Büyük Taaruzda Reşat Bey'in intiharı: 'O gün Çiğiltepe'de neler oldu?' (Tarihi Araştırma Yazı Dizisi - 2)

Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa ahizeden 57’inci Piyade Tümen Kumandanı Reşat Bey’e aynı tonda tekrar kükredi:

“Miralay Reşat Bey, niçin tepe işgal edilemedi !!!???”

İkinci kez aynı soruyla karşılaşmasına rağmen, zihnindeki sorgulamaya hâlâ süratle devam ediyordu. Kendi anlayışına göre böyle kritik anlarda liderler daha ziyade yönlendirirler, moral ve cesaret verirler, durumu sorarlar, mümkünse de ilave gayret tahsis ederlerdi. Hatta yaralansalar bile birliğinin başında kalarak astlarına örnek olurlardı. Bunu kendisi şahsen, en çetin cephelerde bile birçok defa böyle uygulamıştı.

Vücudu bir anda çok gerildi. Kanı beynine sıçramıştı. Tepeyi “şimdilik” ele geçiremedikleri doğruydu, ama nedenini bile sorup etmeden, üstelik böylesine kritik bir anda, bu hakaret gibi sorunun kendisine böyle sorulmaması gerektiğine inanıyordu. Neden bu kadar keskin ve şedit bir üslupla karşılaştığını, aklı hâlâ almıyordu.

Nurettin Paşa ikinci kez hiç cevap alamamanın da verdiği rahatlıkla, sesini daha da yükselterek bu kez daha değişik bir soruyla devam etti: “Ne zaman alınacak tepeee?”

Reşat Bey bu sefer kendini çabuk toparladı ve soğukkanlı bir şekilde tok bir sesle cevap verdi: “Yarın 12.00’ye kadar tepe alınacak!”
Telefonun öbür ucundaki Paşa, pek pes edecek gibi görünmüyordu. Katı bir üslupla kelimelere bastıra bastıra hemen karşılığını verdi: “12.00’ye kadar alamazsanız, ben sizin yerinizde olsam yaşamam!”

Bütün yüzü bir anda kederli ve derin çizgilerle kaplanan Reşat Bey artık resmen şok yaşıyordu. Dinlemeye hiç niyeti olmayan, halden anlamaz bir amirle konuştuğunun henüz farkına varmaya başlamıştı. Yine de bu kadar acımasız ve ağır bir karşılık beklemiyordu.

Birbirlerinin bir sözüyle ölüme gidecek insanların bu kadar güvensiz ve sevgisiz olmalarına hiçbir anlam veremiyordu. Üstelik şu an zamanca başarısızlığı halinde âdeta ölmesi isteniyordu. Elinde ahize, etrafında bulunan ve kendilerini pür dikkat dinleyen zabitleriyle göz göze gelince, hemen toparlanıp Paşa’ya karşı gururunu kurtarabilecek kesin cevabını yine tok bir sesle yapıştırıverdi:
“Sizin benim yerimde olmanıza lüzum yok. Ben zaten yaşamam!” Bu söz üzerine telefonun diğer ucundaki ses bir anda kesildi. Reşat Bey, ahize elinde, öylece kalakalmıştı. Yanında bulunan karargâhı da şoktaydı.

Ani gelişen bu özel durum nedeniyle mâni olamadığı konuşmaları astlarının duymasından da son derece üzgündü. Ama artık olan olmuştu. Geriye dönüş yoktu, geçmiş değiştirilemezdi.

Hiç istememesine rağmen, sadece birkaç saniye içinde kendi ordu kumandanıyla ipler kopmuştu. Bununla beraber, bu çok tatsız ve zamansız konuşmanın yarattığı kötü durumun asla kendisinden kaynaklanmadığına inanıyordu. Elinden geleni ziyadesiyle yapıyordu. “Buna ne gerek vardı ki?” diye kendi kendine söylenmeye kısa bir süre devam etti. Yüzü beyazlaşmış, öfkeden iyice kırışmıştı. Gözlerini yerdeki bir noktaya dikmiş, düşünceli düşünceli palabıyıklarını buruyordu. Çünkü 57. Tümen olarak, yaralıları ve şehitleriyle şu an için insanüstü gayret gösterip görevlerini fedakârca ve en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlardı.

Geçmişteki başarılarından dolayı herkes tarafından bir kahraman olarak tanındığından, çevresine karşı kendisini zaten büyük baskı altında hissediyordu. Yani Arnavutluk isyanının bastırılmasında, Yanya savunmasında, Çanakkale / Zığındere’de, Conkbayırı’nda, Muş’un kurtuluşunda, Doğu Cephesi’nde, Filistin hariç, bir şekilde hep başarmıştı. Bugüne kadar Padişah ve Avusturya- Macaristan İmparatoru dahil olmak üzere en üst düzeyde çeşitli şekillerde hep takdir edilmişti. Bunu herkes de böyle biliyordu.

Şimdi ise muharebenin tam ortasında burada üst kumandanından açıkça azar işitmişti. “Milletçe yapılan var olma mücadelesinde, üstelik bu çok önemli bir dönemeçte, bu şekilde başarısız olmak asla kabul edilemez” deyip için için kendini yemeye başlamıştı.

Kulağında çınlayan o son konuşmalar, hiç de unutulacak gibi değildi. Çok üzüldüğü kesindi. Hatta gururuyla fena halde oynandığını düşünüyordu. Onca çetin savaşa ve çatışmaya katılmış, tümen kumandanı seviyesine kadar kimseye boyun eğmeden bileğinin hakkıyla, şerefiyle ve tırnaklarıyla söke söke yükselmiş, ancak bugüne kadar, hem de böyle bir kader anında, alt seviyelerde bile bu tür bir incitici davranışla karşılaşmamıştı.

Yine de bunu karargâhına pek belli etmemeye çabalıyordu. Siper içinde haritaların üzerine kapanmış bir halde beraberindekilerle birlikte, sürekli gelen yeni haber ve raporları alıyor, okuyor ve fitili kısık bir gaz lambasının ölgün ışığında durumu haritaya işaretleyip hep birlikte değerlendiriyorlardı.

Ancak ölgün de olsa ara sıra yüzüne vuran ışıktan anlaşıldığı kadarıyla, mutsuzluğu saklayamayacağı kadar belliydi. Kederli ve hayal kırıklığına uğramış görünüyor, ama yine de muharebe alanından kopmamaya çalışıyordu.
Her zaman çelik gibi metin olurdu. Ancak bu sefer sorun, sadece karşısındaki düşman değildi. Küçük bir konuşma, onun için buradaki savaşı bir anda onur mücadelesine dönüştürüvermişti. İş daha fazla büyümesin diye de hiç kimse yanına yaklaşmıyordu.

Gece yarısından ve bu gelen telefondan hemen önce, birinci amiri olan kolordu kumandanına “Tümeninin 26 ağustostaki son durumunu ve 27 ağustosta uygulayacağı planını” kısaca sakin sakin anlatmıştı.

Birinci Amiri olan 1. Kolordu Kumandanı Miralay İzzettin Bey arıyor

Ağır ağır devam eden taarruza, kesilmek bilmeyen makineli tüfek seslerine ve kulakları sağır eden topçu tanelerinin paralanmalarına rağmen, az önce ordu kumandanıyla aralarında geçen o yıkıcı konuşmayı zihninden tekrar tekrar geçirip hâlâ bir neden arıyordu.

Gecenin ortasıydı. Yoğun ateş sesleri karşılıklı olarak devam ediyordu. Mevzideki toprak siperin içinde tek kat bir battaniyenin altına büzülüp güya karanlıktan da istifadeyle biraz dinlenmeye çalışıyordu.

Ne var ki, az önce yaşadıklarının ruhunda yol açtığı derin sarsıntı ve içinde aralıklı olarak depreşen “kendisiyle hesaplaşma” duygusunu bir türlü bastıramıyordu. Sabahı beklemeden kalktı. İrtibat hendeklerinden geçip tekrar az ilerideki karargâhının yanına döndü.

İç dünyasını astlarına pek belli etmemeye çabalıyordu. Camı maviye boyalı gaz lambasının aydınlattığı toprak çukurun içinde, karargâhıyla beraber gelen son raporları okuyup haritalar üzerinde yeniden durumu değerlendirmeye koyuldu. Hiç beklemeden, gerekli emirleri yazılı veya sözlü veriyordu.

Bir ara doğruldu ve sırtını sipere yasladı. Aklına yine o korkunç konuşma anı gelmişti. Gözlerini, sanki yeryüzünü delecekmiş gibi kara toprağa dikti.

Avucundaki siyah ağızlığa takılı sigarasının dumanını derin derin içine çekip hem ağzından hem de burnundan öfkeyle dışarı üflüyordu. Aklı karmakarışıktı. Dalıp dalıp uzaklara gidiyordu. Postasının o an eline tutuşturduğu peksimetini bile yiyecek halde değildi.

Planlamada ciddi bir hata yapmadığını, bütün ast birlik kumandanlarının görüşlerini aldığını, hatta bizzat bu en önde gidip kan ve can verecek olanların istekleri doğrultusunda karar vererek bir plan hazırladıklarını hatırladı.

Son iki gün içinde olanlar Miralay Reşat Bey’in gözlerinin önüne geliyor:


İki gün önce, 25 Ağustos 1922 günü, aldıkları Kolordu harekât emri
doğrultusunda, günlerce büyük bir gizlilik içinde ilerleyip düşman tarafından fark edilmemeye azami çaba göstererek, emrindeki üç alaylık koskoca tümenini, avına yaklaşan bir kaplan sessizliğiyle taarruz mevziisine nasıl başarıyla yerleştirdiğini gözünün önüne getirmeye çalıştı.

Ertesi gün şafak sökerken, kullanacakları taarruz istikametini ve araziyi yerinde görüp belirlemek üzere, doğal olarak hemen bir keşif yapılması gerekmişti. Bu nedenle önceki gün öğleden sonra Reşat Bey, aynı zamanda yardımcısı da olan, emrindeki Tugay Kumandanı (Aynı zamanda Tümen Kumandan Muavini) İbrahim Hakkı Bey ile üç alay kumandanı ve Tümen Topçu Kumandanı Seyfi Bey’le hâkim arazideki gözetleme yerine çıkmıştı. Çalıların arasından, düşmana görüntü vermeden ve hemen hemen hiç konuşmadan hep birlikte bir süre Çiğiltepe’yi gözetlemişlerdi.

Düşmanın kendilerini görmesi bir felaketle sonuçlanabilirdi. O nedenle de keşiflerini düşmana çok fazla yaklaşmadan, sessizce yatarak ve son derece özenli bir şekilde yapmışlardı. Her yer güzelce incelenmişti. Birlikte taarruz edecekleri tepeyi ilk kez bu kadar yakından görüyorlardı. Reşat Bey burada, yanında bulunan emrindeki bütün kumandanlara “düşmana hangi istikametten taarruz etmenin daha uygun olacağını” sormuştu.

İlk bakışta, bulundukları yere göre tepenin sağ tarafından taarruz etmek, dik yamaçlar ve savunma kademeleri bakımından pek uygun görülmemişti. Emrinde görev yapan ve şimdi yanında bulunan beş ast kumandanını en başından itibaren etkilememek için fikrini söylememişti. Tugay Kumandanı İbrahim Hakkı Bey, üç alay kumandanı ve topçu kumandanı ile birkaç karargâh zabitinden oluşan bu keşif heyeti, “Zayiatı da kabullenerek, tam cepheden bir taarruz mümkün olabilir mi?” sorusuyla kendi arasında bir süre konuyu tartışmış, Reşat Bey de ileri sürülen bütün fikirleri sessizce dinlemişti.

Çoğu “sol tarafın çok müsait vaziyette bulunduğunu ve bu istikametin ormanlık bir bölge üzerinden düşmanın ikinci hattına ve hatta arkalarına doğru uzandığını” söylüyordu. Bu istikametin düşmanın gerisindeki ikinci hattına doğru tatlı bir meyille bağlandığı, bulundukları hâkim yerden de açık olarak görülüyordu. Keşif heyetinde “gece yürüyüşüyle ormandan geçip düşmanın ikinci hattına, şafakla beraber kuşatarak taarruz etmenin başarı ihtimalinin daha yüksek olduğu, dolayısıyla düşmanın birinci hattının da böylece kendiliğinden düşeceği” konusunda genel anlamda bir fikir birliği oluşmuştu.

Uzun süren tetkiklerden sonra Reşat Bey daha da emin olmak ve hata ihtimalini en aza indirmek maksadıyla son olarak tekrar sormuştu:

“Etütlerinizi yaptınız. Peki, o halde nereden taarruz edelim? Karar tekliflerinizi alayım arkadaşlar.”

Tugay ve alay kumandanları hep birlikte, “sol taraftaki ormandan gece yürüyüşüyle geçip düşmanın ikinci hattına şafakla taarruz etmenin daha uygun olacağını” bildirmişti. Sonra nedense biraz suskun kalan topçu kumandanına dönüp özel olarak “Peki, siz ne dersiniz Seyfi Bey?” diye sorduğunda o, “Kumandanım, bence alaylarımızın ormanda gece yürüyüşü için gereken malzemeleri yoktur. Bu yüzden istikametlerini kaybedeceklerini hissediyorum ve dolayısıyla zayiatı göze alarak cepheden taarruz etmenin daha uygun olabileceğini düşünüyorum” demişti. Bunun üzerine Reşat Bey, dürbünüyle gözünü Çiğiltepe’ye dikmiş, fikirler son anda ikiye ayrıldığı için, kararını hemen orada vermek istememişti.

Sonunda, bütün hareket tarzlarını destekleyecek şekilde detaylı topçu planlarını yapmak üzere, topçu kumandanını orada bırakıp yine düşmana görüntü vermeden, arazideki karargâhlarına aynı şekilde sessizce dönmüşlerdi. Kısacası Reşat Bey, astlarıyla da uyum içinde bulunduğu harekâtın planlama aşamasında hiçbir önemli sorun bulunmadığına inanıyordu. Ama olayları biraz daha düşününce, şimdi ortaya çıkan başarısızlık ihtimaliyle beliren “Acaba yanlış karar mı verdim” sorusu, giderek artan bir tempoda zihninde yankılanıyor, tekrar tekrar kendini sorguluyordu.

Ellerinde sadece 75’lik, dörder namlulu üç adet topçu bataryası vardı. Doğru dürüst bir ağır topçuları yoktu. Düşman topçusu hem sayıca hem etkinlik olarak hem de kuvvetli arazide bulunması nedeniyle kendilerine karşı büyük üstünlük sağlamıştı. Hatta bu bölgedeki Yunan topçusu, sağ yandaki, ilerlemeye çalışan (Türk) komşu 14. Tümen’in 30. Alayını bile yan ateşine alıp onlara zayiat verdiriyordu.

Reşat Bey, komuta yerinde karargâhıyla da uzun süren karşılaştırmalı değerlendirmeler yaptıktan sonra durumu etkileyen diğer bütün faktörleri de dikkate alarak, son kararını vermişti.

Karar, çoğunluğun istediği şekilde olacaktı. Yani, “Ormanda istikametin muhafazası güçlüğü riskini kabullenip, birlik kumandanlarının çoğunluğunun teklifleri doğrultusunda, 39 ve 37 numaralı iki alayıyla Tugay Kumandanı İbrahim Bey’in emrinde, gece yürüyüşüyle sol yandaki sık ormandan hareket edilecek; 176. Alay ve Hücum Taburu merkezde, cephede ve kendi emrinde ihtiyatta kalacak; Kuşatma Kolu, gece karanlığından da yararlanarak orman içinden geçip düşmanın sol yanından gerisine doğru taarruz edecek; Süvari Bölüğü ise yandaki 5. Süvari Kolordusu ile irtibatın sağlanması ve 37. Alay’ın sol yanının emniyete alınması görevlerini yapacak; İstihkâm Bölüğü’nden de her alaya birer tahrip müfrezesi verilecekti.”

Kuşatma ağırlıklı bu planlamayla, tümenin büyük kısmıyla ormandan gizlice ilerleyeceğinden gereksiz yere ağır zayiat vermeyeceklerini tahmin ediyordu. Ancak bu kararından henüz tam emin değildi. Zira topçu kumandanının “Ya ormandan gelenler istikametlerini şaşırır da geç kalırsa” itirazı, beynini kemiriyordu. İçi hiç rahat değildi. Ama “En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir” deyip bir karara varması gerekmiş ve bunu da çoğunluğun istekleri doğrultusunda vermişti.

Aynı gece alaylar da bu plan doğrultusunda harekete geçmişti. Ancak saatler ilerledikçe büyük bir talihsizlik sonucu, korktuğu başına gelmişti: Ormandan ve sol yandan kuşatıcı bir şekilde harekete geçen kendisinin iki alayı gece yollarını kaybedip taarruz edecekleri mıntıkaya zamanında ulaşamadı. Sonra o da ancak öğleye doğru, kuşatma cephesindeki alaylardan sadece birinin planlanan bölgeden yandan taarruza başladığını görmüştü. Bunun üzerine düşmanın ikinci hattı, tam cepheden ilerleyen 176. Alay’ın birlikleri tarafından başarıyla işgal edilirken, düşmanın birinci hattı da doğal olarak düşmüştü. İşler biraz düzelir gibi olmuştu.

Hatta akşamüstüne doğru, diğer alayı da muharebeye girmişti. Fakat Yunanlılar, bu esnada kuvvetli ve yeni gelmiş zinde ihtiyatlarıyla şiddetli bir karşı taarruz yapmış ve ikinci hattını tekrar geri almıştı. İlerilere gidip yerleşmiş olan Miralay Reşat Bey’in birlikleri de ağır zayiat vererek, düşmanın eski birinci hattına kadar çekilmek zorunda kalmıştı. (Devam Edecek)

Büyük Taaruzda Reşat Bey'in intiharı: 'O gün Çiğiltepe'de neler oldu?' (Tarihi Araştırma Yazı Dizisi - 1)