Büyük Taaruzda Reşat Bey'in intiharı: 'O gün Çiğiltepe'de neler oldu?' (Tarihi Araştırma Yazı Dizisi - 3)

57’inci Piyade Tümen Kumandanı Reşat Bey, bu karmakarışık düşüncelerle gözünü hiç kırpmadan toprak siperin içinde sabahı zor etti. Gün ağarmaya başlamıştı....

57’inci Piyade Tümen Kumandanı Reşat Bey, bu karmakarışık düşüncelerle gözünü hiç kırpmadan toprak siperin içinde sabahı zor etti. Gün ağarmaya başlamıştı. Tüm cephede silah sesleri aralıksız devam ediyordu. Bugünün de zor geçeceği aşikardı. Zira Tümenin tam karşısındaki Yunan siperlerinde henüz herhangi bir çözülme belirtisi yoktu.

Reşat Bey karşısındaki dost düşman durumu sabit kalemle işli haritaya gözünü dikmiş öylece bakıyordu ki, tam o sırada yanındaki sahra telefonu yine acı acı çaldı. 27 Ağustos 1922 günü saat sabah 06.00 civarlarıydı…

“Ordu kumandanı Nurettin Paşa olabilir” diye sıkıntıyla ahizeyi kulağına dayadı.

Neyse ki bu kez karşıdan gelen ses nazik ve yumuşaktı. Konuşanın Kolordu Kumandanı İzzettin Bey olduğunu hemen anladı. Miralay Reşat Bey, bir süreliğine beraber okudukları Fevzi (Çakmak) Paşa ile birlikte, İzzettin Bey’den sekiz yıl önce Harp Okulu’ndan mezun olmuştu. Ama Fevzi Paşa gibi İzzettin Bey de kurmay olduğu için, doğal olarak emsallerinden çok daha hızlı yükselmişti.

İzzettin Bey, Reşat Bey’in kolordu kumandanı ve amiri konumundaydı. Ancak ikisi de öteden beri birbirlerine saygıda hiç kusur etmemeye çalışıyordu. Yanya doğumlu olan İzzettin Bey, Miralay Reşat Bey’in yüzbaşıyken ki Yanya savunmasındaki kahramanlıklarını çok duymuştu. Özellikle de Çanakkale Savaşı’nda ve Muş’ta Mustafa Kemal Paşa’nın kurmay başkanlığını yaptığı sıralarda kendisinin de bizzat şahit olduğu, onun 3/70. Piyade Tabur ve 17. Piyade Alay kumandanı olarak gösterdiği örnek cesaret ve feragati nedeniyle kendisine özel bir saygı duyuyordu. Telefondaki sesine de bu yüzden oldukça rahatlatıcı bir ton hâkimdi:

“Reşat Bey, nasılsınız efendim? Nasıl gidiyor? Yine eminim Conkbayırı’ndaki veya Muş cephesindeki zafer günlerini yaşatacaksınız bizlere…”

Reşat Bey civarında peş peşe meydana gelen patlamalardan dolayı, dinlerken bir eliyle kulağını tıkamış, öbür eliyle de ahizeyi neredeyse yutacakmış gibi kulağına ve ağzına yapıştırmış bir haldeydi. Bir yandan da “Ordu kumandanıyla gece yaptığımız konuşmadan acaba İzzettin Bey haberdar mı?” diye düşünmekten kendini alamıyordu.

Cevabını duyurabilmek için çaresiz bağırmak zorundaydı: “Sağ olun, inşallah öyle olur!”

İzzettin Bey aynı sakin üslubuyla karşıdan devam etti: “Efendim, lütfen durumla ilgili bana biraz malumat veriniz. Bütün tümen kumandanlarıyla konuşup cephelerdeki bu sabaha ait son durumu değerlendirmek istiyorum. Orduya da az sonra muharebe durum raporunu vereceğim. Düne göre neler değişti?”

Cephe hattındaki patlamalar ve makineli tüfek sesleri aralıksız sürüyordu. Reşat Bey:

“Biraz zorlanıyoruz efendim. Karşımızdaki düşmanın Çiğiltepe’deki inatçı direnişi maalesef sürüyor. Ama biz taarruzumuzu var gücümüzle, elimizden geldiğince her şeyimizle devam ettirmeye çalışıyoruz. Karşımızda tespit ettiğimiz düşmana karşı iki alayımla kuşatıcı bir şekilde başlattığım manevra, bildiğiniz gibi gecikmeyle de olsa önemli ölçüde tamamlandı. Maalesef burada, beklediğimizden çok daha büyük bir düşman direnişi ve aleyhimize çetin bir araziyle karşılaştık. Yunan Başkumandanlığı buraya çok önem verdiğini, her tarafa döşediği yoğun tel engelleriyle, savunmasındaki devam eden inadıyla ve buraya topladığı yoğun topçu ateşiyle zaten belli etti. Bir de çok yoğun hendeklerle karşılaştık. Düşmanın durmak bilmeyen bu ağır topçu ateşlerinden dolayı, başımızı kaldırmakta bile güçlük çekiyoruz. Getirdiği takviye kuvvetleriyle düzenlediği bu gece taarruzlarını da çok şükür kırdık.

Kumandanım, bizim ise topçu desteğimiz hala çok az. Üstelik birliklerimiz yan ateşine maruz kalıyor. İki alayla, az önce bahsettiğim gece yarısı tekrar başlattığımız kuşatıcı manevra, başlangıçta akamete uğradı ve birlikler ne yazık ki oldukça yorulmuş durumdalar...

37. Alayım dün gece ormanlık alanın içinden geçtiğinden, yürüyüşte biraz gecikmişti. Ayrıntılı raporlarını hâlâ alamadım ama dün gece geç saatlerde düşmanın gerilerini kuşatacak olan 39. Alayım en sonunda Çiğiltepe batı yamaçlarına vardı. Görevlendirdiğim Tugay Kumandanı İbrahim Bey’in emir ve komutasında en son olarak Fundalıtepe’ye ulaştıklarının bilgisini de aldım.

Yani özetle, Kızıltaş Yaylası’nın çok küçük bir bölümünü ele geçirebilmekle birlikte asıl hedefimiz Çiğiltepe’yi henüz ele geçiremedik kumandanım. Az sonra başlangıçtaki gibi onlar sol yandan, ben de şimdi 176. Alayım ve Hücum taburumla cepheden Çiğiltepe’ye doğru tekrar tazyik edeceğiz. 37. Alayım da inşallah düşmanın sol gerisinden muharebeye hemen girecek... İvedi, ağır topçu desteğine ihtiyacımız var. Düşman topçu bataryası hâlâ Kızıltaş Yaylası kuzeydoğusundadır. Boğaz boğaza muharebelere devam ediyoruz. Ağır zayiatımız var. Yani, sonuç olarak az sonra taarruza tekrar şiddetle başlayacağız. Solumuzdan Ahır Dağları üzerinden hareket eden süvari kolordumuzla da süvari bölüğüm dolayısıyla irtibat halindeyim.

Ayrıca dün telefonla bir sorusu üzerine, Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’ya, ‘Bugün saat 12.00’ye kadar düşmanı geri atarız’ dedim efendim. Söylediğim gibi, inşallah 12.00’ye kadar düşmanı geri atmaya muvaffak oluruz.

Bu arada dün akşam, ordu kumandanıyla yaptığımız bu konuşma üslup olarak pek hoş geçmedi kumandanım…”

İzzettin Bey biraz şaşırmış bir şekilde sordu:

“Aa! Nurettin Paşa sizi de mi aradı yoksa?”

“Evet.”

İzzettin Bey böylece bu konuda amiri olan Ordu Kumandanı Nurettin Paşa tarafından “ne kadar baskı altında tutulduğunu da” ağzından kaçırmış oluyordu. Buna rağmen Kolordu Kumandanı kendisini toparladı ve Reşat Bey’in o son cümlesinin üzerinde hiç durmayarak sözlerine devam etti:

“Öyle mi efendim, anlıyorum? Neyse! Dün gece sabaha kadar, diğer tümenlerin hemen hepsi hedeflerini ele geçirdiler. Hatta komşunuz olan 14. Tümen de Kırcaaslan Tepesi’ni ele geçirmiş durumda. Düşman bugün takviye alabilir. Bu nedenle bir an evvel kesin sonucu almamız gerekiyor, anlatabiliyor muyum? Düşmanın 7. Tümen’den getirdiği bazı kuvvetlerle bizim karşımızda bulunan 1. Yunan Tümeni’ni Balmahmut’ta takviye ettiğini ve bu getirdikleri kuvvetlerle de 14. ve 15. Tümenlerimize karşı taarruz düzenlediğini biliyoruz. Bugün, daha önce verdiğim emirler doğrultusunda Sinanpaşa /Afyon Ovası’nı kontrol eden sırtlar olmak üzere, taarruzunuzu hızlandırmanızı ve bir an önce ovaya hâkim sırtları ve özellikle de Çiğiltepe’yi işgal etmenizi ve hatta orada gerekirse savunma yapmak için bir süre tahkimat yapmanızı da istiyorum. İşimiz zor, Allah yardımcınız olsun” dedi.

Sonra, aldığı kısa bir “Baş üstüne” cevabını müteakip hattan ayrıldı.

Kolordu kumandanına olanları ve özellikle de ordu kumandanıyla aralarında geçen tatsız konuşmayı çok genel anlamda da olsa aktarmasına rağmen, içi pek rahatlayamamıştı Reşat Bey’in. Telefonun ahizesini usulca yerine bırakırken, çamurla terden dolayı değişik bir renk alan karmakarışık saçlarını sıvazlayıverdi. Derin bir iç çekti... Aklında sadece saat 12.00 için verdiği söz ve tümeninin şu andaki sıkıntılı durumu vardı.

Çok ilginç bir tesadüf olarak, hilal ve yıldız geceleyin gökyüzünde tam bir Türk bayrağı yaratmıştı. Bu durum, bu güzel olayı doğal olarak gören cephedeki bütün askerler arasında çok büyük bir işaret olarak algılanmıştı.

Reşat Bey devamlı çıkarıp çıkarıp saatine bakıyordu. Biraz daha zaman vardı. Ancak oturduğu yerde, son kez emir zabiti Mülazım Refik Efendi’yle ve geldiğinden beri yanından hiç ayrılmayan emir erleriyle ayaküstü helalleşti.

Az sonra Kurmay Başkanı Şemsettin Bey de helalleşmek için bulunduğu çukurluğa geldi. Biraz Mehmetçiklerin kahramanlıklarından sohbet ettiler. Sonra herkes gibi onlar da sustu. Dalgınlaşmışlardı ve insanı her türlü kaderine razı edici değişik bir sessizliğe onlar da gömülü vermişti…

Yunanlılar için ise tüm cephe düşünüldüğünde artık çok geçti, dün sabahın köründe çok gafil avlanmışlardı.

Miralay Reşat Bey hem makaslı dürbünden ilerilere bakıyor hem palabıyıklarını buruyor hem de zafer için mırıldanarak dua ediyordu.

Kendi topçularımız sayesinde seri infilaklarla karşı taraftaki siperler, silah mevzileri, çadırlar, komuta yerleri, makineli tüfek mevzileri, düşman topları, tel engelleri, Yunan askerleri, hemen her şey havaya uçuyordu. Barut ve yanık et kokusu genzi yakacak dereceye ulaşmıştı.

Taarruz, aynen dünkü gibi tüm cephe boyunca dün sabah başladığı andan beri, biraz şiddeti azalsa da devam ediyordu. Reşat Bey’in gözü ise hep ön cephedeydi. Muharebeyi çok yakından takip ediyor, arazide hedefleri göstererek kurmaylarına emirlerini yazdırıyor, harekâtı sürekli sevk ve idare ediyordu. Sık sık saatine bakıyor ve yer değiştiriyordu. Ancak bütün bu fedakâr çabalarına rağmen, taarruzun bir türlü hızlanamadığını da bizzat gözlemlemekteydi. Zira emir gereği çok şiddetli bir taarruz icra edilmesine rağmen, şimdilik toprak kazanımı pek mümkün olmuyordu. İleriye doğru her teşebbüs bir felaketle sonuçlanıyor, şehit ve yaralı sayısı hızla artıyordu.

Dahası, düşmanın bitmek tükenmek bilmez bir şekilde, korkunç ıslıklar çalarak gelen ve toprağı hallaç pamuğuna çeviren topçu mermilerinin peş peşe patlamaları, harekâtın takibini de güçleştirmeye başlamıştı. Gerilim zirvedeydi. Bölge sanki kıyamet yerine dönmüştü. Toz, toprak ve dumandan göz gözü görmüyor, konuşamaz duruma gelen neredeyse herkes boğulurcasına öksürüyordu.

İşte, tam bu karmakarışık durumun ortasında Reşat Bey, emir zabitinden Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın telefonla kendisini aradığını öğrendi.

Bir ateş fasılasından da yararlanıp irtibat hendeğinden ve bazen de açıktan hızla eğilerek ilerleyip güçlükle telefon yerine ulaşabildi. Ahizeyi nefes nefese eline aldı ve köstekli saatini çıkarıp bir hamlede kapağını açarak aceleyle baktı. Saat 11.20’ydi. Karşı taraftaki yaver, başkumandanın kendisiyle görüşmek istediğini tekrar söyledi. Reşat Bey’in heyecan içerisinde kısa bir süre beklemesini müteakip, konuşma muharebenin doğal gürültüsüne rağmen gerçekleşiverdi.

Mustafa Kemal Paşa’nın sesi sakin ve üslubu son derece nazikti:

“Reşat Bey, merhaba! İyi olduğunuzu umuyorum. Niçin hedefinize ulaşamadınız?”

Kendisini hem Conkbayırı’ndan hem de Muş Cephesi’nden çok iyi tanıyor olmasına rağmen oldukça heyecanlanmıştı. Başkumandana “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız kumandanım” diyebildi. Ter içindeydi...

Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, “Peki, kolay gelsin!” deyip ayrılırken kötü söz etmedi. Fakat tüm cephedeki bu kritik durumu titizlikle takip ettiği de kesindi. Başkumandanın ağzından kötü söz çıkmasa da bir günden fazla zaman geçtiği halde, tümenine verilen hedefi hâlâ ele geçirememiş ve dolayısıyla aldığı emri henüz vaktinde yerine getirememiş olması, ona tarifi imkânsız bir üzüntü veriyor, iç dünyasında aşırı eziklik ve büyük bir çöküntü yaratıyordu.

Az önce Başkumandanın ağzından tek bir kötü söz çıkmasa da bir günden fazla zaman geçtiği halde, tümenine verilen hedefi hâlâ ele geçirememiş ve dolayısıyla aldığı emri henüz vaktinde yerine getirememiş olması, ona tarifi imkânsız bir üzüntü veriyor, iç dünyasında aşırı eziklik ve büyük bir çöküntü yaratıyordu.

Daha önce de Mustafa Kemal’in bizzat üç kez emrinde, üstelik çok zor koşullarda çalışmıştı. Özellikle Muş’un kurtuluşu sırasındaki beraberliklerini hiç unutamıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini ne kadar sevdiğini de iyi biliyordu.

Saat 11.25’e gelmek üzereydi ve Çiğiltepe hâlâ düşmanın elindeydi. Aldığı emirler gereği, zayiata rağmen tümen olarak taarruza büyük bir azimle devam etmeye çalışıyorlardı.

“Daha 35 dakikam var!” dedi kendi kendine, ümidini hiç kaybetmek istemiyordu. Bu sırada kurmay başkanı tekrar zayiat raporunu getirdi. Rakamlar inanılmaz süratle büyüyordu. Şehit sayısı, on beşi subay olmak üzere 100’e yaklaşmıştı. Nice ocaklar bir bir sönmeye başlamıştı...

Yaralı sayısının ise en son rapora göre 350’yi geçtiği ve bunların önemli bir bölümünün de ağır yaralı olduğu söyleniyordu. Birlik gözünün önünde eriyordu. Ama vazifesi de devam ediyordu…

Cephedeki diğer tümenlerin birçoğunun, kendisinin aksine, ikinci gün itibarıyla hedeflerini ele geçirmiş olduğunu öğrenmesi, üzerinde, daha önce hiç karşılaşmadığı bir tür yalnızlık duygusu yaratmıştı. Yine de geri adım atmamış ve düşmanın çok kuvvetli bir alayla hâkim yerdeki bu çok çetin direnişine rağmen taarruzun aynı şiddetle devamı için gereken her şeyi yapmıştı.

Fakat bütün ilave gayretleri, memleket evlatlarının sadece açık arazide daha fazla can ve kan vermesi ve birliğinin erimesiyle sonuçlanıyordu. Buna rağmen “Biraz beklense zaten düşman çekilebilir” diye de düşünüyordu. Zira düşmanın savunma hatları burası hariç, cephe genelinde her yerde çöküyordu... Ama kulaklarında hep Nurettin Paşa’nın “12.00’ye kadar tepeyi alamazsanız, ben sizin yerinizde olsam yaşamam” sözleri hâlâ aynı yüksek tonda çınlıyordu...

Ayrıca İsmet Paşa’nın komutasındaki Batı Cephesi Kumandanlığından gelen telefonla yazdırılan bir mesaj emrinde “57. Tümen Kumandanı Miralay Reşat Bey, genel duruma tesir ediyorsunuz. Harekâtınızın yavaşlığı bütün harekâtı geciktirmektedir” deniyordu. Böylece neredeyse sıralı emir komuta zinciri içerisindeki, İsmet Paşa da dahil herkes, gecikmeyle ilgili olarak kendisini bir şekilde aramış oluyordu.

Bulunduğu ortam, içinden çıkılması gittikçe daha da güçleşen bir hal alıyordu. Çaresizlikten kaynaklanan, insana eziklik veren, kendisini çok yalnız hissettiren, hatta içini acıtan, hayal kırıklığıyla da beslenen, olumsuzluğu yoğun bir duygu durumunun iyice etkisi altına girmişti. Dakikalar ilerledikçe bu yoğunluğun daha da arttığını hissetmeye başlamıştı.

Gelen cephe raporlarını okuyunca Konya’dan iyi tanıdığı Miralay Fahrettin Bey’in (Altay) 5. Süvari Kolordusunun, Ahır Dağları’ndan ilerlemeyi başardığını öğrendi. Ancak bu birliklerin, Çiğiltepe’yi şiddetle savunan dün gece geriden iki taburdan fazla takviye aldığı öğrenilen kendi tümeninin karşısındaki Yunan 5. Alayı’nın gerilerine etki yapamayacağını da anlamıştı. Zira bu süvari birlikleri gözle görülebildiği kadarıyla artık oldukça uzakta kalmaya başlamışlardı.

Oysa karargâh zabitleri kendisine, Ordu Kumandanı Sakallı Nurettin Paşa’nın böyle keskin bir emir verdiğini bildiklerini, ama Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Bey’in dün gece takviyeye gelen kuvvetli Yunan birlikleri çekincesiyle, bu emri uygulamadan Sincanlı Ovası’na yöneldiğini söylediler. Öbür yanındaki Kaymakam Ethem Necdet Bey komutasındaki 14. Piyade Tümeni de karşısındaki Yunanlıların çekilmeye başlamaları nedeniyle oradakiler kendi doğrultusunda ilerliyordu. Oysa 14. Tümen kumandanına 1. Kolordu Kumandanı İzzettin Bey tarafından “Bu zamana kadar Çiğiltepe de sükût etmeyecek olursa bu tepe gerisini kuşatarak 57. Tümen’e fiilen yardım edilmelidir” diye açık bir emir verilmişti. Bu emrin gereği yapılmıyordu. Yani artık bir süredir yandaki birliklerden de yardım beklemenin boşuna olacağı anlaşılmıştı. Gerek sol taraftaki süvariler gerekse sağ taraftan ilerleyen 14. Piyade Tümeni almış başını kendi hedeflerine doğru gitmişti.

Kendi tümen birlikleri ise önü çok açık suni engellerle dolu tahkimli bir arazide ve cephenin en sert direnek noktasında, üstelik o gün için Yunanlıların cephedeki “en inatçı” savunan kuvvetleriyle karşı karşıya kalmıştı. Ayrıca tüm cephede giderek suskunlaşan Yunan topçusu burada hâlâ gücünü koruyordu. Bu sefer talihinin yaver gitmediği çok açıktı. Bütün çareler ve umutlar azar azar tükeniyordu…

(Devam Edecek)