mı ?

Eğer böyle endişeleri oluştuysa, hele hele benzer endişeleri Kılavuz Kaptanlar, Emekli Büyükelçiler, birçok Akademisyen, sağ duyulu yorumcular, köşe yazarları, Emekli Parlamenterlerimiz paylaşırken Montrö Sözleşmesini uygulayan Amirallerimiz bunları kamuoyu ile paylaşamazlar mı?

"Paylaşmak" keyfiliği şöyle dursun, hatta bu durum konu hakkında ülkenin en iyi yetişmiş bir kesimini oluşturduklarından kendileri için bir "sorumluluk" değil midir?

Soruyorum, Emekli Amirallerimiz yine o günlerde basında ve sosyal medyada muvazzaf bir amiralin askeri disipline, mevzuata ve hiyerarşiye aykırı biçimde resmi üniforma ile cübbe ve sarık giyerek, hem de resmi makam aracını kullanarak bir dergaha gittiğinin konu edildiği haber ve görüntülerden rahatsızlık duyamaz mı? Bunun da ötesinde Amirallerimizin, sistematik bir FETÖ saldırısı yaşamış ve çok değerli kadrolarını bu hain kumpaslara kurban veren Deniz Kuvvetlerimizin yeniden tarikatlaşmanın hedefi olmasından, Cumhuriyetimizin anayasal yapısına olası tehditlerden,

TSK'lerinin tesanütünün bozulmasından endişeleri olamaz mı? Bu endişelerini "anayasal hak ve sorumlulukları" çerçevesinde kamuoyu ile paylaşamazlar mı?

Buraya kadar sorduğum soruların cevabı Anayasasına göre demokratik, sosyal bir hukuk devleti olması gereken Türkiye Cumhuriyeti'nde EVET'tir. Ama maalesef söz konusu duyurunun bir şekilde medyaya ulaşması ile birlikte çok şiddetli bir dezenformasyon ve karalama kampanyası ile karşılaşılmıştır.

Öyle ki, aklı selimi söz konusu duyuru lehinde temsil eden ezici bir kamuoyu çoğunluğu yanında sayıları çok küçük de olsa hükümet zırhını siper almaya çalışan bazı merciler, hiçbir fiili ve somut mesnet olmaksızın siyasi ihtirasları ve devletin üst kademelerine yaranmak uğruna, yine içinde sözde muhalefeti de temsil eden bir kısım siyasiler, sözde akademisyenler ve art niyetli troller organize bir şekilde Emekli Amirallere yersiz ithamlarda, hakaretlere varan son derece rencide edici atıf ve söylemlerde bulunmuşlardır. Ayrıca kendi özelimde bu saldırı kampanyası sürecinde, hakkında gözaltı kararı uygulanan ben ve ailem hukuk dışı ve hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşamaması gereken onur kırıcı muameleye tabi olduk.

Soruyorum, ben neden gözaltına alındım? Benim hangi somut fiil ya da girişimim Emniyet Teşkilatının ve bağlısı olduğu İçişleri Bakanlığının tespitine girmiş de, 104 Amiral içinde tefrik edilerek "arama ve gözaltı" kararı verilen ilk 14 Amiral ve fiilen gözaltına alınan 10 Amiral içine alınmışım? Benim gözaltına alınmak için söz konusu duyurunun hazırlanmasında özel bir dahilim mi olmuş? Arama ve Gözaltı talebinizi şahsımla ilgili hangi tespit ya da gerekçeye dayandırdınız? Hemen saatler içinde bu konuda hakkımda hangi tespitleri yaptınız ki? Somut tespitler varsa, bunlar soruşturma aşamasında Emniyet görevlileri ve Savcılıkça bana sorulmalıydı ama YOK. Sonrasında, somut delillere ulaşıldıysa onlar da İddianame de olmalıydı ama orada da YOK ! ...

Niye BEN? Ya da niye 104 Amiral hep birlikte değil?

Soruyorum, 03 Nisan gecesinden 04 Nisan 2021 gecesine geçen o 24 saat içinde medyayı aleyhimizde baskı altına alan ve her türlü hakarete varan saldırıyı iktidara yaranmak isteyenler organize etmiş midir? Cumhuriyet Başsavcılığı gerçekten re'sen mi, yoksa bu baskılar altında mı Arama ve Gözaltı kararı almıştır?

Soruyorum, Arama ve Gözaltı Kararı verilen 14 Emekli Amiralden benim de aralarında bulunduğum 7'sinin birden akademik olarak Ülkemizin denizlerdeki hak ve çıkarlarını ortaya koymaya, denizciliğimizi geliştirmeye çalışan Koç Üniversitesi Denizcilik Forumu (KUDENFOR) üyelerinden seçilmesi bir tesadüf müdür? Değilse, kimler Cumhuriyet Başsavcılığına bu isimleri ve kurumu hedef göstermişlerdir? Amaçları nelerdir?

Soruyorum, Ülkemizin 15 Temmuz 2016 kanlı FETÖ darbe girişimine kadar süren 10 yılı aşkın Kumpaslar sürecinde yaşanan o hukuksuz göz altılardan ve yıllar süren tutukluluklardan sonra masumiyetleri nihayet mahkemelerimizce tescil edilmiş ancak halen mağduriyet tazminatları karşılanmamış kişiler olmamıza rağmen, 05 Nisan 2021 sabahı gece karanlığında evlerimize yapılan ve özellikle ailelerimizi şoklar içinde yeniden kabuslara sürükleyen bu baskınların gerekçeleri nelerdir? Türkiye Cumhuriyeti'nin daha insani, kişileri rencide etmeden yapabileceği uygulamaları tükenmiş midir?

Soruyorum, Ankara'da gözaltında tutulacağımız mahal ille de Emniyetin Terörle Mücadele Dairesinin en azılı terörist şüphelilerine reva gördüğü, yaşam ve hijyen şartları malum hücreleri mi olmalıydı? Corona Virüs salgınının zirvelerde gezindiği bir süreçte 2 kişilik hücrelerde illa da 3 kişi tutulmasının mahzurları bilinmiyor olabilir mi?

Soruyorum, ilk dört gün gözaltında bulunduğum hücredeki üç kişinin sosyal ve siyasal özgeçmişlerine bakıldığında, benim Cumhuriyet değerlerine sahip kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir mensubu, ikinci kişinin bir FETÖ Şüphelisi ve üçüncü kişinin PKK şüphelisi Suriyeli bir sığınmacı olması bir tesadüf müdür?

Komşu diğer hücrelerde de gözaltına alınan diğer amirallerimizin de benzer kompozisyonlarda olmaları da mı tesadüftür? Eğer tesadüf değilse, 21. Yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti'nin Terörle mücadeledeki tehditlerinin tanımlanmasında FETÖ ve PKK'ya üçüncü tehdit unsuru olarak Cumhuriyetin temel değerlerine sadık Emekli Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını eklenmesi direktifini kim vermiştir?

Israrla "irtica" tehdit tanımından çıkartılmaya çalışılırken, bunun yerine cumhuriyetin kurucu değerlerine sahip emekli Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları da dahil "Türkiye Cumhuriyeti'nin sadık vatandaşları" mı tehdit olarak görülmektedir?

Soruyorum, neden hala arama ve el koyma yöntemlerinde yasal prosedürlere uyulmuyor? Talep ettiğimiz halde arama ve el koyma tutanağının bir kopyası tarafımıza verilmedi, el koydukları dijital materyalin bir (imaj) kopyası da o aşamada verilmedi, Avukatımızın olay mahalline gelmesi beklenmedi.

Soruyorum, dijital donanımlarımıza el konulmuş olmasına ve devletin yetkili yürütme erki "Daha o gece her şeylerini tespit ettik" demesine rağmen, gözaltı kararı neden 4 gün daha uzatılmıştır, olmayan delillere destek olsun diye, olmayan suçun "suç duyuruları" ve "ihbarları" yetiştirilsin diye mi beklenmiştir?

Soruyorum, gözaltılar sona erdirildiğinde alınan adli kontrol tedbirleri kapsamında birçok cana mal olan bir kısım kadın ve çocuk tacizcileri bile serbest dolaşırken, birçoğu kalp rahatsızlığı olan Emekli Amirallerimize bir süre elektronik kelepçe takılması gibi rencide edici ve sağlık riski taşıyan bir uygulama hangi gerekçenin ürünüdür? Amirallerimizin çoğu uluslararası akademik, iş ortamı, ailevi ve sağlık dahil diğer gerekçelerle yurt dışına çıkması gerekirken yasak getirilmesi, bu haklarından mağdur edilmeleri adil midir?

Soruyorum, yıllarca hizmet ettikleri TSK'lerinden emekli olduktan sonra hayatlarının geri kalan sınırlı süresinde sosyal tesislerine giriş hakları hukuk dışı uygulamalarla ellerinden alınabilir mi?

Soruyorum, bir kamu davası açılmasına zorlama bir gerekçe oluşturmak uğruna FETÖ Kumpaslarını andırırcasına Türkiye genelinden alınmaya çalışılan ihbar, suç duyurusu ve şikayetler ne kadar inandırıcı olabilmiştir? 85 milyonluk ülkemizin her ilinden demek uğruna belirlenen 81 beldenin içinde genellikle iller varken, İstanbul gibi yirmi milyonluk bir mega kentten sadece 3 vatandaşın isminin yer alması, Ankara, İzmir ve Mersin gibi anakent illerimizden ise hiçbir vatandaşımızın şikayetçi olmamaları, buna karşılık salt illerle ilgili sayının tutturulabilmesi için Sındırgı, Kadirli ve Taşköprü gibi beldelerden birkaç vatandaşımızın isminin yazılması ; ülkemizdeki binlerce vakıf, dernek ve sivil toplum örgütleri yanında sadece Bitlis, Erzincan, Afyon ve İstanbul'dan birer örgütle sınırlı şikayetçileri gösterip, duyuru lehinde ezici çoğunluğa sahip vatandaşlarımıza ve kuruluşlara hiç yer verilmemesi iddianameyi ne kadar objektif ve adil kılmıştır ?

Soruyorum, Türkiye'nin dört bir yanından ihbar ve şikayette bulunan kuruluşlar ile toplamda 640 vatandaşımızın "ayrı ayrı" suç duyuruları yaptıkları halde, hepsinin tek bir yerden yönlendirildiği apaçık belli aynı cümleyi, "Devletin güvenliğine ve anayasal düzene karşı suç işlemek için anlaşma" ifadesini kullanmaları mümkün müdür, bu hayatın olağan akışına uyar mı ? Bu kişi ve kurumlar aynı siyasi şemsiye altında kamuoyu yaratma propagandasının aracı haline dönüştürülüp olmayan suçun "suç duyurusunu" yazılı olarak nasıl yapabiliyorlar? Bunlara aynı anda böylesine bir talimatı Türkiye'de kimler ve hangi odaklar vermişlerdir? Hal böyle ise, bu bir hukuksuzluk değil mi? Hatta suç değil mi? Türkiye'yi gelecekte bekleyen tehlikelerin farkında mısınız? Yine soruyorum Cumhuriyet Başsavcılığı bu vahim durumu fark edememiş midir?

Soruyorum, Sayın Cumhurbaşkanı konuyla ilgili değerlendirmesinde "Yapılan açıklamada 2 temel iddia ortaya konmaktadır. Bir, Montrö Antlaşması'nın tartışmaya açılması; İki, basında yer alan bazı görüntülerdir". Montrö'den çıkmakla ilgili bir çalışmamız yoktur. Ama gelecekte bu ihtiyaç ortaya çıkarsa, ülkemizi daha iyisine kavuşturmak üzere her sözleşmeyi gözden geçirmekten de çekinmeyiz. "TSK'nın disiplin anlayışıyla bağdaşmayacak fotoğraf veren askere olumlu bakmadık, bakmayız" demekle, esasen Amiraller duyurusunun endişelerine de olumlu cevap vermiş iken, iddianamenin bir çok eksiğinin yanında salt bu gerekçe ile bile "Kovuşturmaya Yer Olmadığı" sonucuna gidilmesi gerekmez miydi ? Ayrıca, mahkemenin Tensip Zaptı duruşmasında bu gerçek ve iddianamenin eksiklikleri görülemez miydi?

Soruyorum, geçtiğimiz yıl içinde hem de "muvazzaf" ve emekli askerler birlikte ABD'de bir kez Başkan Trump'a, bir kez de Başkan Biden'a, Fransa'da, İngiltere'de ve Kanada'da doğrudan "Devlet zirvesindeki Başkan ve yöneticilerine" ulusal konularda endişelerini dile getiren ve üslubu çok daha şiddetli uyarılarını yaparken onların ki demokratik oluyor da, bizim "kamuoyuna" yönelik duyurumuz anayasanın açıkça 26. Maddesinde tanımlı haklarımıza rağmen anti-demokratik olabilir mi?

Soruyorum, Amiraller duyurusundan henüz bir yıl bile geçmeden halen içinde bulunduğumuz Ukrayna-Rusya kriziyle Türkiye II. Dünya Harbinden sonra bir kez daha Montrö Sözleşmesinin nasıl muazzam bir denge oluşturduğu, bizi çatışmaların dışında tutabilme özellikleri olduğu fark edilmiş midir ? Emekli Amirallere duyuru günlerinde söylediklerinden dolayı, bazı siyasi liderlerin, bazı bakan ve devlet görevlilerinin, bazı komutanların ve sözde akademisyenlerin bir nebze olsun vicdanları rahatsız olmuş mudur? Gönüllerinden Amirallerimize karşı bir özür borçları olduğunu düşünüyorlar mı?

Ve nihayetinde soruyorum, Amiraller duyurusu özünde Anayasamızın başlangıç ve değiştirilmesi bile teklif edilemeyecek maddeleri ile, madde 26 ve madde 90 kapsamında Ülkemizin yönetim biçimi, toprak bütünlüğü ve ulusun egemenliğini teyit ederken, bu gerçeklere karşı "ihbar ve suç duyuruları" yapmaya kalkmak anayasal suç kapsamına girmez mi? asıl bu konuda Cumhuriyet Savcılarımızın re'sen suç duyuruları yapmaları gerekmez mi?

Adım adım gerçeğe doğru ilerleyeceğiz, tarih en büyük tanıktır, bu süreçte yaşadığım her türlü maddi ve manevi haklarımı da saklı tutuyorum."